Medh-i nakış nakkâşa râcîdir



Yüklə 2,73 Mb.
səhifə16/22
tarix27.10.2017
ölçüsü2,73 Mb.
#15821
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   22

HUŞÛ - HUZÛ : Alçak gönüllülük ile hareket etmektir. İnsanın kendi nefsini hakîr görmesi, aşağı ve hor telâkki etmesi olup tevâzû ile eş mânâyadır. İyi ahlâkın eseri, tevâzûdur. Huzû, Hakk'a baş eğmek ve itaat göstermek, tevâzû ise Rabb'e teslim olup hükme itirazdan çekinmektir. Dinde en evvel kaybolan şey huşûdur. Huşû sahibi olana nefs ve şeytan yaklaşamaz. Huşû alâmetlerinden birincisi, herhangi bir sebeple öfkelendirilen, reyine muhalefet edilen veya sözü reddolunan kimsenin kendi nefsi için müteessir olmayıp hak ve hakîkat neyse onu kabule hazır olmasıdır. Huşûu olanın âzâsı sakin olur. Bu sebeple huşûu olanlar hızlı ve telaşlı hareket etmezler. En üstün huşû, namazda yapılanıdır. Bir hadîste (Namaz ancak huzur-u kâlbledir) buyurulmuştur.

HÜZÜN : Gam, keder ve gussa yerinde kullanılır ve sürurun, sevincin zıddıdır. İbadetsiz ve isyanla geçen ömre teessüf etmek, acımak demektir. Hüzün, insan kâlbini gaflet vâdilerinde perakende ve perişan olmaktan muhafaza eder. Hüzün sahibi olmayan sâlikin yıllarca sökemeyeceği mânevi mesafeleri, hüzün sahibi az zamanda alıverir. (Allah hazin kâlbleri sever) hadîs-i şerîfi mervidir. (Mü'mi-nin amel sayfasında bulacağı hasenâtın en ziyade faydalı olanı hüzündür; herbir şeyin zekâtı olduğu gibi, hüzün de aklın zekâtıdır) denilmiştir.

Bu hüzün ise, avâmın ve avâmî sebeplerin hüznü değil, havassın hüznü ise, kâlplerin Cenâb-ı Hakk'ın şuhû-dundan gafleti ve mâsivâya meyli ile, Hasların Hası ile Nebîlerin hüznü de ümmet hakkındaki hüzündür.

İBÂDET : Allah'ın emirlerini O'nun emrettiği gibi yapmaktır. İbâdet, kul olma dolayısıyla yapmamız gereken vazifelerdir. İnsanlar ibâdet hususunda dört kısımdır: 1- Cennet için ibâdet edenler ki bunlara taciran, 2- Cehennem korkusundan ibâdet edenler ki bunlara bendegân, 3- Hak'dan utanarak ibâdet edenler ki bunlara sâdıkân, 4- Hak rızası için ibâdet edenler ki bunlara da âşıkân denilir.

Külfet ve meşakkatle, havfi reca ile yapılan kulluğa ibadet denir. Külfetsiz ve meşakkatsiz, havfsiz ve meşakkatsiz yapılan kulluğa da Ubûdiyet denilir ki havassın yaptığıdır. Avâm ise ibâdet ehlidir.

İHLÂS : Bir şeyi, herhangi bir işi, güzel bir niyetle ve saf bir kâlble yapmaktır. Böyle bir hâle hulûs da denilir. Yapılan vazifelerin kıymeti ihlâsı nisbetindedir. İhlâsın zıddı riyâdır ki, gösteriş ve maddi bir fayda için iş yapmaktır. Böyle bir amelin değeri yoktur. (40 gün ihlâs ile amel edenlerin lisanından hikmet çeşmeleri akacağı) Peygamber lisanından bildirilmiştir.

İhlâs, Hak dururken halkı düşünmekten, sadâkat da, nefse pay vermekten kaçınmaktır.

İhlâs, riyâ ve şirkten tam kurtuluştur.

İHSAN : Kerem, bağış, cûd, sehâ ve cömertlik ve lütufta bulunmak mânâlarına gelir. Istılahda ise, (İhsan, senin Cenâb-ı Hakk'ı görürcesine ibadet etmekliğindir. Zira, sen Onu görmezsen de o seni görür) hadîs-i şerîfi gereğince ibadet ve muamelelerinde ihlâs üzere hareket etmektir.

İHVÂN : Arapça'da kardeş demek olan Ahi'nin çoğuludur, kardeşler demektir. Bu mânâya âhî ve ahiyân da denilmiştir. Müslümanlar, hadîs-i şerîf gereğince, birbirlerinin kardeşidir. İhvân, aynı tarîkata mensup olanlara denilir ve bu tabir çok yaygındır.

İLHAM : İlâhî feyz yoluyla kâlbe ilkâ olunan şey demektir. Bir ârif, irfan makamında kemâle erdiğinde, Ce-nâb-ı Hak'tan vasıtasız ilim alır. Mânâ levhalarında yazılan esrar ilmini öğrenip esrarını anlar, bağını çözer, tılsımını açar, esma ve sıfatlarını bilir. Halk bu ilme ilham tâbir eder.

İlham, şerîatta delil sayılmaz ama tasavvuf ehli için hazînedir.

İLİM : Allah'ın sıfatı, aşktan sonraki en büyük esmâ-sıdır. Allah'ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Gizli veya açık, olmuş veya olacak herşeyi lâyıkıyla bilen odur. Peygamberimize de âlemî amâ'da zâhir bâtın her şeyi bildirmiştir. Buna rağmen Allah'ın ilmi yanında Habîbinin ilmi, denize nisbetle bir damla gibidir. Diğer bütün mahlûkatın ilmi de Habîbinin ilmi yanında öylece denize nisbetle bir damladır. İnsan-ı kâmilin ilmi de, Cenâb-ı Hakk'ın bütün esmâsı ile suvarılıp ilim sıfatını iktisap ettiğinden, Peygamber ilminin vârisidir.

(Bir adam, ilim sebebiyle mutlak insandır, ilmi olmayan ise mutlak hayvan oldu. İlimsiz amel mutlak cehalet olur. Ey can, cehaletle Hakk'ı bulmak olmaz.)

(Kim amelden başka şey için, kibir ve cidal için ilim öğrenirse, câhil ondan iyidir. Git bir ilmi ara ki o ilim kâlbini açıp sana Hüdâ nurlarını açıklasın.)

İlim, aklî ve naklî namıyla ikidir. Aklîsi üç çeşittir: 1- Makbul olanlar, sağlık ve ferâiz ilimleri ki lüzumuna göre farz-ı kifaye ve farz-ı ayın olur. 2- Şerîatça reddedilenler, sihir, simyâ, reml, tılsım, hokkabazlık vs. gibi. 3- Mübah ve icabında vâcip olanlar ki hesap, hendese, heyet, astronomi), kelâm, eş'ar (Edebiyat), tarih ve sair fizîkî ve felsefî ilimler gibi.

Naklî ilimler de Mükâşefe ve Muamele olarak ikiye ayrılır. Muamele kısmı da, 1- Usul ki, Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas (Edille-i şer'iye), 2- Fürû, ki, ibâdet, muamelât, münâkehât, ukûbat gibilerine Fıkıh denir. Ahiret işlerine taalluk ederse ona da Tasavvuf, ahval-i kulûb ve ahlâk denilir. 3- Mukaddimat ki, sarf, nahv, maâni, beyan, bedî, gibi âlet ilimleridir. Bunlar hadîs, tefsîr ve fıkıh gibi yüksek ilimlerin âletleridir. 4- Mütemmimattır ki ikiye ayrılır: 1- Kur'an-ı Kerim'e aittir. Kur'an'ın lafzına ait olursa (kıraat, mehariç ve sıfât-ı hurûf), mânâsına ait olursa Tefsir ve te'vil denir. Hükümlerine ait olursa, nâsih, mensuh, has, celî, hafî, hakîkat, mecaz, kinâye, mücmel ve müfesser denir. Bunların tamamı usul-i fıkıhtır. 2- Eserlere aittir ki rivayet ilminin ricalin isim, sıfat, adalet ve sair hallerini bildirir. Naklî ilmin ikinci kısmı ise, ilm-i mükâşefe (Keşf ilmidir) ki Ledünnî ve Vicdanî olarak iki çeşittir.

Şerîat ilimleri nakil ve hüküm çıkarma bakımından da dört kısımdır. 1- Nakle ait olarlar, a- İlm-i kıraat, b- İlm-i rivayet-i hadîs, 2- Menkul, kelâm-ı ilâhî ise Kur'an tefsîri, Kelâm-ı Resûl ise, Dirâyet-i hadis adını alır. 3- Menkul olan delillerle izah ediliyor ve mezheplere ait ise, Usul-i Din veya Kelâm İlmi, fiillere ait ise fıkıh denir. 4- Kitap ve sünnetten hüküm çıkarma ilmine de Usûl-i Fıkıh denir.

Hadîs-i şerîfe göre, cehalet karanlığında yaratılan insanları karanlıklar cehaletinden ilim aydınlığına çıkarmak için hidayet nûru ile gönderilen peygamberler, ümmetlerine iki türlü miras bırakmışlardır: 1- Zâhir, 2- Bâtın ilimleri. Zâhir ilmi: (Kitap, sünnet, tefsîr, fıkıh, ahbar, asar) ve bunlara tâbi olan ilim dal ve kollarıdır. 2- İlm-i bâtın ise, gayb âleminden Peygamberin rûh-u âlîsine dolan ilâhî ilimlerdir. Bu ilimler, nübüvvet sadrından Muhammediye cevherlerinin mahzen ve kasası olan Sadr-ı Ebûbekir'e dökülmüş ve ondan da dünyanın sonuna kadar gelecek bütün tâliplerin kâlplerine dökülecektir. Bu yüksek ve ilâhî ilimler, îman ve ikan, islâm ve ihsan, tevbe ve âyân, müşahede ve mükâ-şefe, tevhid ve tecellî, makâmat ve ahvâl, grub ve buut, fenâ ve bekâ, sekir ve sahiv gibi ilimlerdir. Tarîkat, hakîkat ve ma'rifet bu ilimlerdir. İlim, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatı olması sebebiyle kâinatın canı ve mü'minlerin îmân mayasıdır.

İnsanların saadet ve serveti ilimle ölçülür. İlim sahibini tehlike ve fenâlıklardan muhafaza eder. Âhirete sahibi ile beraber gider, harcadıkça çoğalır. Ancak, ilim ameli gerektirir. İlmi ile amel eden ise bütün iyilikleri toplamış, Cenâb-ı Hakk'ın her lütfunu celbetmiştir. Amelsiz ilim bir yük olduğu gibi, ihlâssız amel de sadece meşakkattir. İlmi ile âmil ve her türlü kemâlle süslenmiş olan âlimler ise vâris-i enbiyâ olan mürşîdlerdir. İlim hakkındaki hadîs-i şerîflerden birkaç tanesi ile bahsimizi bağlıyoruz. (Câhiller arasında ilim tâlibi, ölüler arasındaki diri gibidir), (ilim benim mîrasımdır, benden evel geçen bütün peygamberlerin de mîrasıdır. Kim bana vâris olursa âhirette benimle beraberdir), (İlmi talep etmek her müslümana farzdır), (İlmiyle faydalanan bir âlim, bin âbidden hayırlıdır), (İlim amelden hayırlıdır), (İlim hazinedir anahtarı da sualdir).

ÎMAN : İnanmak, itikad etmek demektir. Kâlb ile tasdik dil ile ikrar etmek demektir. Sofiye istilâhında îmân, bakâdan ibarettir. İlmî delillerle hâsıl olan îmana (Îman-ı istidlâlî), mü'mine hasıl olan yakîn ile olursa (Îman-ı yakî-ni), Hakk'ı zevkan şuhud etmekten olursa (Îman-ı şuhûdî), Hak ile tahakkuk ederse buna da (Îman-ı huzûrî) denir. Son üç îman şekli ancak sülûk ile elde edilir.

İNÂBE : İnâbe, Cenâb-ı Hakk'a rücû (dönmek) demektir. Tevbeden farkı şöyledir: Tevbe, Hakk'ın emrine muhalefettin muvafakata, inâbe ise, Hakk'ın emrine muvafakati varken Hakk'a rücu mânâsınadır ve tevbeden büyük ve daha şümullüdür. Tevbe üç kısımdır: 1- Tevbe, 2- İnâbe, 3- Evbe. Tevbe Cenâb-ı Hak'tan korkanlar için, İnabe Cenâb-ı Hak'tan ümid edenler için, Evbe ise Ce-nâb-ı Hakk'ın emirlerine uyanlar içindir.

İnâbe, tarîkata girmeye, el tutmaya, teslim olmaya denir. Bîat, mübâya'a, muâhede ve Şeyh açısından bakınca da telkin şeklinde de ifade edilir.

İNSAN : Rûhla cisimden meydana gelen ve beşer de denilen nâdir ve acâib yaratılış halitasıdır. Bedeni topraktan (Toprak, su, hava ve ateş) yaratılmış, ilâhî nûrdan gelen rûhla bu bedenin birleşmesinden hâsıl olmuştur. Yaratılış itibariyle şerre meyilli ise de, hidayete uyanlar da meleklerden yükseğe çıkarılmıştır. Tîn Sûresinde (Ben azîmü'ş-şan, insanı ahsen-i takvimde yarattım. Sonra esfel-i safilîne reddeyledim. Şu kadar ki, îman edip iyi ameller işleyenleri bundan müstesnadır) buyurulmuştur. Şu sebeple, insanlardan bir kısmı meleklerden efdal olmuş, diğer kısmı ise behîmiyet çukurlarına dalıp hayvandan alçak olmuştur.

Bir beyitte şöyle denir: (Hadîsle bildirildi ki, Allah âlemin halkını üç türden yarattı. Bir fırkası için akıl, ilim ve cûd (cömertlik) hâkimdir ki bunlar melekler olup secde ve tâzim ehlidir. Diğer bir gurubu ilmin dışındadır. İşleri yiyip içmek olup bunlar hayvanlardır. Bir ücüncü gurup ise Âdemoğlu ve beşerdir. Bunların yarısı melekten, yarısı da eşektendir. Eşekten olan süflîye, melekten olanlar da ulvîye meyleder.

Bir diğer hadîs meâli şöyledir: (Cenâb-ı Hak melekleri yaratıp onlarda aklı, hayvanları yaratıp onlarda şehveti (nefsin arzuları), Âdemoğlunu yaratıp onlarda da akıl ile şehveti birleştirdi. Bunlardan aklı şehvetine galip olanı meleklerden efdaldir; şehveti aklına galip olanlar da hayvanlardan aşağılık olmuştur.) İnsan cemâl ve celâl sıfatlarının mazharı olup, biri mü'min diğeri de kâfirdir. Yine insanoğlu, kendisine verilen cüz'î irâde ile ya bal arısı gibi şifalı bal yapan mü'min, yahut da yılan gibi zehir taşıyan kâfirdir.

Beşer mertebeleri üç kısımdır: 1- Süflî ve noksan mertebeli zâlim nefisliler, 2- Orta tabakada bulunan tarîkat ehli, 3- Yüksek tabakada bulunan hakîkat vasıllarıdır. Bunlara sâbikûn, mukarreb denildiği gibi insan-ı kâmil de denilir. Kemâl ehlinin seçilmişleri mürşîdler olup bunların tamamının başkanına -bütün kemâlleri topluca nefsinde bulundurduğundan- İnsanı Kâmil denilir.

"Evliyâya eğri bakma

Kevni mekân elindedir

Sen onu şöyle bil ki

Herbir imkân elindedir"

İnsan-ı Kâmil, şerîat, tarîkat ve hakîkatte tamam olandır. İnsan-ı Kâmilde dört şey tamamlanmıştır: İyi sözler, iyi işler, iyi huylar ve iyi bilgiler. Bütün sâliklerin gayesi de zâten budur. İnsan-ı Kâmilin isimleri çoktur: Şeyh, Pîşva, Hâdî, Mehdî, Dânâ-i Kâmil, Mükemmil, Bâliğ, Câm-ı Cihannümâ (Cihanı gösteren küre), Tiryâk-ı Ekber (En büyük panzehir), İksîr-i A'zam (Her derdin tesirli devası), Hz. Îsa, Hz. Süleyman vs. Çünkü Kâmil Allah'ı anlayıp ve Allah'a ermiştir. İnsan-ı Kâmil, halkı kemâle eriştirip hidayete ulaştırmak işi ile vazifeli olduğundan, bu vazife ve işi rahmetin tâ kendisidir. Bu sebeple de Allah'ın sûreti ve vekili, Resûlünün de halîfesidir.

İRÂDE : Dilemek, arzu etmek demektir. Bir şeyi yapmak veya yapmamak gücüdür. Cenâb-ı Hak irâde sahibidir, irâdesi ve hükmü her şeyi kuşatmıştır. İrâde-i İlâhîsî kâinattır, bu aynı zamanda küllî irâdenin tezahürüdür. Allah tarafından insana verilen sorumlu ve sınırlı irâdeye de irâde-i cüz'iye denir. Mürîd ise irâdesinden soyunandır. Zira vücuda gelen her şey Hakk'ın muradıdır. Dünya tâlipleri mâl ile câha (mevki) meyleder. Ukbâ tâlipleri hûri ve cennet ister. Cenâb-ı Hakk'ı aramak üzere yola çıkanlar ise, dergâh-ı Hüdâ'nın mukarrebleridir.

İRFAN : Bilmek, fıtrî istidatla ve zerafetle tefekkür edip bilmek mânâsınadır.

Sofiyede tevhid ilmini zevk edinmek, ilm-i ledünle hâsıl olan ilim, Rabbanî kemâl ve ilim veya ârifin mârifetidir. Bu ilim, (Şuhûd, zevk ve tahakkuktan ibarettir), tahsil ile elde edilmez, vehbîdir, mürşîdin lütuf ve ihsanıdır.

İSTİĞRAK : Kâlbi dünya gâilelerinden temizleyip Hakk'a bağlamak ve bunun neticesinde vecde gelerek kendini bilmeyecek durumda dalgın ve bîhûd olmaktır. Kuvvetli aşk hâlinin semeresi ve fenânın işaretidir.

İSTİKÂMET : Doğruluk demektir.

Bütün ahitlere uyma, yeme-içme, giyme ve din işlerinde vasata (orta dereceye) riayetle doğru yolu muhafaza etmektir.

Hûd Sûresi'nde (Sen emrolunduğun gibi istikâmet et) buyurulunca Peygamberimiz (Hûd Sûresi beni kocattı) demiştir. Diğer bir hadîste (Allah'a îmân ettim de, sonra da dosdoğru ol) buyrulmuştur. (İstikâmetin isteyicisi ol, kerâmeti isteyenlerden olma) denilmiştir. Zîra Rabbin senden istikâmet istemektedir.

Şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma'rifetin gayesi, meyvesi istikâmet sahibi olmaktır. Peygamberimiz (Kulun kâlbi müstakim olmadıkça, îmânı müstakim olmaz, lisanı müstakim olmadıkça kâlbi müstakim olmaz) buyurmuştur. Şair :

"Müstakim ol Hazret-i Allah utandırmaz seni" demiştir.

KÂBE KAVSEYN : Peygamber Efendimizin mi'rac-ı şerîflerinde, Sidretü'l-Münteha'dan sonra yalnız ve maddi araçsız gittiği mi'rac ve Cenâb-ı Allah ile yüzyüze konuşup cemalini gördüğü, (Yokluğumla geldim) diye mahviyet hediyesi takdim ederek, beş vakit namaz ve Ettahiyyatü hediyelerini alıp döndüğü (sırlar âlemi)... İsrâ Sûresi'nde (Birbirine iki yaydan daha yakın oldular) buyrulan hâlin adıdır ki Paşa Hazretleri, (İki çatma kaş gibi) teşbihi ile ifadelendirirdi. Sofiye ıstılahında velâyet seyirlerinden olan, isim ve sıfatlarda seyr demek olan Seyr-i fillah'a işarettir. Ev-Edna'da, vuslat ta denilen ve zâtta seyir olan seyr ki seyr-i âfâki'nin sonu olan varılacak son yer olup kavuşmanın hâsıl olması ve bekâ hâlinden ibarettir.

KABZ : Tutma, ele alma ve kavrama, amelde zorluk çekme ve kâlbi daralma hallerine denir. Zıddı Bast'dır. Orada izah edilmiştir.

KADEM : Ayak demektir. Rüsuh, bürhan mânâlarına da gelir. Sofiyede : Kâlbe gelen kemâl nûrunun eseri, nefse erişip onu tabiî ve süflî meylinden kurtarırsa, buna kadem denilir. İşte kâlbden nefse gelen ilâhî nûr şûlesi kademi Rabbü'l-İzze şeklinde tâbir olunur. Filânın kâlbi filânın kadem-i üzere denilince, Cenâb-ı Hak her ikisine de aynı şekilde tecellî etti demektir.

KAF : Arapça'da, Kaf ve Nun harfleri biraraya gelirse (Kün) emrini meydana getirir ki Türkçesi (Ol) demektir. Allah bir işin olmasını murad edince "Kün" şeklinde emreder ve o iş hemen olur. Allah'ın iradesine Kâf-u Nun veya Kün de denilir. (Fe-yekün) emri çıkınca da herşey yok olur. İşte kâinat "Kün" ve "Fe-yekün" arasındadır.

KÂLB : Cenâb-ı Hak, insanları iki aslın birleşmiş bir şekli olarak yarattı. Cisim veya beden ile kâlb. Rûhu mensubu bulunduğu yüksek âlemden ayırıp süflî âleme tenzil ederek beşeriyet gelini ile evlendirdi. Bu evlilikten iki çocuk doğdu ki birisi babasına uyarak asıl vatanını, ulvî âlemleri isteyen kâlb, diğeri de anasına uyarak süflî hazları isteyen nefistir.

Sol memenin altında çam kozalağı şeklinde bir et parçasıdır. Bu et parçasına yürek denilir. Yüreğin sivri ucunda buğday tanesine benzeyen bir siyah nokta vardır. Bu nokta iç âleminin güneşi, cihânın rûhu ve insan âleminin arşıdır ki adı (Cinan)dır. İnsan rûhunun başlangıcı, bedenin sultanı ve küllî aklın halîfesidir. Bu noktanın şânı görünüşünde değil sırrındadır. Onun sırrına eren beşeriyetten çıkıp melekût âlemine yükselmiştir. Gözlerin göremeyeceğini görüp ilâhî meclise dahil olmuştur. Bu nokta, ilk akıl ve mükemmel rûh olan en büyük noktanın karşısında kâmil insanın aynasıdır. İlâhî güneş ışığının mü'minin kâlbine aksettiricisidir. Hayvanî rûh uyurken o çalışıp görür ve bedenin diğer organlarının hayat ve canını teşkil eder. Yürekteki bu siyah noktanın akıl almaz sırrı insanın hakîkati ve rûh-u revânîsidir ki Allah'ın bir emridir bu.

Kâlb bir et parçası ise de, içi ilâhîdir, Allah'ı bilme ve sevme makâmıdır. Büyüklük ve şerefi bu özelliğindedir. Kâlb aynası cilâlı olursa onda ilâhî nûr ve sırlar belirir. Bu cilâ gerçek ilim, şerîatle amel ve iffet, takvâ, zikir ve murâ-kabedir. Böylece cilâlanıp temizlenen kâlb ise Allah'ın evidir.

Kâlb nûrani bir cevher olup iki yüzü vardır. Biri rûhlar âlemine diğeri de cisimler âlemine bakar. Rûhlar âle-minden aldığı füyûzâtı cisimler âlemine nakleder. Cenâb-ı Hakk'a yönelme ve mâsivâdan uzaklaşmakla cilâlanmış olur.

Kâlbin faziletleri şunlardır: 1- Cenâb-ı Hakk'ın nazargâdır. 2- Bütün beden ve kuvva (his ve kuvvetler) ve âzânın (organ) reîsidir. 3- Akıl, ma'rifet, ilim, niyet, îman, hikmet ve güzel ahlâkların kasa ve kalesidir. 4- Yaradılan bütün mevcudatın fazîletlisi ve genişidir ki (Yere göğe sığman mü'min kulumun kâlbine sığarım) hadîsi buna işarettir. 5- Bütün hâtıraların kaynağı ve hedefidir. 6- Yaralanan kâlbin tedavisi güçtür. Zira gözle görülmez ve hastalığı çoktur. Îmânın sıhhati, mü'minle münâfıkın farkı, ibâdet-lerin kabûlü, insanların insâniyeti kâlble meydana çıkar.

Kâlb havâtır ve hallerin kubbesi olup, ilâhî, melekî, şeytâni ve nefsânî bütün hâtıra ve haller bu kâlb kubbesine akseder. Yağmur gibi yağan ve oklar gibi atılan bütün hâtırat kâlbe hücum eder. Kâlb ibâdet ve malûmat aynasıdır. Bütün âzâ ile yapılan ibadetler ve bütün özelliklerle bilinen bilgiler kâlbde bulunur ve kâlb aynasında görülür. Kâlb, beşer hassalarına ait nehirler gibidir. Kâlb Cenâb-ı Hakk'ın tecellî yeri ve cilâlı aynasıdır.

Kâlbin zellesi kayıp, sürçmesi de, kasvet, kâlb katılığı ve küfürdür.

Kâlbin halleri de, arzuları kısmak, teennî, nasîhat, huşû ve tevâzûdur.

Kâlbin tabakaları da şunlandır: 1- Sadır ki, İslâm mahallidir. 2- Kâlb ki, îmân merkezidir. 3- Şagaf ki, muhabbet yeridir. 4- Fuâd ki, Cenâb-ı Hakk'ı rü'yet mahallidir. 5- Süveydâ ki, ilm-i ledünnî-yeridir. 6- Mihcetün ki, Cenâb-ı Hakk'ın cilvegâhıdır.

Kâlbin salâh ve cilâsı da şunlarla olur: 1- Âdâbına riâyetle Kur'an okumak. 2- Vasat derecede açlık. 3- Geceleri ibadet etmek, 4- Seherde Cenâb-ı Hakk'a yalvarmak. 5- İyi ve sâlih kimselerle düşüp kalkmak. 6- Helâl yemek.

Kâlbin ölümü de şu on şeyledir ki bunlar duânın da kabul olmamasının sebepleridir: 1- Cenâb-ı Hakk'ı bilip hakkını îfâ etmemek. 2- Kur'an okuyup gereğince amel etmemek. 3- Şeytanın düşmanlığını bildiği halde onunla dost olmak. 4- Hz. Muhammed'e muhabbet iddiası edip sünnetini işlememek. 5- Cenneti isteyip ona lâyık amel etmemek. 6- Cehennemden korkup günahtan sakınmamak. 7- Ölümü hak ve muhakkak bilip ölüme azık yapmamak. 8- Halkın ayıbıyla uğraşıp da kendi aybını görmemek. 9- Cenâb-ı Hakk'ın rızkını yiyip şükretmemek. 10- Ölüleri gömüp de ibret almamak.

Kâlb, âzâ ve kuvvâya amelle emreder. Onlar da amel yapıp sonucunu kâlbe bildirirler. Bu işlerin yapılmasını temin edecek nasîhat ve tenbîhleri yapar.

Kâlbin hastalığı, küfür, şirk ve nifaktır. Bu hastalıklara düşmeden yaşayabilmek, hastalık yakalamış ise tedavisini yapmak, ancak ve ancak mürşîdlerin kârıdır. Zira onlar kâlb ve gönül hastalıklarının doktorudurlar. Allah kâlb hâlini onlara bildirmiş ve tedavi ve islâh çareleri ile ilâç-larını onlara vermiştir.

KALEM : Cenâb-ı Hakk'ın yaratıkları olan kâinattaki olmuş ve olacak şeyleri Levh-i Mahfuz'a kaydeden kudret kalemidir. Sofiyede ise, Levh Allah'ın bilgisi, Kalem de onu görünür hâle getiren Allah'ın irâdesidir.

KÂLÛ BELÂ veya BEZM-İ ELEST : Elestü bi Rabbiküm maddesinde açıklanmıştır.

KÂMİL : Kemâl e ulaşan, olgunlaşıp yetişmiş olan demektir. Kemâl bütün üstünlük ve güzellikleri kendinde toplayıp noksanlıktan münezzeh olan Allah'a aittir. Seyir ve sülûk yolu ile fenâ ve bekâya ulaşan, Allah'ın sıfatları ile sıfatlanan insana da kâmil denir. Kâmil tekmil olmuş, kendisi kemâllenmiş olandır. Başkasını kemâle erdirmek ise, mükemmil olmaya bağlıdır. Seyrini tamamlayan da mükemmil olur ve başkalarını da kemâle erdirir. Aslında başkalarını da kemâle ulaştırana Mürşîd-i Mükemmil denilir. Kâmil, insân-ı kâmil istilâhı ise, hem vasıl olana, hem de evliyânın başkanına denilmektedir.

"Aç basîret gözünü bak cihâna müddeî

Var mıdır dünyada bir can kâmil insandan leziz"

KANAAT : Kanaat öyle bir hassadır ki, helâli bile hırs ile kazanmaya ve bilhassa haramı sarfetmeye mânidir. Akıllı odur ki, güzel olan rızıkla kanaat eder. Güzel rızık ise, kazanılması dünya ve âhiret ölçüleriyle zararlı olmayan rızıktır. Halk içinde kanaat sahipleri, halka yardımı bol ve halktan istekleri az olanlardır.

KERÂMET : Evliyâullahdan hâsıl olan harikulâde hâl ve sözlere, âdet dışı meydana gelen olağanüstü hâdise-lere denilir. Lügat mânâsı ikram etmek demektir. Sâlih ve hakîki mü'minden tecellî edenin adı keramet, sâdık olmayanlarla fâsıklardan zuhûr eden harikalara istidrac denilir, sihir denilir. Kerâmet, şerîate bağlı kimselerin hâline has bir deyimdir. Her velîden zuhur eden kerâmet, bağlı bulunduğu peygamberin mucizesi sayılır.

Kerâmetin en üstünü, ibadete devam etmekte muvaffakiyet ve günahtan korunmaktaki titizliktir. Keramet iki kısımdır. Biri maddeye ve maddenin şekillerine ait olanıdır ki buna keramet-i kevniye veya keramet-i hissiye denir. İkincisi ise, Rabbânî ilim ve irfâna ait olanlardır ki sihir ve istidrac bu kerametlerin şeklinde olmaz. Buna kerameti maneviye tabir olunur. Velîler kerameti icabedince izhar ederler ve olur olmaz zamanda göstermekten kaçınırlar ki bu hâli utanacak bir şeyle müsavi görüp erkeğin hayız görmesine benzeterek (Hayz-ı ricâl) derler.

KERÎM : Kerem sâhibi, ihsün sâhibi, izzet ve şeref sâhibi ki Allah'ın sıfat ve Kur'an-ı Kerim'in adıdır. Kerem, başkalarına geniş ihsan eden, sebepsiz ve garazsız başkalarına vermektir, bağıştır. (Keremin aslı nefsin haramdan sakınması ve mâlik olduğu şeyi herkese vermesidir) diye de tarif edilmiştir.

KESRET : Çokluk demektir. Cenâb-ı Hakk'ın hadsiz hesapsız olan yaratıklarına verilen bir isimdir. Âlem maddesinde Kesret Âlemine Bkz.

KEVN : Hâdis yani sonradan var olan, varlığı bir başkasının varlığına bağlı bulunan varlıklar demek olup bütün kâinâtı ifade eder. İki kısım olup âlem-i gayb olanlar, sıfatlarla görünmeyen yaratıkları, âlem-i şehâdet olanlarla da göze görünüp bilinenleri anlatılmıştır.

KEVSER : Lügat olarak kıyâmete kadar gelecek olan Âl-i Resûl ile Allah ehli, iyilik ve hayırlar, bereket, çok hayır ve Kur'an, İslâm, hikmet ve cennet önünde bir havuz veya cennette bir ırmak, Ebter sözünün zıddıdır. Suyu kardan soğuk ve baldan tatlıdır. Havuzun sakîsi Hz. Âli Efendimiz olup bundan bir defa içen artık bir daha susamaz.

KILLET : Yokluk, maddî fakirlik, ihtiyaç içinde bunalma hâlidir. Tarîkat ehli, illet (dert), kıllet (yokluk) ve zillet (aşağılanma, hor ve hakir görünme)'ten birine veya tamamına mutlaka mübtelâ olur.

KUDÜM : Kademi yani ayağı ile gelme, teşrîf etme mânâsınadır. Büyükler hakkında kullanılır.

KURB : Yakınlık ve tâatli olma hâli mânâsındadır. Kulun Cenâb-ı Hakk'a yakın olma hâlidir. Aslında Cenâb-ı Hak saîd ve şakî herkese yakındır. Fakat nefsine uyan bu yakınlığı anlayamaz. Rûhuna uyan ise bu yakınlığı farz ve nâfileyle artırdıkça artırır ve Allah bu kulunun gören gözü, tutan eli olur. Kurb bu yakınlığın ifadesidir.

KUTB - KUTUB : Değirmen taşının üzerinde döndüğü demir mile denir ki, taşı çeviren, döndüren odur. Mânevi derecelerin en yükseğine ulaşan yerinde kullanılan bir tâbirdir. Her zaman Allah'ın nazargâhı olan zamanın biriciğidir. Cenâb-ı Hakk'ın esmâ ve sıfat tecellîlerinin tamamına mazhar olan, feyiz, tasarruf, ilim, zâhir ve bâtın onun kudretine tevdî edilmiştir. Evliyânın âmiri olan ve Kutub denilince kastedilen bu Kutbü'l-Aktab'dır. Vekîli Gavs-ı A'zam, üçüncü sıradaki ise Kutbü'l-İrşad'dır. Bunlardan başka daha çok kutublar vardır. Her tarîkatın da kutbu mevcuttur. 324.000 Evliyâdan ibaret ilâhî memuriyet devletinde kutub, her büyük teşkilâtın başkanı gibidir. Kutbü'l-Aktab'a ise, Hakîkat-ı Muhammediye, Ehadiyet-ül Ayn, İnsan-ı Kâmil gibi vasıflar verilmiş ve Cenâb-ı Hakk'ın seçilmişi ve Peygamberimizin halifesi de denilmiştir.


Yüklə 2,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   22




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin