Medh-i nakış nakkâşa râcîdir



Yüklə 2,73 Mb.
səhifə19/22
tarix27.10.2017
ölçüsü2,73 Mb.
#15821
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   22

Aslında, mürşîdin görevi, mürîdin can kulağına (Elestü bi Rabbiküm) hitabını işittirip, rûha (ahdi misakını) hatırlatmaktır. Bu hatırlayış ile fevkalâde güzel nağme taşıyan Allah'ın o eşsiz hitabını yeniden yaşamaya başlayan rûh irşad olup asliyetine kavuşur. Güzel sesden rûhun vecde gelmesinin sebebi budur.

SEYR : Mürşîdin emir ve rızasını kazanan ve fenâfişşeyh, fenâfirresul, Fenâfillah ve bekâbillah menzillerini aşarak Allah'ın sıfatlarına boyanan ve O'nun nûr perdelerinde ilerleyen sâlikin Cenâb-ı Hakk'ın isim, sıfat ve zât nûrlarında ilerleyerek vuslata ulaşıncaya kadar ki seyri, seferidir. Bu gidiş dört kısımdır: 1- Seyr-i ilallahdır. Bu sefer de vahdet yüzünden kesret perdelerinin kaldırılarak ağyar (yabancı, siva) dan sevginin kesilerek nefsin konakları geçilerek kâlbe ait makamların sonu olan (Ufuku Mübin) denilen yüksek durağa ulaşılır. Âyet meâli olarak, (Seyri ilallahı tamamlamak ellibin yıllık yoldur) denilmiştir. Seyri ilallah, beş latîfenin (kâlb, rûh, sır, hâfî ve ahfâ) aslına, arş ötesindeki asıl makamlarına çıkmasıdır. Aslında sülûk da budur. Fenâ burada olur. 2- Seyr-i fillâh : Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarına mâlik olup O'nun isimlerine ulaşarak kesret yüzünden vahdet perdelerinin kaldırıldığı ve vâhidiyet âleminin sonu olan (Ufuku âlâ)ya erişmektir. Seyri fillah, sâlikin mebde-i taayyünü olan ismin zıllından başlar (Seyri ilallah burada bitmişti) Allah'ın isim ve sıfatlarında ilerlemektir. Bekâ hâsıl olan seyr budur. 3- Seyr-i Maallah : Bu sefer, Aynü'l-Cem olan Hazreti Ehadiyet'teki nurlara boyanarak zâhir ve bâtının birleşmesi ve zıtların kaybolarak ikilik şüphelerinin yok olmasını temin eder. Burada ikilik kalkmazsa (Kâbe kavseyn), tamamiyle kalkarsa buna da (Ev edna) makamı denilir. Bu makam velâyet makamlarının sonu sayılmıştır. 4- Seyr-i Anillah : Cem makamından sonra tâliplerin kemâle ulaşması ve kendisine bağlanacakların irşadını yapabilmesi için (sekir) den (sahv) ve, (mahv) den yine (sahv) e, (Fenâ) dan tam (bekâ) ya, (Cem) den (Fark) a ulaşmaya denilmiştir. Böyle bir seyri ikmal eden zât, mükemmil olmuş tâlipleri de kemâle ulaştıracak hâle gelmiştir. Mürşîdler bunlardandır. (Sülûk maddesine de bakınız.)
SEVGİ : Sevmek, muhabbet, gönlün bir şeye meyli mânâlarına gelir. Sevginin derece ve mahiyeti, aşk ve muhabbet maddelerinde izah edilmiştir.

SIDK : Kavilde, fiilde, azimde, azme vefada, amelde ve dini makamlara ulaşmada olmak üzere altı ayrı mânâ-da kullanılır ki bu altı ayrı mânânın hepsini nefsinde toplayanlara Sıddîk denilir. Sıddîk nebilerin vasıflarındandır. (Onlara İbrahimi zikret, zira o sıddîk ve nebî idi) âyeti (Meryem Sûresi 41) bunun delilidir. (Ey Davud, tenhada bana sâdık olana, herkesin içinde de ben sâdık olurum) hadîs-i kudsîsi ile sadıkların vasfı ifade edilmiştir. Sofiyede, sadakat en yüksek hâldir. (Hak dururken halkı düşünmeyenler ihlâs sahibidir. Bu ihlâs ile nefsine hiçbir pay vermeyenler de sâdıklardır.) diye tarifi yapılmıştır. Sıdk, sadık ve sıddık kelimeleri, lügat olarak doğruluk kökünden gelir ki söz, iş ve ameliyle gizli ve açıkda doğru olan demektir. Zıddı kizb yani yalancılıktır.

SIFAT : Bir şeyin vasıflarını gösteren isim mânâsına gelir. Yani zâtın hallerinin ismi, Böyle olunca Cenâb-ı Hakk'ın şan ve vasıfları ile ilâhî hallerini gösteren isimlerinin her biri mâhiyet itibariyle birer sıfattır. (Büyük, güzel, kuvvetli, akıllı) gibi bir takım özellikleri bildirir. Sıfatın birçok kısımları vardır. Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları da uluhiyetinin icabına göre kısımlara ayrılmıştır. 1- Sıfât-ı Zâtiye, Cenâb-ı Hakk'ın zâtına ait olup zıddı düşünülemeyen sıfatlar böyledir. (İzzet, Kudret, Azamet, Bekâ, Hû) sıfatları bunlardandır. 2- Sıfât-ı Fiiliye : Cenâb-ı Hakk'ı ziddiyle vasfetmekde caiz olan sıfatlardır ki bunlar (Rıza, Rahmet, Gazap) gibi sıfatlardır. 3- Sıfât-ı Cemaliye ki lütuf ve rahmete ait olan sıfatlardır. (Rahim, Kerim, Gafur, Cemil) böyledir. 4- Sıfât-ı Celâliye : Kahra, izzet ve azamet gereğine ait olan (Celîl, Cebbâr, Kahhâr) gibi sıfatlar bunlardandır.

"Ey nûr-i aynım, ey cân-ı cânan

Çalış kemâle er durma bir an

Eğer büluğa ererse sübyan

Bilmesi lâzım sıfatı îmân

Allah, melekler, kitap, Resuller,

Ahret, Kader hak demeli insan

Evvel bu altı sıfata inan

Sakın birinde eyleme güman

Allah ki vardır, ezel, ebeddir

Zâtile kâim benzeri yok bir

İşte bu altı zâtî sıfattır

Bilmeye mecbur her ehli îman

Hakk'ın sübûti sıfâtı vardır

Sayısı anın bizce sekizdir

Hayât, ilim, semi, kudret, kelâmdır

Basar, irâde, tekvîni, imkân

Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarından bilinmesi gerekenler iki kısma ayrılmış ve bunlardan sıfatı zâtiye denilenleri altı tanedir.

1- Vücûd, (var olması)

2- Kıdem, (ezeliyet, evvelî olmamak)

3- Bekâ, (Ebedî, sonu olmamak)

4- Havâdise muhalefet, (Sonradan yaradılanlara benzememek, eşi, benzeri olmamak.)

5- Kıyam bi zâtihi, (Varlığı kendi zâtından olup hiçbir şeye muhtaç bulunmamak)

6- Vahdâniyet, (Bir ve benzersiz olmak, vahdet).

İkinci kısmı teşkil edenler de sıfât-ı sübûtiye ismini alır ki bunlar da sekizdir.

1- Hayât (Allah Hayy, diridir. Zâtına ait bir hayatı vardır)

2- İlim (Bilmek ve idrak etmektir. Her şeyi bilmesi)

3- İrâde (İrâde etmek, dilemektir. Her dileği yerine gelir)

4- Kudret (Herşeye gücü yetmek)

5- Semi' (İşitmek.. Allah'a ait herşeyi işitme hâli)

6- Basar (Görme... Herşeyi her zaman görmesi)

7- Kelâm (Konuşma... Harfsiz savtsız kelâm sahibi)

8- Tekvîn (Var etmek, yaratmak ona mahsustur).

Velî, bu sıfatlara bürünmüş olan ve bu sıfatların gereğini de Allah'ın kudreti ile gösteren Allah dostudur. (Allah insanı kendi sûretinde yarattı) hadîs-i şerîfi böylece mânâ kazanmaya başlamaktadır.

SIR veya SİR : Gizli, saklı, bilinmeyen veya aklın ermediği, gözün görmediği ilâhî ilim ve hikmetler manâsına kullanılan bir tabirdir. Böyle olunca latîfeleri çalışan ve bu vasıta ile herkesin yakınlık derecesine göre âşina olunan gayb âleminden lütfolunan hakîkatlara denir. Kâlb âlemi de gayb âleminden bir âlem olduğundan, onun detayı bulunan sır da letâif makamlarından gizli bir âlemdir. Gayb âlemlerinin görüntüsü, yani müşahede sır ile olur. Bu sır latîfesi ile anlaşılan tecellîlerdeki gizliliğe o makamlara gelince vâkıf olunur ki her makamda gizli hakîkatlere sır ile de isim verilmiştir. Hâl sırrı, ilim sırrı, hakîkat sırrı, kader sırrı, tecellî sırrı, Rubûbiyet sırrı gibi.

SİHR-İ HELÂLİ : Velîlere has keşif ve kerâmetle hâsıl olan bilgi veya tasarrufla yapılan işe denilen mecazi bir tâbirdir. Paşa Hazretlerince sık sık kullanılan bu tâbirle mürşîde has tasarruflar murad edilmiştir.

SİLSİLE-İ ŞERîF : Şerefli ve feyizli silsiledir. Her tarî-katın peygamberimizden son mürşîdine kadar olan bütün pirlerinin her birini altından bir zincir halkası şeklinde birbirine bağlı olan yekpare bir zinrcir olarak düşünürsek, bu altın zincirin baş halkası Resûl, son halkası da bizim mürşîdimiz olur ki bizi Cenâb-ı Hakk'a ulaştıracak bağ budur. İşte bu bağa eski tâbirle Silsiletü'z-zeheb de denilir. Bu altın zincirin son halkası olan mürşîdimiz manevi ve hakîkat babamız, onun mürşîdini de yine o hakîkate göre dedemiz sayarak ilâ-âhir peygamberimize ulaşırız ki o da rûhlarımızın atasıdır.

Silsile-i şerîfin tamamı, Küçük Silsile-i şerîf olarak saydıklarımızdır. Büyük silsile-i şerîf olarak Hatme (i Hace-gân) de okunanlar ise, Hâlidi Bağdâdî Hazretlerinin müceddid olarak yeterli bulup tesbit ettiklerinden ibarettir.

SÎMURG : Devlet kuşu veya Ankâ ile eş mânâda kullanılan efsanevi kuştur. Yumurtasını çok yükseklerde yumurtlayarak yere ininceye kadar gözünü bir an bile ondan ayırmayarak civcivin çıkmasına himmet etmesi sebebiyle mürşîdlere benzetilen kuştur.

SİVÂ - MÂSİVÂ : Gayr tâbirine eş olarak sâliki Cenâb-ı Hakk'a vuslattan ve ibadetten alıkoyan, meşgul eden şeyler demektir. Gönlü işgal eden herşey neticede sivâ ve gayrdır.

SOFİ : Kâlb safâsına ulaşan, gönlünü temizleyip tecellîye müsait bir hâle getiren kimse demektir. Sofi, sohbet bereketine ulaşarak Hakk'a vasıl olan ve tecellîyi zâta mazhar olan yüce Allah ehlinin kendileri hakkında kullandıkları bir ıstılâhdır. Sofi, evliyâullahın en seçkinleri olan mürşîd-i mükemmillerin bir diğer adıdır ki Paşa Hazretleri bunları (Tasavvuf Sahipleri) olarak da ifade ederdi.

SOHBET : Arkadaşlık demektir. Istılah olarak bir mür-şîdin müridlerine yaptığı konuşmanın adıdır ki aslı Resû-lullah Efendimizin Sahabe ile yaptığı sohbetten gelir. Mür-şîd, o peygamber sohbetini velâyet nûru ile cezbedip velâ-yet kemâli ile mürîde nakleden kimsedir. Sohbet rûhdan zuhur ettiğinden rûha karşı yapılır ve rûh sohbeti cezbederek zamanı gelince de o sohbeti dinleyenin ihtiyacına göre nakleder. Nakşî tarîkatında sohbet kemâlin yapıcısı ve tarîkatın rüknüdür, ana direğidir. Sohbet kâlbi safi ettiğinden sahabelerin yetişme usulü ve her kemâlin tohumudur. Sohbetsiz kemâl olsa bile pek çok desteğe muhtaç olur. Çile ve belâ yağmuru bu desteklerden bir bölümüdür. Mürşîd ile sohbet etmek mürîd için hizmet ile hakîkata ulaşır. Mürşîdin sohbetine mürîd hizmet ile mukabelede bulunmalıdır.

SUHUF : Sahifeler demektir. İstilahda Allah tarafından bazı peygamberlere vahyedilen ve bir kitap hacmine ulaşmayan ve 10-50 sahife arasında değişen yazılı ilâhî emirlerdir...

Suhuflardan on sahife Hz. Âdem'e, elli sahife Hz. Şit'e, otuz sahife Hz. İdrîs'e, on sahife Hz. İbrahim'e verilmiştir ki tamamı yüz sahifedir. Büyük kitaplara gelince, bunlardan ilki Hz. Mûsâ'ya inen Tevrat, ikincisi Hz. Dâvûd'a verilen Zebûr, üçüncüsü Hz. Îsâ'ya inen İncil olup günümüzde bunların üçünün de aslı kalmamış, insanlar vasıtasıyla kaleme alınan bir takım hayalî ve taklit kitaplar halinde uydurma nüshaları bulunmaktadır. Dördüncü ve sonucusu olan Kur'an-ı Kerim bizim Peygamberimize 23 sene içinde vahiy suretiyle nazîl olmuş ve yüzbinlerce sahabenin şahadeti ile hiçbir harfi değişmeden bize intikal etmiştir. Diğer kitapların asıl hükmü ile esas ıtrını da taşıyan Kur'an'ın kıyamete kadar muhafızı Allah'dır. Hükmü, İslamın aslıdır. Şerîatın temelidir. Onun hükmüne uyan ve bu hükmü isteyen gerçek mü'minlerdir. Zâhir, bâtın ve batne mânâlarından başka mânâlarının haddinin Cenâb-ı Hakk'ın azametinde tükendiğini Paşa Hazretleri ifade etmiştir. Ayrıca, kâmil insanın kâlbi de Kur'an'ı câmi'dir.

SÜLÛK : Bir yola girme, husûsi bir guruba katılma ve bir tarîkata girme mânâlarında kullanılır. Tasavvufî mânâ-sı ise, sefer etmek, belli bir yolda ilerlemektir. Seyr-i sülûk tabiri ile müşterek olarak kullanılır. Seyr-i sülûk, âfâki ve enfüsî olarak iki şekilde tahakkuk etmektedir. Dış ve iç seferler şeklinde de söylenen seyri sülûk, zevkî ve vicdânî olduğundan, ifadesi zor olan, beyana sığmayan bir keyfiyettir. Tarîkatın başından, ma'rifetin sonuna kadar yüz derece olduğu söylenmekte ve bunların -bir merdivene çıkma gibi- bu derecelerin her birini ikmal ederek menzil ve mertebeyi gerilerde bırakarak Cenâb-ı Hakk'ın zât yakınlığına ulaşmanın durakları olduğu kaydedilmektedir. Bu durakların başı Kocakarı îmanı, ortası ihlâs ile amel ve teslimiyet sonu da vuslattır. Bu durakların çoğu, alfabetik sırası içinde izah edilmiştir. Burada, bu yüz durağın on kısım içindeki sıralanışını tekrar etmekle yetiniyoruz.

1- Sülûkun başı (Yakaza, tevbe, inâbe, muhasebe, tefekkür, itisam, firar, halvet, uzlet ve riyâzet)

2- Sülûkun kapısı (Hüzün, havf, recâ, huşû, zühd, tak-vâ, verâ, tebeddül, ibadet ve ubûdiyet, hürriyet)

3- Sülûk muameleleri (Murâkabe, hürmet, ihlâs, tehzib, istikâmet, tevekkül, tefvîz, sika, teslim ve tasavvuf)

4- Ahlâkı marziyede (Hulûk, tevâzû, îsar, fütüvvet, sıdk, hayâ, şükür, sabır, rızâ ve imbisat)

5- Sülûk usulleri (Kasd, azim, irade ve mürîd, murad, edeb, yakîn, üns, zikir, fakr, gına)

6- Sülûk vâdîleri (İhsan, ilim, hikmet, basîret, firâset, sekinet, tumaninet, himmet, kurbet, bu'd)

7- Sülûk halleri (Muhabbet, aşk, şevk ve iştiyak, vecid ve tevâcüd, berk ve zevk, ataş, dehşet, hayret, kalak, gayret)

8- Sülûk vilâyetleri (Vilâyet, sır, gurbet, istiğrak, gaybet, vakit, safâ, sürur, telvin, tekvin)

9- Sülûk hakîkatları (Mükâşefe, müşâhede, tecellî, hayat, kabz, bast, sekr, sahv, fasl, vasl)

10- Sülûkun sonu (Ma'rifet, fenâ, bekâ, tahkik, telbis, vücud, tecrid, tefrid, Cem' ve Cem'ül Cem, tevhîd)

SÜNNET : Peygamberimizin işlediği, işleyiniz dediği veyahutta bir müslümanın işlediğini gördüğünde sükût ettiği şeylerdir.

"Bak hadîste dedi o Fahr-i Cihan

Sünnetimdir ümmete dârü'l-eman"

İmâm-ı Gazâli (Bizim bu ilmimiz kitap ve sünnetle kayıtlıdır) demiştir. İmâm-ı Şa'rânî İmâm-ı Şâzeli'den naklen diyor ki (Eğer keşif, kitap ve sünnete muhalif olursa keşfi terkedip kitap ve sünnetle amel etmek icab eder. Zira ismet şerîata mahsustur. Hususiyle şerîat terazisinde tartılmadıkça keşif ile amel caiz değildir, diye kavm (sofiye topluluğu) ittifak ettiler.) Bazı tasavvuf ehli tarîkatın aslını şu yedi şarta bağlamışlardır: 1- Kitaba sarılmak, 2- Sünnete uymak, 3- Helâl yemek, 4- Halka ezâ vermemek, 5- Yasaklardan kaçmak, 6- Tevbeye devam etmek, 7- Cenâb-ı Hakk'a ve kullara ait olan bütün hakları eda etmek...

Saîd-i Mağribî diyor ki : (Tasavvufun aslı, kitap ve sünnete uymak, bid'at ve nefsânî arzuları terk, büyükleri tâ-zim, bütün halka merhamet ve mazeretlerini kabul, virdlerine devam, rûhsat ve te'villeri terkdir. Bu yoldan ayrılanlar, (rical) makamından düşerler.)

SÜRÛR : Kulun içine ve dışına yayılan bir sevinçtir ki hüzün hâlini bırakmaz. Âşıkların sürûru, devlet ve izzete ve hatta keramet ve vilâyete bağlı değildir. Bu sürûr Allah'ın fazlu rahmeti iledir. Sürûr üç çeşittir: 1- Zevk sürû-rudur. Bu zevk bütün zâhiri ve bâtınî korkuları giderir. 2- Şuhud sürûrudur ki ilim perdelerinin açılmasıyla meydana gelen tecellîlerdir. Bu tecellîye mazhar olanlar, vehbî ilme kavuşur. 3- Sema'dan hâsıl olan sürûrdur. Bu sürûr vahşet eserlerini kaybedip müşâhede kapılarını açarak sâlikin rûhunu ferahlandırır.

ŞECER : Kelime mânâsı olarak ağaç demektir. Şecere olarak söylenince tek bir ağaç mânâsında bir ailenin kökünü gösteren cetvel, soy kütüğü demektir. Mecazen silsile-i şerîf mânâsında da kullanılır.

ŞEHVET : Nefsin bir şeye meyletmesi ve hazlardan bir şeyi arzu etmesi mânâsına kullanılan bir tabirdir. Lügat mânâsı da buna yakın olarak, bir şeyi sevip ziyade isteme, nefis, cinsî istek olarak gösterilmiştir.

(Günlerden bir gün nefis seni haz aldığın şeye davet eder ve ona muhalefete de yol olursa, sen gücün yettikçe ona muhalif ol. Zira, nefsin hevâsı ve arzusu düşman, bunun aksi de dosttur.) diye söylenmiştir. Cenâb-ı Allah (Nefsi hevâdan nehyetti) buyurulmuştur. Sana da hevayı ve günahı terk lâzım oldu.

Nakşî tarîkatı sâliki rûh yolu ile ilerlettiğinden nefse bağlı olan diğer şeyler gibi, şehvet hakkında da açık açık fazla bir söz edilmemiştir.

ŞEKK : Şüphe etmek demektir. İnanmak için, şüphenin bulunmaması, tereddütsüz ve kat'î olarak zihin ve gönlün kararlı olması lâzımdır. Şüphe îmânın zıddıdır. Mürşîde karşı olanı ise, teslimiyeti bertaraf eder. Reyb ve reybe olarak söylenen tabirler de şüphe ve şüphecilik olarak şekk sözünden daha fazla kuvvet ifade etmektedir. Muhabbet, sağlam îmanın ürünü, şüphe ise münafıklığın bir şubesidir. Şerîat îmanı gerektirir. İman ise tereddütsüz inanmaktır. Böyle olunca, şüphe olan yerde îman yoktur. İman olmayan yerde ise hiçbir mânevî hâl yoktur.

ŞERÎ'AT : Şer', kanun kelimesinin karşılığıdır. İlâhî kanunlar olarak da kullanılır. Şerîat ise, doğru yol, uyulması gereken usuller, Allah'ın emir ve yasaklarının tamamını kavrayan ve aslını Kur'an ve hadislerin teşkil ettiği kanunlar manzumesi demektir. (Edille-i Erba'a) veya (Usul-ü Erbaa) denilen ve kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha ile bilinen şer'î hükümlerin tamamına şerîat denilir. İlmî mânâsı ise (Kulluğa meylederek emir tutmak) şeklinde tarif edilip; Peygamberimizin amele ait olarak getirdiği ve dış âzâ ile işlenilmesi icabeden hükümler şeklinde de izahı yapılmıştır. İtikada, inanca ait hükümlere din adı verilmiştir. Şerîat su alınan yere (çeşme başı gibi) denir. Bedenin hayatına sebep olan su alınacak yere şerîat denildiği gibi, rûhun gıdası olan ve hayatının sebebi bulunan can kaynağına da şerîat denilmiştir. Şerîata, halkın kendisine itaatı bakımından din, halkın kendisinin etrafına (çeşme başı gibi) toplanması sebebiyle de millet dahi denilmiştir.

Şerîat, müslümanın iradesine tâbi olan gizli ve açık bütün hayatında tatbik etmesi zaruri olan ve Peygamber tarafından Allah'ın emir ve vahiyleri sûretinde alınan bir hükümler demetidir. Bu demetin emirlerine uyana (saîd), (ebrâr), (sâlih), (müttekî) gibi yüksek sıfatlar verildiği gibi, uymayanlara da (fâsık), (bâgi), (şakî), (şerir) gibi kötü ve alçak sıfatlar verilir. Şerîatın emrini yapmayanın emri tutulmaz. Ona uyulmaz. Şerîatın emrini yapan temiz ve sevab sahibi, tutmayan ise günahkâr, fâsık ve fâcir olur. Tarîkat ve maneviyat, şerîat zemini üzerinde durur. Bu zemin bozulunca, hiçbir şey kalmaz. Bunun için (Şerîatsız olan bir kimse havada uçsa bile hemen vur düşür; sinek ve haşarat ondan iyidir) demişlerdir. Mürîdin şerîatsızı yük ve azap, şerîatsız mürşîd ise zındıktır. Bu sebeple, (Tasavvufsuz şerîat fıska götürür, şerîatsız tasavvuf da zındıklığa götür) sözü meşhur olmuştur.

Şerîat üç kısımdır: İlim, amel ve ihlâs.. İlim ve amel ise ihlâsın kazanılmasını temin için âlet hükmündedir. İlim ve ameli zâhir âlimleri bildirirler. İhlâsı kazanmak için ise, şerîata uyup fiil ve ameli şerîat olmuş bir bâtın âlimi şarttır.

Şerîat dışına çıkan tarîkatların sonu ise, silinip ortadan kaybolmaktır. Nitekim, şerîattan yavaş yavaş ayrılarak neticede şerîat düşmanlığına saplanan Bektaşî tarîkatı ile, fıska meyletmesi sebebiyle şerîat dışına atılan Mevlevî tarîkatı, bugün tamamen tarîkat defterinden çizilmiştir. Nakşî tarîkatının dışındakiler, az çok bid'atlarla gölgelendiğinden, Mehdî Hazretleri, onların tamamını kaldırıp Nakşî tarîkatından başkasına izin vermeyecektir.

Mürîdin bütün ameli şerîat terazisinde tartılacak, ona uygun olan amel işlenecek, uygun olmayanlar da işlenmeyecektir. Yanılarak işlenen şerîatsız bir fiil olursa, tevbe ve nedametle birlikte bir haksızlık da varsa giderilip helâl-laşılacaktır.

Şerîatta ef'âli mükellefin denilen ve âkîl ve bâliğ olan müslümanın bilmesi gereken hususlar farz, vâcip, sünnet, müstehab, helal, mübah, mekrûh, haram, sahîh, müfsid ve bâtıl gibi kısımlara ayrılır. Dinimizin de dört kısım emri vardır ki bunlara uymak lâzımdır.

1- İnançta sıhhat - (Her hususta ehl-i sünnet itikadına uygun olmak)

2- Kasıtta sadakat - (Bütün ibadetlerde ihlâs ve doğruluk demektir)

3- Haddi muhafaza - (Din hudutlarını aşmayıp yasakların tümünden çekinmek)

4- Ahde ve'fa - (Bütün ilahi emirlere uymaktır)

(Nakşî tarîkatı, şerîat temelinde yükselen râbıta, sohbet ve hatme sütunları üzerinde kurulan benzersiz bir saraydır. Bu sarayın süsü de, muhabbet, ihlâs, edeb ve teslimiyet çiçekleridir.) Paşa Hazretlerinin sohbet ıtrından.

Şerîat ilminin çeşitleri, ilim maddesinde gösterilmiştir.

ŞEVK : Âşıkın kâlbinde bulunan ve ma'şûkunu görmenin heyecanı olan hâle şevk denilmiştir. (Şevk, velîlerin kâlbinde yakılan bir ateştir, mâsivâyı yakar), (Şevkin menşe-i muhabbet, muhabbetin meyvesi de şevktir) şeklinde vecizeler söylenmiştir. Sofiye nazarında, insanların meleklerden efdaliyeti şevkleri sebebine bağlanmıştır. Semâ, tegannî ve raks şevk ehline mahsus hallerdendir.

ŞEYH : Büyük ve yaşlı kimseye, bir topluluğun başkanına şeyh denilir. Zıddı olan gence de Şâb, Şâb-ı Emred derler. İlim ve sanattaki üstâd ve üstâza da şeyh denildiği gibi mürşîde de şeyh denilir. İnsanlar kitap okuyup ilim tahsil etmekle bir üstad ve mürşîde olan ihtiyaçtan kurtulamazlar. Mesnevî'de (Kur'an mürşîddir) sözünün, Kur'an mürşîde kavuşmaya vesîle olur, vasıta olur mânâsına kullanılınca ancak gerçeği ifade eder şeklinde anlaşılır ve anlatılırsa hakîkat ifade edilmiş olur, denilmektedir.

Mürşîd mânâsındaki şeyh, kendisinin intisab ettiği bir silsile ile Peygamberimize bağlı olan mürşîdi tarafından yetiştirilip kemâle ermiş ve kendisi de tâlib yetiştirmeye izin almış olan bir yüksek himmet ehlidir. Gizli ve tehlikeli bütün yollardan geçmiş ve bu sır âleminde kılavuz olmuştur. Müsait yaratılışta olanları da bu gizli yollardan tehlikeye uğratmadan geçirmek onun mukaddes vazifesidir. İlmi ile âmil olan bir Rabbânî âlim, yakınlık devletinde büyük bir mevki ve makam almış olan bir Allah dostu, yüce bir evliyâullahdır.

Velâyet devletinin büyük âmirleri olan şeyhler, nebî-lerin vârisi olarak halka Hak'dan haber veriler. Kâmil şeyh Peygamberin vekilidir. (Kuldur ama Allah'ın azamet ve kudreti onda tecellî etmiş, Allah'ın sıfatlarına boyanmıştır. Ona uyan Allah'a yakın olacaktır.) Paşa Hazretlerinin beyanından. Yine Paşa Hazretleri (Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır) hadîs-i şerîftir, sahihtir buyurmuştur. Bu hadîsi bütün büyük şeyhler tekrar etmiş, bütün makbul kitaplar zikretmiştir.

İmâm-ı Rabbâni Hazretleri (Şeyhlerin insanları Allah'a götürmek için, halleri, makamları, müşahedeleri, tecellî-leri, keşifleri, ilham ve rüya tabirlerini bilmesi lâzımdır.) buyurmuş ve (şeyhin (Pîr) doğru olup olmaması, onun yanında iken Allah'a bağlılığın çoğalması ile anlaşılır) demiştir.

ŞÜKÜR : Görülen iyiliğe karşı söz ve iş ile teşekkür etmek, memnuniyet göstermek demektir. Bir iyiliği methetmek de bir şükürdür. Zıddı küfrân-ı nimettir.

Allah'a şükür, âzâ ve kuvvây-ı malı ve canı niçin yaratıldıysa o tarafa doğru kullanmak mânâsınadır. Kâlble, lisanla ve âzâ ile yapılır. Kâlble yapılanı nimetin Allah'dan olduğunu bilerek Allah'a bağlanmak; lisanla olanı da, (Çok şükür elhamdülillah) demek ve âzâ ile olanı da her ibadeti ve hizmeti yapmaktır. (Aza şükretmeyen çoğa şükretmez, insanlara şükretmeyen de Allah'a şükretmiş olmaz) hadîsi şükrü ne güzel izah etmiştir. (Nimete şükür nimeti arttırır, nimeti inkâr da nimeti azaltır.) buyurulmuştur. Şükrün hakîkatı, bütün emirleri yapmak, bütün yasaklardan da kaçmaktır. (Nimetleri yerinde sarfetmek) de şükrün aslı olarak söylenmiştir.

Âlimlerin şükrü sözlerinde, ibadet edicilerin şükrü fiillerinde, irfan sahiplerinin şükrü ise her hallerinin doğruluğundadır.

TAKVÂ : Lügat mânâsı sakınmaktır. Yani zarar ve ziyandan korunmak mânâsınadır. (Allah'ın emirlerine riâyet ve yasaklarından çekinmek) şeklindeki tarifi de fıkıh lisanıdır. Allah'dan korkmak, haram ve şüpheli şeylerden sakınmak şeklinde de ifade edilmiş ve böyle bir hâle ittikâ, bu hâlin sahibine de müttakî denilmiştir. Müttakî, emin, itimada lâyık olan kimse demektir ki kendisinden kimseye zarar gelmez. Takvânın zıddı fısk, sahibi de fâsıktır. Takvâ âhiret azıklarının en iyisi olup her hayrı toplamıştır.

Takvâ üç kısımdır: 1- Sâhibini cehennemde ebedi kalmaktan koruyan ve avâmın takvâsı olan kelime-i tevhîdi söyleyip küfürden sakınmaktır. 2- Sahibini cehenneme girmeden muhafaza eden havassın takvâsıdır. İmanla birlikte büyük ve küçük günahlardan sakınmaktır. Şerîatta tanınan ve tekrar edilen takvâ budur. 3- Sahibinin cennetteki derecesini artıran ve cemâle, müşahedeye lâyık kılan takvâdır. Kâlbi mâsivâdan muhafaza etmekle kazanılır.

Takvâ pek nâdir ve çok kıymetli bir hazine, eşsiz bir cevher, çok hayır ve büyük bir feyiz, kutlu bir rızk ve büyük bir mülktür. Fazîlet ve Allah indindeki derece onunla belli olur. Müttakide üç haslet vardır: 1- Kötü işe sürüklememesi için fenâ dosttan ayrılıp kaçmıştır. 2- Diline yalan söz koymaz. 3- Harama düşme korkusundan helâl olanların bir kısmından da çekinir. Bu hâl ise, verâ tâbiri ile yakın bir alâka demektir.

TARÎK - TARÎKAT : Yol demektir. Tutulan, uyulan yol, bir mürşîdin usûlüne uyup onun manevi yoluna girerek Allah'a ulaşma azminin adıdır. (Turuk) tarîkatlar demek olup tarikin çoğuludur. (Turuk-u âliye) şeklinde yüksek tarî-katlar mânâsında kullanılır. Paşa Hazretlerinin (Tarîkat hem farz, hem vacip hem de sünnet-i müekkededir. Ce-nâb-ı Hakk'ın Habibine emridir. Habîbi de Sahabe Efendilerimize emir buyurmuş onları bu yolda yetiştirip irşad etmiştir.) şeklindeki sohbetleri mâlumdur. Peygamberimiz ilk defa hicret esnasında saklandıkları mağarada Hz. Ebubekir Sıddık'a gizli zikri ve rûhani tarîkatı emir buyurmuştur. Hz. Ömer ve Hz. Osman'a da ayrı ayrı zikirler ve usuller tarif ve telkin edilmiş ise de, onlar, hilâfetlerinde ken-dilerine emredilen tarîkatların zorluğundan bunları değil Hz. Ebûbekir'in yolunu tâ'lim edip onun usulü ile irşadda bulunmuşlardır. Bu sebeple de Hz. Faruk ve Hz. Zinnû-reyn'in tarîkatları devam etmemiştir. Hz. Ali Efendimiz halife olunca, kendisinden önceki halifelere uyanları Hz. Ebubekir yolundan irşad etmiş, yeniden kendisine bağlananlara da, kendine emredilen usul ve yolda yani cehrî zikir ve nefsani usulde hizmet emir buyurmuştur. Kuruluşları askerî sistemde olan rûhani tarîkatlar dört veya beş ana kolla devam etmiş, kuruluşu mülkî sisteme uygun bulunan nefsani tarîkatler ise yedi veya bir rivayette sekiz kolla ilerlemiştir. İnsanların zevk, anlayış ve mizaçlarına göre hizmet ve ilerlemelerinde kolaylık olması hikmetinden, rûha-ni ve nefsani tarîkatların tamamı, oniki imamın kadem ve mizacına uygun olarak oniki çeşit olarak lütfedilmiştir. Bu oniki çeşit tarîkatın kendilerine nisbet edildiği oniki imama -ıstılahda- Pîr denilmiş, sonradan pîr tabiri her mürşîd için kullanılmıştır. Rûhani tarîkatların netice irşadı Nakşî tariki usulünden, nefsani tarîkatların irşadı da Kâdiri tarîkatının usulünden yapıldığından, aslında iki tarîkat var demektir.


Yüklə 2,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   22




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin