Meal Çalışması Fatiha Suresi Bismillahirrahmanirrahim 1



Yüklə 3,16 Mb.
səhifə38/45
tarix27.12.2018
ölçüsü3,16 Mb.
#86460
1   ...   34   35   36   37   38   39   40   41   ...   45

77- “Yine yola çıktılar. Nihâyet bir yerleşim yerine vardılar. Ahâli, onları misafir edinmeyi kabul etmediler. O ikisi, yıkılmak üzere olan bir duvarı gördüler. Ve hemen Hızır onu düzeltti. Mûsa dedi ki: ‘Eğer isteseydin, bu iyiliğine karşı bir ücret alabilirdin!’”

[Bir Not:

Bazı yerleşkeler var ki, onlarda ne yasa, ne ilim, ne de mânevi bir yaşam olur. Bunlar bu gibi değerlerden mahrumdurlar. Sadece güvenliklerini sur gibi maddî araçlara havâle ederler. O da, her an yıkılabilir bir durumdadır.

İnsanlar, özellikle çocuklar, bir nevi yetimdirler.97 İşte Hızır, gelecek nesillerin faydasına bu gibi hayırsız nesillerin yaşamına destek çıkar. Ve bir ücrete de ihtiyacı yok. Fakat Mûsa’nın, yemeye, vergilere, harcamalara ihtiyacı var. Ve böyle olduğu için zaten arkadaşlık burada bitmiştir. Evli evine, köylü köyüne gitmiştir.]



78- “Hızır, işte bu durum, benimle senin aramızdaki ayrılıştır. Sonra ben sana, dayanamadığın şeylerin yorumunu anlatacağım.”

[Hemen anlatmıyor, çünkü böyle bir bilgi hukuka zarar verebilir. Hâlbuki hukuk bilgiden ziyade belgeye dayanır. ]



79- “İşte gemi denizde (sosyal hayat denizinde) çalışan bir kısım miskinlerin idi. (Kendilerini koruyamazlardı.) Hem önlerinde (hem arkalarında) bir kral vardı; bütün gemileri gasbediyordu.”

Demek geminin delinmesinden maksat, Hızır’ın onları fakir bırakmasıdır. Yoksa burada fizikî delmekten söz ederdi.

Âyette geçen “Werakelimesi, hem önlerinde, hem arkalarında... manasına geldiğinden tefsirlerde ikisi de zikredilmiştir. Evet yağmacılar, her taraftan gelebiliyorlar.

Sahih rivâyette var ki, o kralın ismi “Hûded ibn-i Bûded” imiş. Bu iki kelime etimolojik olarak, çokça zorba oğlu çokça yıkıcı manalarına gelir.

Hedde”, yıktı; “Bedde” zorunlu tuttu demektir.

80- “O genç oğlan ise, onun ebeveyni mümin idiler. Çocuğun (kader çizgilerinde) onlara karşı azgınlık ve nankörlük görünüyordu. Biz o ana-babaya —mümin oldukları için— böyle bir şeyin yapılmasından korktuk.” (Çünkü bu İlâhî kader terazisinde zulüm olarak kalırdı.)

81- “İşte Biz (ve bizim sonsuz bilincimiz) istedik ki, onların Rabbi daha sağlıklı ve akraba ilişkilerine daha yakın bir çocuk ile onu, onlar için değiştirsin.”

(Ve belki de bu yeni kardeş ve yeni nesil onun da kurtulmasına ve mâsûmiyetine sebep olur.)



82- “Duvar ise, şehirdeki iki yetimin idi. Altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da çok faydalı idi. İşte senin Rabbin istedi ki, onlar ergenliklerine kavuşsun, hazinelerini çıkarsın, Rabbinden somut bir rahmet olarak... Ben bunu kendimden yapmadım... Senin dayanamadığın şeyin yorumu işte budur.”98

[Olaylar üç iken, bu yorum âyetinde zamirin müzekker tekil olması gösteriyor ki, üçünün de mâhiyeti birdir. Ve böyle sonsuz bilinç ile olan işler çokça önemlidirler.

Belki de sadece son olayın önemine bakar. Evet, din ve çevrenin kurtulması ve fayda görmesi, gelecek nesillerin sağlıklı, inançlı ve bilgili olmaları hürmetine bazı mâsûm ama inançsız insanların yaşamına yol verilir.

Evet, târih böyle durumlarla doludur. Bakara sûresinde 40-80. âyetlerin arasında bu gibi işâretler vardır.]

Âyette “Ben bunu emrimden yapmadım” sözü der ki, kâinatta nasıl yasal, düzenli, ve Mûsevî çokça durumlar var; aynen öyle de, olağanüstü, nâdir ve sonsuz bilinç isteyen işler de vardır. Ferdî, sosyal ve dönemsel dirilişler bu ikinci gruba girerler.

Âdeta, dünya ve Mûsa ve toprak, olağan idare gibidir. Kıyâmet, Hızır ve hava hareketleri olağanüstü yönetim gibidir. Askeriye de böyle olduğundan, onlarda alttan soru sormak, onları yargılamak yok. Yani bazı devletler sivildir, diğerleri askerîdir.



Hızır Hakkındaki Rivâyetlere Bir Göz Atış

Hemen hatırlatalım ki, siyer kitaplarından anlaşıldığı gibi; burada kıssadan hisse, Hızır Hz. Muhammed’dir. Evet, O (A.S.M.) dengeye ve İbrahimî geleneğe, İlâhî Evrensel Bilince dayanarak bir kısım yenilikler yapıyordu. Fakat Medine ve medeniyetin Yahudi âlimleri (Mûsa) “Bunlar, Tevrat’a (yasaya) uymuyor” diye itiraz ediyorlardı. O ise “Ben bunları kendimden yapmıyorum, ancak Allah’ın emriyle yapıyorum” diyordu.

Evet, Hızır kavramının sayısal (ve evrensel) değeri 1600’ dür. Bu da âyet ve hadislerin işâret ettiği gibi, Hz. Muhammed’in ve İslam’ın (Mûsa yönüyle değil de) mânevi ve sonsuz bilinç yönleriyle ömrüdür. Ki, bu ömürden sonra, maddî veya mânevi bir kıyâmetin kopacağı anlaşılır. (B. Said Nursî, K. Lahikası’nda bu işâretleri âyetlerden ve sahih hadislerden istihraç etmiştir.)

İşte Rivâyetler ve Kaynakları:

[Bu notları Hızır ile ilgili yazılmış Arapça bir kitaptan sırasıyla buraya alacağımdan, notların başta birbiriyle ilişkileri görünmeyebilir.]

a) Hızır’ın ismi konusunda değişik görüşler söylenmiştir. Şöyle ki: Belyan ibn-i Melkan (yerleşik düzenin bilinçli belası), İlya (Allah’ın adamı), Muammer (uzun zaman yaşayan), Ermiya (İlâhî bilinçli musibet), Ahmed (peygamberin Muhammed yönü değil de, veli yönü), El-Yesa’ (bilinç gücü) denilmiştir.99

b) Babasının ismi de şöyle sıralanmıştır: Melkan (yerleşik medeniyet), Ayil (kafile), Kabil (şehirli), Firavun (Batı Medeniyeti), Tayfa (dolaşan)...100

İbn-i Abbas’tan rivayet edilmiş ki, O Âdem’in oğludur. (Yani insanlığın bir hali ve durumudur.)

c) Vehb ibn-i Münebbih demiş ki: “Onun (Hızır’ın) nesebi, Sam ibn-i Nuh’a varır.” (Ki genelde bu kültür, Sâmî milletlerde gözükmüştür.)101

d) Bir rivâyette, Mûsa’nın kardeşi Harun’un torunudur. (Yani herkesin bildiği gibi; Mûsa, şeriatı, dini ve yasayı temsil eder. Harun ise velâyeti, mânevi bilinci temsil eder, ki bütün Yahudi tarikatları Harun’a dayanır. İslam tarikatlarının Ali’ye dayandığı gibi…)

e) Taberî, Abdullah ibn-i Şu’zeb’den rivayet etmiş ki: “Hızır, Fars oğullarındandır. İlyas (veli peygamber) ise Benî İsrâil’dendir.102

Hızır, o Zâtın lakabıdır. Buhârî ve diğer büyük muhaddisler peygamberden rivâyet etmişler ki, onun lakabı Hızır’dır. “Çünkü O, ak, kuru bir toprak üzerine oturduğunda, o yer anında titreşip yeşillenirdi.103

İkrime ve Süddî’den de benzeri manalar, rivâyet edilmiştir.

İsâbe’de, müttefekun aleyh olarak kaydedildiği gibi, Onun künyesi “Ebu’l-Abbas” (ekşilikler babası)’dır.

İşte bu Zât, kollektif velâyet bilinci olduğundan yani onun somut görüntüleri hem çok, hem değişik gerçekleri temsil ettiğinden Kur’an onun ismini zikretmemiştir. (Fî Zılâli’l-Kur’ana bakınız!)

f) Rivâyette (aynı kaynaklarda) var ki, O (A.S.), İbrahim zamanında yaşamıştır. (Yani böyle bilinçler, çokça denge, İslam ve mâneviyâtın egemen olduğu dönemlerde olur.)

g) Başka bir rivâyette, “O ve Makedonyalı İskender104, teyze oğulları imişler.” [Yani biri mânevi anarşizmi yenmiş; diğeri maddî anarşizmi bitirmiştir. 300 yıl insanlık bir nevi Asr-ı Saadet yaşamıştır. (Çünkü, İskender, hem düzeni getirdi, hem de Doğu ile Batı’nın sentezini yaptı.)]

h) Taberî’nin rivâyetine göre: “O, İran kralları zamanında yaşadı.” (Onun için İran’da mistik hareketler çok görünür.) [Taberî (1/188)]

ı) Rivâyette var ki: “O, yemeden, içmeden, evlenmeden yaşardı.” [El-Bidâye ve’n-Nihâye (1/331)]

i) Çoğunluğun görüşüne göre, O, veli bir kişilik idi. Peygamber değil idi. [İbn-i Kesîr (3/99); Kuşeyrî ve Yâfiî, (48-80)]

[Yani medeniyet ve kültürün bir sembolü olan âdemiyet, ve velâyet ve mâneviyâtın bir simgesi olan Hızırlık ve siyâset ile devletin bir kişiliği olan Zü’l-Karneyn, peygamber olmasalar da, peygamberâne icraatı ve neticeleri gösterdiklerinden, genelin bilinci onlara peygamber nazarı ile bakmışlar. Fakat dinî metinlerde onların peygamber olduğuna dair bir nass yoktur.

Ayrıca bütün peygamberler, hem kültür ve din adamı, hem veli kişiler olduklarından, hem bir devlet ve düzen getirdiklerinden bu iki farklı kategori birbirinin içine girmiştir.]

j) İbn-i Arabî, tamamıyla velâyet üzere gittiğinden “O, bir peygamberdir” demiştir. [Rûhu’l-Maânî (15/329 )]

k) Kurtûbî, Sa’lebî ve bir kısım muhaddisler, Onun peygamberliğini iddia etmişlerse de, delilleri açık ve güçlü değildir. Velâyetin peygamberâne icraatını vahiy ile ve şeriat ile karıştırmışlar.

İmam-ı Rabbânî ise, velâyetin, nübüvvet ile iltibas edilmesine karşıdır.

l) Rivâyette var ki: “Hızır, aynu’l-hayat (ebedîlik çeşmesi) ve (bilinç) denizi sahilinde duruyordu.” [Fahreddin-i Râzi (21/ 144), İbn-i Cerîr-i Taberî, Târih (1/191), Askalânî, Fethu’l-Bâri (8/ 312)]

m) Buhârî’nin rivâyetine göre, “Mûsa’nın fetâsı (yiğidi) Yûşa ibn-i Nûn idi... Tevrat’ta var ki, Mûsa Arz-ı Mev’ûd’u kuramadı. Ondan sonra gelen iki yiğit: ‘Yûşa ibn-i Nûn (ilimden kaynaklanan güç) ve Kàleb ibn-i Yefünne (fenden kaynaklanan teknoloji) Arz-ı Mev’ûd’u kurdular.” (Yûşa Kitabı)

n) Buhârî’nin rivâyetine göre, “Balık denize girinceye kadar çırpındı. Nihâyet, taşın içine delik açar gibi, suyun içinde bir dehliz ve yol açmıştı.” [İrşâdü’s-Sârî (7/223)]

o) Buhârî ve Müslim’in rivâyetine göre: Allah, Mûsa’ya dedi: “Ölü bir nun (balık, bilinç) edin. Onun dirildiği yerde sen, maksadına ulaşmış olursun. O ise uyudu ve bu işin takibini Yûşa ibn-i Nûn’a bıraktı.” [Fethü’l-Bâri (8/ 313)]

ö) Aynü’l-Hayat (ebedîlik çeşmesi) ve ebedilik sembolü olan “Kaya” hakkında [ Taberî (1/192), Rûhu’l-Maânî (15/ 314), Fahreddin-i Râzi, (21/ 146)]’ya bakınız!

p) Mûsa ve Hızır gemiye binince bir serçe gagasını denize daldırdı. Hızır, Mûsa’ya dedi ki: “Bütün mahlukatın ilminin Allah’ın ilmine göre oranı, bu gaganın denize göre oranı kadardır.” [Buhârîî (5/235)]

r) Rivâyette var ki, “Deccal’in defalarca öldürdüğü halde ardından tekrar dirilen kişi Hızır’dır.” (Müslim, Nevevî Şerhi ile (18/ 71-72)]

* * *


83- “Onlar, (insanlar) senden Zü’l-Karneyn’i soruyorlar. Sen vahiy dili ile de ki: ‘Ben (onun târihî yönünden değil de) onun hakikatinden ve misyonundan size bir zikir (mesaj ve bilgi) söyleyeceğim.’”

[Sûrenin başından buraya kadar, bilincin, ebediyetin, canlılığın, fizikî ve olağanüstü yaşam biçimlerinin binler çeşidini gördük. Şimdi sıra, bunlardan sonra gelen siyâsî bilince ve devlet bilincine geldi. Bu bilinç insanın son ölümünden önce, insanlığı kurtaran bir olağanüstü gücün gelişini ifade ediyor. Bu bilinç, insanlığın ilk dönemlerinde, insanlığı, Ye’cüc-Me’cüc’lükten (vahşîlikten) kurtardığı gibi, son dönemlerinde de yine, insanlığı dinsizlik ve anarşizm ateşinden kurtarmıştır.

Ayrıca Hz. Muhammed’in 63 + 20 sene istikametli hilâfet yaşına bakar. Ve ayrıca bu son asırda 83 sene hizmetiyle, dinsizlik ve anarşizm ateşini söndüren —O’nun tabiri ile— Sedd-i Zü’l-Karneyn105 inşa eden bir Kur’an hàdimine bakar.

Zü’l-Karneyn’in gücü —Hz. Muhammed’de göründüğü gibi— dünya-âhiret, madde-mana, din-siyaset, Doğu-Batı bütünlüğünü yakalaması ve dengelemesindedir. Zaten Zü’l-Karneyn, iki boynuz (iki güç, iki çağ, iki yön) sâhibi manasına gelir.

Bu arketip ve mânevi şahsiyet, diğer şahsiyetler gibi küllîdir; târihî bir bireye mahsus efsanevî bir şahıs değildir. Onun için, mana ve mâsadaklar olarak —tefsirlerde— yüzlerce örnek verilmiştir.

Evet, âdil ve gerçek şekilde dindar olan bütün devlet başkanları, bütün peygamberler, bütün mürşid zâtlar, birer Zü’l-Karneyn’dirler. İşte gelin bakın, bu gerçeği Kur’an ne güzel bir şekilde bize sunuyor.]



84- “Biz, o Zülkarneyn’e yeryüzünde bütün olabilir imkânları sağladık. Ve her şeyden kullanılabilecek yol ve yöntemleri ona verdik.”106 [Hayatı onarma gerçeği]

85- “O da bir sebebe (yol ve yönteme) tâbi oldu.”

Âyetlerin Kelimeleri:

Biz”: Yani yeryüzündeki bütün sistem, bir imkân ve araç oldu.

Mekkennâ/Temkin”: İmkân sağlama, yerleştirme manasına gelir. İmkân manasıyla olabilirlik çerçevesini hatırlatır.

Fi’l-Arzı”: Yeryüzünde... Demek Zü’l-Karneyn gerçeği yeryüzünde olmuş. Uzayda olmamıştır.

Âyetin son cümlesinin asıl manası şudur: “O, her şeyi bir araç ve sebep yapabildi.

Sebep, neden, yol, yordam manasına gelir. Yani yol, insanı belli bir hedefe götürdüğü için ona da sebep (neden) denilmiştir.

O da bir sebebe tâbi oldu.” (Yani bütün sebepleri kullandı)

Çünkü iki gücü birleştirdiğinden her şeyi kullanabilir, duruma gelmişti.



86- “Nihâyet güneşin battığı yere ulaşınca, güneşi sıcak (buharlı) bir çeşmede batıyor,107 gördü.”

[Yani Atlas Okyanusu’nun kenarına geldi.]

Onun yanında bir kavim (millet) buldu. Biz ‘Ey Zü’l-Karneyn, ya bunları azaplandıracaksın veya onlar içinde güzel bir yönetim tutturacaksın.’ dedik.

(Zü’l-Karneyn de diyalektik siyâsetini, ve adâletini şu şekilde buyurdu:)



87- “İşte kim zulmederse, arada zaman geçse de biz onu azaplandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülecek. O ona görülmemiş bir azap verecektir.”

88- “Kim de iman edip yararlı işler yaparsa, işte onun mükafâtı çok güzel olan cennettir. Biz ona şeriatımızdan kolay bir buyruk söyleyeceğiz.”

[Bu üç ayet, Batı Medeniyeti’nin üç aşamasını ve Batı İnsanı’nın düzenli yaşayışını bize açıkça bildiriyor.]



89- “Sonra başka bir yola tâbi oldu.”

90- “Nihâyet güneşin doğduğu yere ulaşınca; baktı, güneş, bir kavim üzerine doğuyor ki, onları güneşten koruyacak bir örtüyü onlar için yapmamıştık.”

[Zü’l-Karneyn’in diyalektiğine göre, Batı’dakiler medenî iken, Doğu’dakiler çırılçıplak, evsiz-barksız ve hayvan derecesinde yaşayan bir vahşî kavim idiler. İşte Zü’l-Karneyn bunlar için bir şey yapamıyor. Onları bırakıp kuzeye doğru yeni bir yol tutuyor.]



91- “Evet, Zü’l-Karneyn böyle yaptı. Çünkü Biz onun yanındaki bilgi imkânlarını kuşatmıştık.” (Biliyorduk.)

[Evet, din ve medeniyet ve yasa ve savunma, medenî olan; az veya çok gelişmiş insanlar içindir. Hayvanlara din gelse de, kırk bin sene uğraşılsa da bir şey çıkmaz.]

[Bunların yani tamamıyla vahşî olan bu kabilenin Doğu Afrika’da olmaları kuvvetle muhtemeldir.]

92- “Sonra yine yeni bir yola tâbi oldu.”

93- “Nihâyet iki dağın (silsilelerinin; Kafkas ve Toros dağlarının) birleştiği yere ulaştı. Baktı, önlerinde bir kavim var. Nerede ise hiç bir sözü anlamıyorlar.”

[Demek az da olsa, insan anlayış sâhibi ise; ona din ve düzen ve Zü’l-Karneyn fayda verebilir.]



94- “O kavim dedi ki: ‘Ey Zü’l-Karneyn, Ye’cüc-Me’cüc (kendi kendilerini yiyen kabileler) yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onlar arasında bir sed yapasın diye, sana vergi verelim mi?’”

95- “Zü’l-Karneyn dedi ki: ‘Rabbimin bana verdiği imkân, sizin duvar seddinden daha iyidir.108 Bana kuvvet ile yardım edin. Sizinle onlar arasında bir döküm yığalım.’”



96- “Bana demir kütüklerini getirin. Nihâyet iki sadef gibi birbirine karşı gelen iki dağın ortasını doldurunca ‘Onu körükleyin!’ dedi. Nihâyet o demir yığınları ateş olunca ‘Getirin bana, üzerine petrol dökeyim’ dedi.”

(Âyette geçen kıtr kelimesi, petrol manasına geldiği gibi, bakır manasına da gelir. Evet, insanlık, demirden sonra, önce bakır teknolojisi ile, sonra petrol ile kendini korumuştur.)

[Bu diyalogdan anlaşılan, târih boyunca mazlum milletlerin, taştan sedlerle, sonra demir sedlerle, sonra demirden olan silahlarla ve en sonunda petrol ile kendilerini savunmalarıdır. Bütün bu 10 bin yıllık savunma sanâyii târihi, Zü’l-Karneyn ile ifade edilmiştir ki, Çin Seddi, Kuzey İran’daki Derbent Seddi ve Kuzey Irak’taki demir sed bunlardan sadece bir kaçıdır.]

97- “Artık o Ye’cüc ve Me’cüc o seddin üstünden atlayamadılar. Ve artık onu delemediler.”

Âyet 82’deki “Sataa” kelimesiyle ilgili not burada da geçerlidir.



98- “Zü’l-Karneyn dedi ki: ‘İşte kıyâmete kadar Ye’cüc ve Me’cüc’ün bu suru ve bu seddi aşamamaları, Rabbimin (dinin ve devletin) özel bir başarısıdır. Fakat Rabbimin kıyâmet vaadi gelince onu yerle bir eder. Hiç şüphesiz Rabbimin vaadi gerçektir.’”

[Evet, din ve devlet o günden beri insanlığı Ye’cüc ve Me’cüc’den (anarşizm ve düzensizlikten) kurtarmıştır. Fakat kıyâmete yakın Allah’ın somut rahmeti olan o düzen yıkılır. İnsanlar yine birbirine girer.]



99- “Evet, o gün (kıyâmet günü veya ona yakın dönemde) insanları bırakırız. Dalgalar şeklinde birbirine girerler. Sonra Sûr’a üfürülür. Biz de onları cezalandırmak için onları toplamış oluruz.”

100- “Ve kâfirler için cehennemi ortaya çıkartırız.”

101- “O kâfirler ki, bizim mesajımızı görmeye karşı gözleri bir kılıf içinde idi. Ve hiç bir şey işitemiyorlardı.”

102- “Yoksa o kâfirler, benim kullarımı109 bana karşı sahipler olarak edineceklerini mi sandılar?! Biz gerçekten cehennemi kâfirler için bir menzil yapmışız.”

103- “De ki: ‘ Amelce en zararlı olanları size haber vereyim mi?’”

104- “Onlar ki,110 dünya hayatında yaptıkları her şey kaybolmuştur. Halbuki onlar güzel sanatlar yaptıklarını sanıyorlardı.”

[İşte bilinçsizliğin en kötü şekilleri ve en çukur yönleri!]



105- “İşte bunlar, Rabblerinin belgelerini ve onunla buluşmayı inkâr edenlerdir. Bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Artık kıyâmet günü onlara bir değer, bir tartı vermeyiz.”

106- “İşte bunlar, inkâr ettikleri ve âyetlerimi ve peygamberlerimi alay konusu edindikleri için onların tek mükafâtları cehennemdir.”

107- “Bunlara mukàbil iman edip sâlih (yararlı) işler yapanlara ise, en yüksek cennetler (firdevsler) konakları olacaktır.”

108- “Onlar orada ebedîdirler. Ondan asla ayrılmak istemezler.”

[Evet, kâinat, sonsuz bir bilinçten oluşur. Ve bu sonsuz bilincin en verimli yönü dünyanın imtihan için kurulmasıdır. Ve Kıyâmet ve Haşir ile neticelenmesidir. İşte bu iki hakikatin en güçlü ve açık delili vahyin sonsuz bilgileri ve sonsuz bilincidir.]



109- “De ki: ‘Eğer deniz, Rabbimin kelimeleri (bilgileri) için mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden deniz biterdi. O denizi onun gibi başka bir deniz ile desteklesek de...’ ”

[Evet, Okyanus silikon maddesi olsa ve bütün Asya toprakları kasa olsa, insan beyninin içindeki bilgileri yazıp bitiremezler. İşte böyle bir gerçeğe karşı insanoğlu için en önemli görev bu sonsuz bilince tâbi olması ve ona ayak uydurmasıdır. Şirk, bölücülük ve ikilik ile o sonsuz bilince nisbî de olsa zarar vermemesidir. O sonsuz bilincin zirvesi olan firdevslere çıkmasıdır. Ebedî ve sonsuz ve bilinçli bir hayatı hak etmesidir.]



110- “Sen bu vahiy diliyle de ki: ‘Ben ancak sizin gibi bir beşerim. (Bir ten’im.) Tapmanız ve uymanız gereken Mâbudunuzun tek bir ilah olduğu bana vahiy ile bildiriliyor. Artık kim, diyalektik ve imtihan süreci ile onu terbiye eden Rabbine kavuşmak istiyorsa, yararlı işler yapsın; ve Rabbine yaptığı ibadette hiç bir kimseyi ortak etmesin!’” (Bilinci, tevhidi, bütünlüğü, canlılığı bozmasın. Bu sayede sonsuza ve ebediyete kavuşsun!)

Son Bir Hatırlatma

Ye’cüc ve Me’cüc’ün seddi geçemeyişini bildiren 97. âyetin sayısal değeri 2227’ dir. Demek bu târihte anarşizm kapıları açılacak, insanlar birbirlerini yiyecek, sosyal ve ailevî ve dinî bilinç tamamıyla ortadan kalkacaktır. Âyetin birinci cümlesinin değeri ise 1444’ tür. Önemli bir önleme ve çâreye işârettir. O târihte gelecek bir Zü’l-Karneyn’i gösterir. Kur’anın Evrenselliği adındaki tefsirimize bakınız!



Ye’cüc-Me’cüc ifadeleri kelime olarak, ateşin ateşi yemesidir. Evet, sosyal, ailevî ve dinî bilinç gidince, insanlar birbirini yiyen ateş parçaları olacaklar. Bu şekilde maddî kıyâmetten önce mânevi bir kıyâmet kopmuş olacaktır. İşte bu gibi hikmetler için, 5.000 sene önce olan Ye’cüc ve Me’cüc bahsine bitişik olarak kıyâmet âyetleri gelmiştir. ]

Son 5 Not

A) Jung, bu surenin evrensel bilinç ile ilgili olduğunu tespit etmiştir. Fakat sûre içinde gördüğümüz bin küsûr bağlantıyı bilmediğinden “Sûre, Arap aklına hitap etmekle beraber —haşa!— çokça karışıktır” diyebilmiştir.

B) Ve işte bu bin küsûr bağlantıyla beraber, bu Kehf’te (mağarada) sonsuz bir ahengi ve müziği işitmeniz için, yüksek derecede gramer, dil felsefesi ve fonetiği bilmeniz gerekir.

C) Bu gibi Kur’anî mûcizelikler gösteriyor ki, inananların elinde 10 bin atom bombası değerinde 10 bin mânevi değer var. Fakat onları hurâfeleştirmekle, onları 10 bin çürük yumurta haline getirmişiz. Bilincimizi kaybetmişiz.

D) Âyette bilinçsizlik manasında, şirk ve bölücülük geçtiği halde ölüm kelimesi geçmiyor. Çünkü sonsuz bilinç mekanizması içinde ölümün yeri yoktur.

E) Âyetçe sâbittir ki, “Onlar orada (cennette) 1. ölümden (bireysel ve bencil bilinçlerinin ölümünden) başka ölüm tatmazlar. ” İşte bunun için hadis: “Ölmeden önce (nefsen) ölünüz” diye buyuruyor! Yani eğer bencilliği aşarsanız dünya dahi bir bilinç ve güzellik cenneti olur.



EK-1

Âyet 52’de “Allah’ın, benim ortaklarım diye iddia ettiğiniz şeyler...” cümlesi, “Benim” manasına gelen “(ى) ile yazılmış. Hat ve yazı diliyle âyet diyor ki:

Benim ortağım, olamaz. Çünkü ben Sonsuz’um. Fakat benim Ehadiyet Tecellîlerime, insanlar ortaklar koşabileceklerini sanıyorlar. Ama bu da bir iddiadır.

Âyet 42’de, müslümanın, müminin ben’i, belirgin olmadığından, “Eğer ‘Beni’ görüyorsan!” ifadesinde ise “Beni” manasına gelen “( ى ) kullanılmamıştır.

Âyet 62’ de, Mûsa’nın Hızır’a “Bana öğretesin” ifadesinde de, ilmin sırf Mûsa için olmadığına ve Mûsa’nın benliği ve kimliği yasa olduğuna, yasanın da olağanüstülüğe yatkın olmadığına işâreten yine “( ى ) kullanılmamıştır.

Fakat “Beni sabreden ve isyan etmeyen biri olarak bulacaksın” âyetinde ise “” harfleri kullanılmıştır. Çünkü sabır ve isyan etmemek, yasanın temel karakteri ve benliğidir.

Hızır’ın konuşmalarında ise, “Beni” manasına gelen “” harfleri dâima yazılmıştır. Çünkü Hızır (evrensel bilinç) güçlü bir Ben’dir. Zaten sûrenin ana konusu da bu bilinç ve benliktir. İşte harflerine kadar sûrenin örgüsünün ne kadar mûcize olduğunu görün!

* * *


EK-2

İşte gördüğünüz gibi, bu sûrenin ana konusu bilinçtir. İlâhî, evrensel ve ölümsüz olan sonsuz bilinçtir. Bunun da insandaki bilinç gibi, üç temel duyusu var. Lokmân (bitkisel şehevî güç), Zü’l-Karneyn (hayvânî savunma gücü) ve Hızır (melekî akıl gücü)... Ve gerek bu evrensel bilinç, gerekse kişisel bilinç dengede oldukları zaman tavan yapmış olurlar. Ayrıca birbiriyle entegre oldukları zaman, kâinat ve bütün varlık kemâle ererler. Hamd, Varlık, Sonsuzluk anlaşılır ve tadılır.

* * *

EK-3

Hızır’ın Yaptığı Üç İşin Gerekçelerinin Değişikliği

1) Bir toplumda maddî bir musibet ve sıkıntının olması için Allah’ın emriyle bir velinin irâdesi ve duası yeterlidir.

2) Fakat zâhiren mâsûm bir insanın ölmesi içinse, evliyadan veya meleklerden bir kurulun irâdesi ve teşebbüsü gerekir.

3) Amma eğer bir iş bütün evreni, bütün sistemi ilgilendiriyorsa —mesela: bir çağın tamamen dinsiz yaşaması gibi— o zaman, sonsuzluk ifade eden İlâhî irâde ve yaratma gerekir.

İşte bu üç nükte için, Hızır, “Sosyal hayat gemisinin delinmesini ‘Ben istedim’; o mâsûm çocuğun öldürülmesini ‘Biz istedik’; ve o toplumun değerlerden yoksun yaşamasını ‘Senin Rabbin istedi” demiştir.

Ve bu üç meselede de asıl yetki ve iznin Allah’ın olduğunu bildirmek için “Ben bunu kendimden yapmadım” diye söylemiştir.



Rahmaniyet Açısından Meryem Suresi

(19. Sure, 98 Ayet)

Yaklaşık dört sene önce geniş bir şekilde bu surenin tefsirini yazdım; 2008’de Peygamber Kıssaları Hakkında Bilmediklerimiz isimli kitabımda da yayınladım. O çalışmada surenin evrensel boyutunu, sure içinde geçen şahsiyetlerin birer evrensel yasa olduklarını, bu şahsiyetlerin temsil ettiği bütün manaların Hz. Muhammed’in şahsında daha geniş bir çapta gerçekleştiğini gösterdim. Bu kitapta dil, belagat, tarih, sosyoloji ve antropoloji bilimlerinden yüzlerce delil kullandım. Öyle ki, şahsımı seven sevmeyen hiç kimse o kanunî manaları reddedemedi.

Biz konusu vahiyin hakikatı ve mahiyeti, vahyin süreci ile egemenliği ve vahyin sonuçları olan bu surenin geniş tefsirini o kitaba havale edip burada sadece Rahman ismiyle olan münasebetini ve bu münasebetteki bilimsel ve mucizevî manaları göstermeye çalışacağız. Çünkü bütün Kur’anda 57 adet zikredilen Rahman isminin 16’sı bu surede geçiyor. Ve Rahman ismi, saf ve uygulanabilen vahiy olan Kur’anla çokça ilişkili bir isimdir.

Eğer bu 57 Rahman isminin geçtiği ayetleri ve Kur’anda yine 57 sefer geçen El-Kur’an kelimelerinin içlerinde geçtiği ayetleri tam tefsir edersek, kâinat çapında bütün tarih kadar önemli, bütün insanî sorunları çözecek, bilimsel bir mucize buluruz; şöyle ki:

Birçok yazımda detaylarıyla gösterdiğim üzere Allah kelimesi Cenab-ı Hakkın sonsuz soyut varlığını temsil ediyor. Bu boyutun bir nevi gaybî olduğuna işareten bu surede Allah kelimesi, 8 sefer geçiyor. Çünkü bu sayı, gaybın, sonsuz soyut bilincin ve bu bilincin bir katmanı olan cennetin sembolüdür. Bu katman, soyut ve sonsuz olduğundan bunun anlaşılmasında, alanları sınırlı ve somut veriler olan fen ilimlerinin katkısı az olur.

Rahman ise, bu sonsuz bilincin diyalektik süreç içindeki tecellisi sonucu yaratılan kâinatı ve onun içindeki yasal ve bilimsel yapıyı temsil eder. Buna işareten surede 16 sefer Rahman ismi zikredilmiştir. Bu boyutun anlaşılmasında ise, söz sahibi fen ilimleridir.

Kur’an, ulûhiyet ve rahmaniyeti bir görmekle beraber ve her iki âleme eşit ve dengeli olarak baktığı halde; insanlığın imanının gerçekleşmesi ve imtihan edilip gelişmesi için indiğinden gayb ve metafizik âlemden daha çok bu rahmaniyete bakıyor. Bu vahyin gelişini Rahman ismine bağlıyor. Kur’anla gelen yasa ve bilgilerin fen bilimleri kadar gerçek olduğunu hatırlatıyor. Çok ilginçtir ki; Kur’an bir yandan dini, kanunu, hayatı rahmaniyete bağlarken, insanın gelişim sürecinin sonucu olarak ve üst korteksin katkılarıyla öğrendiği bazı becerileri, dil ve medeniyet gibi birikimleri ise, Allah ismine veriyor:

Allah size öğretti; Allah size öğretiyor, mealinde birçok ayetin yanında111 Rahman Kur’anı öğretti. İnsanı yaratıp ona beyanı (anlama ve anlatmayı) öğretti, (55/1) diyor.

Asrımızda önemli bir âlim, bu ve benzeri ayetleri şöyle tefsir etmiştir:



Sani-i Zül-Celalin âlem-i ekberdeki sanatı o derece manidardır ki, o sanat bir kitab suretinde tezahür edip kâinatı bir kitab-ı ekber hükmüne getirdiğinden, akl-ı beşer hakiki fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı.

Ve o kitab-ı hikmet, o derece hakikatle bağlı ve hakikatten medet alıyor ki; büyük Kitab-ı Mübinin bir nüshası olan Kur’an-ı Hakîm şeklinde ilan edildi.

Hem nasıl ki, kâinattaki sanatı, kemal-i intizamından kitab şekline girdi. İnsandaki sıbğası ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o sanat, o derece manidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zihayattaki cihazat, fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbğa-i rabbaniye vermiş ki, o maddi, cismanî, camid kafada manevi, gaybî, hayattar olan beyan ve hitap çiçeği açıldı. Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutuk ve beyana o derece ulvi cihazat ve istidat verdi ki, Sultan-ı Ezeliye muhatap olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani, fıtrat-ı insaniyedeki sıbğa-i rabbaniye, hitab-ı İlahî çiçeğini açtı.” (Mektubat, 20. Mektup, 2. Makam)

Bu derin parçayı seviyemiz oranında şöylece şerh ve izah edebiliriz:

Sonsuz aşkınlık ve yücelik sahibi olduğu halde bütün varlıkları çok harika ve çok anlamlı birer sanat eseri olarak yaratan Allah’ın sanatı, bütün evrende o kadar çok anlamlıdır ki: O sanat, kitap tarzında yansıdığından bütün kâinat, çok büyük bir kitap hükmüne girmiştir. İnsan aklı, on binlerce yıldır gerçek bilim ve felsefe kütüphanesindeki bütün kitapları o kâinattan almıştır. Bütün bilimsel kitaplar adeta o kâinatın kopyasıdırlar. Kâinat denilen bu bilim ve felsefe kitabı, o kadar çok gerçekliğe bağlı ve gerçeklikten besleniyor ki; geçmiş ve geleceğiyle, fizik ve metafiziğiyle, bunun başka bir ismi olan kitab-ı mübinin bir kopyası olan Kur’an-ı Hakîm şeklinde bütün bilinçli varlıklara ilan edilmiştir.

İşte Allah’ın kâinattaki sanatı, sonsuz bir düzen ve bilinç içerdiğinden kitap şekline girdiği gibi; küçük bir kâinat olan insandaki sıbğası (boyası) ve bilimsel nakşı da hitap (anlama ve anlatma) çiçeğini açmıştır.

[Kâinat bir ağaç; canlılar onun dalları; insanın gelişmiş şekli ise, onun çiçeği. Demek bütün katmanları ile varlık, konuşan bir kitaptır.]

Evet, insandaki sanat, o kadar çok manalı, hassas ve güzeldir ki; insan denilen bu canlı makinedeki cihazlar, fonograf gibi nutka geldi (dile geldi,) söylettirdi (konuştu.) Bu İlahî sanat, o kadar güzel bir biçimde insana İlahî bir renk vermiş ki; insanın maddi, cismanî, camit (donuk) kafasında manevi, metafizik ve canlı hitap (anlama ve anlatma) çiçeği açılmıştır. Ve insan kafasındaki bu düşünme ve anlatma kabiliyetine o kadar aşkın donanım ve yetenekler vermiş ki; madde ve mekândan münezzeh, ezeli (zaman üstü) olan Allah’a muhatap olacak seviyede o sanat açılıp gelişmiştir. Demek insanın doğasındaki İlahî sanat ve dekor, Allah’ın sözünü anlama ve aktarma sonucunu doğurmuştur.

Yani bütün varlıklarda özellikle insanoğlunda soyut ve somutun diyalektik yapısı içinde gelişen rahmaniyet hakikati, bilimsel ve yasal veriler olarak insanoğlunda dillere, edebiyata, medeniyete dönüşmüş. Ve bu rahmaniyet, sonsuz ölçekte vahiy olarak yani İlahî konuşma olarak ortaya çıkmıştır. Demek Rahman suresinin birinci ayetinin tam tefsiri, şerh ve izah ettiğimiz bu pasajdır. Ayet şöyle diyor: Rahman olan Allah, Kur’anı öğretti: İnsanı yarattı; ona beyanı (anlama ve anlatmayı) öğretti.

İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti, cümlesi, Kur’anı öğretti cümlesinin açıklamasıdır. Demek bütün yaratılış süreci, bir vahiydir, bir tenezzüldür, bir rahmettir. Demek vahyin kâinat içindeki yeri ve fonksiyonu çiçeğin ağaç içindeki yeri ve fonksiyonu gibidir. Bu güzel, manalı oranlar ve bilgileri anladıktan sonra hemen hatırlatalım ki; bu surede 23 sefer Rabb ismi geçiyor. Rabb, diyalektik süreç ile insanları zıtlarla imtihan eden, onları geliştiren ve terbiye eden demektir.

Besmelede Allah ve Rahman isminden sonra gelen Rahim ismi ise, bu surede hiç geçmiyor. Çünkü Rahim, Allah’ın ekstra özel ilgisi ile gerçekleşen özel müdahaleler, keramet ve mucizeler kaynağıdır. Bu dizayn, bize der ki; Hz. Muhammed’in asıl mucizesi olan ve bütün varlık ve kâinatı bir kitap gibi okuyan ve bu kitabın bilinci olan vahyi varlığın en son halkası olan insanlık aleminde uygulayan Kur’andır.

Bu Kur’an, sonsuz bilinç içeren yapısıyla, sosyal ve doğal birçok yasa ve kanun içermesiyle ve bunları gerçekleştiren sonsuz İlahî bilinci göstermesiyle öyle sonsuz bir mucizedir ki; başka özel, kişisel keramet ve mucizelere ihtiyaç bırakmıyor. Şöyle ki:

Meryem suresi Kur’anda 19. sıradadır. Bu sayı ise iyi-kötü, cennet-cehennem bütün kâinatın somut boyutunun sembolüdür. Kur’an ve Kur’an vahyi de bu boyutun başka bir ifadesi olduğundan 19 sayısı Kur’anın da sembolü olmuştur. İnkâr edilmeyecek bir şekilde, sonsuz İlahî bilinci gösterir tarzda Kur’anda 19 tevafukları vardır. Bu meseleyi anlatan Müddessir Suresinin Tefsirine bakabilirsiniz. (Müslümanın Varlık ve Hayat Algısı, 4. Bölüm)



Yüklə 3,16 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   34   35   36   37   38   39   40   41   ...   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin