FELEK : Gök, gök tabakaları, devir, talih ve baht, büyük ve dâirevî olan şey, her gök küresinin gezdiğ yer ve dünya mânâlarına kullanılır. Felek-i a'zam, Felekü'l-eflâk, Felek-i Kürsî, Felek-i Atlas, Felek-î Âfitab (Güneş) Felek-i hava vs.
FENÂ : Yok olmak, yokluk, geçici dünya, ölümlü eşya ve mahlûkata denir. Tasavvufta ise; eşyanın nazardan silinmesi, göz, kâlp ve gönülden atılması demektir, terktir.
Kulun kendi nefsinden ve kendisine nisbet edilen şeylerden teberrî (ayrılması) etmesidir ki sonu Fenâfillahtır. (İhyâ'u Ulûmi'd-din'de) taharetin dört mertebesi vardır. 1- Zâhir bedeni hakiki ve hükmî pisliklerden, 2- A'zâyı küçük ve büyük günahlardan, 3- Kâlbi kötü huylardan, 4- Sır ve rûhu Allah'dan başka ne varsa onlardan temizleyip boşaltmaktır deniliyor ki Fenâfillah da budur. Fenâ ve bekâ mertebelerine gelemeyip en âşıkların, vuslata mâni olan manevi kirlerden rûhlarını göz yaşı ve ciğer kanı ile temizle-meleri icabeder. (Kim ki aşk ve muhabbet çeşmesinden abdest almaz ve bütün eşyayı ölü hükmünde bilip de üzerinde -dünya, ukba, varlık, terki terkeden ibaret olan- dört tekbir ile namaz kılmazsa, onun can yüzü hakîki kıbleye dönmüş olmaz) şeklinde sofiye teşbihi olarak fenâ ve be-kâ ifade edilmiştir.
Tevbe-i nasûh'un şartı olan fenâ-ı muhalefet (şerîate zıt şeyleri bırakma) zühdün şartı olan hazları terk (fenâ-i huzuz), sıdk u muhabbetin şartı olan fenâ-i huzûz-u dâ-reyn (dünya ve âhiret istekleri) sekrin (bîhûdîlik, aşk sarhoşu) neticesi olan gaybet mânâsına gelir ki üç kısımdır:
1- Fenâ-i ef'âl (Fiillerinde fâni, Allah'dan başka fâil yoktur der), 2- Sıfat fenâsıdır ki, hayat, ilim, kudret, sem' (işitmek) basar (görme), irâde ve kelâm sıfatlarında yok olmaktır. Sâlik bundan başkalarını görmez, 3- Fenâ-i zât'tır ki, Allah'dan başka mevcut yoktur der.
Bir başka açıdan da fenâ dört kısımdır:
1- Fenâ-i halk ki, yaratıklardan birşey beklemez ve korkmaz, 2- Fenâ-i hevâ ki kâlbde mâsivâ emeli kalmamasıdır, 3- Fenâ-i irâde ki irade sıfatının gitmesidir, 4- Fenâ-i akıldır ki, sıfat-ı ilâhîye'nin tecellîsidir. Fenânın lâzımı, hemen takipçisi olan bekâ da fenânın isimleri ile söylenir. Ve fenâ ne kadarsa bekâsı da ona göre olur.
Fakr veya yokluk, mevhum olan varlıktan geçmek olduğuna göre, işini Allah'ın işinde, sıfatlarını Allah'ın sıfatlarında, zâtını da Allah'ın zâtında yok eden kimse, Allah'ın iş, sıfat ve zâtıyla bekâya ulaşır ve böylece (Fakr tamamlanınca Allah kalır) hadîs-i şerîfi tahakkuk etmiş olur.
(Fenânın başlangıcı muhabbet ve sonu da vuslattır. Muhabbetle yürüyen mürîd, önce fenâfi'l-ihvan olup ihvanları sevip onların hüsn-ü teveccühünü kazanır. Hizmetini artırdıkça muhabbet ve gayretini artırırlar ve fenâfi'ş-şeyh âlemine ulaştırırlar. Bu âlemde makbul olursa Fenâfi'r-re-sul âlemine naklolunur ki aşk âlemidir burası. Sâlikin, bu âlemlerde garkolurken her işi zâhir ve bâtında şeyhi ve Resûlullah Efendimizin kuvvet-i kudsiyesi ile yapılır. Re-sûlullah Efendimize makbul olanı ise bizzât Risaletpenah Efendimiz Cenâb-ı Hakk'ın zâtına teslim eder ki bu da Fe-nâfillahdır. Buradaki zâtın her umuru Cenâb-ı Hakk'ın zâ-tına tevdi edilmiştir.) (Paşa Hz. nin sohbetlerinden.)
Fenâ, kâlbin mâsivâyı unutması, ölmeden evvel ölmektir ki, Peygamberimiz üç defa ölmeyi (üç fenâyı) emretmiştir. Fenâ hâsıl olmadan Cenâb-ı Hakk'a vüsul hasıl olmaz ve zât-ı ilâhî'den birşey anlaşılamaz. Fenâ, sâlikin yetiştirici (Rabbi) olan ilâhî isimde yok olmasıdır ki velâ-yetin ilk basamağıdır.
Fenâ-i kâlbiden sonra fenâ-i nefs hâsıl olur. Daha sonra da itmi'nan hâsıl olur ki hakiki islâm meydana gelip sadra yerleşir. Fenâdan önce on makamı çalışarak geçmek lâzımdır. Bunlar tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, zikr, teveccüh, sabr, murakabe ve rıza'dır. Bunların yerleşmesinden sonra hâsıl olan fenâ devleti, Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve keremidir. Fenâdan sonra karar eden bekâ ile velâyet hâsıl olmuştur.
FEYİZ : Âlemlerin, Allah'ın tedricî (usul usul), fakat devamlı bir sûrette nüzul (iniş) tarzı ile ve başka bir mevcudu meydana getirmek hassasına mâlik olarak tekamülüne ve bunun ilâhî nazar altında devamı mânâsında bir tâbirdir. Taşıp akmak ve çoğalmak, bereketlenmek mânâlarını taşır. Feyz-i ilâhî, Feyz-i Rabbâni, Feyz-i aşk, Feyz-i muhabbet, Füyûzât tâbirleriyle söylenir.
Tasavvufta insan kâlbine, sır ve gönlüne ilâhî bir ilkâ (koyma) olup maneviyat bedeninin gıdasıdır. (Feyiz Ce-nâb-ı Haktan ayrılınca, mutlaka mahalline girip dolacaktır. Zaman ilerleyip mürîdlerin gönülleri zayıflayınca, çıktığı gibi gelen feyiz mürîdanı bîhûdîliğe düşürdüğünden, Abdülhâlık Gücdüvâni Efendimiz:
- Ya Resûlallah mürîdan, sizin râbıtanıza tâkat, tahammül edemiyor ne emir buyurursunuz? deyince:
- (Kendinize râbıta ettirin) fermanı çıkmış ve böylece mürşîdlere râbıta eden mürîdan da -mürşîdleri fazla feyze seddolduğundan-bîhûdîlikten fâriğ olmuşlardır.) (Paşa Hazretleri)
(Mürşîd-i kâmil mürîdi feyiz beşiğine koyar, sır memesinden günde bir defa ona süt verir. Fenâfillah makamına kadar sabi (çocuk) olan mürîd, mânen mesul değildir.) (Paşa Hz.)
FİKİR : Akıl maddesine bakınız.
FİRÂSET : Tasavvufta, yakînin açıklanması ve gaybın görünmesi diye tarif edilmiştir. Görüş ve anlayışta dikkatle nazar edip doğruyu bulmaktır. Seziş kabiliyetini ifade eder. Allah bu seziş hissini velîlerin kâlbine sokarak onunla bazı insanların hallerini kendilerine gösterir. (Mü'minin firasetinden çekininiz, zira o, Allah'ın nuriyle nazar eder.) hadîs-i şerîfi bu sezişe işarettir.
Ferâseti birdenbire kâlbe inen ve mukabil şüpheleri kaldıran bir itmi'nan (emniyetli hâl) hissi olarak da tarif ediyorlar. Bu duygu, bir anda kâlbi doldurarak ona hükmeder. Ferâset îman kuvvetinden doğar. İmanı kuvvetli olanın firâseti de o nisbette sert ve keskin olur.
(Firâset nûru ile nazar eden kimse Hakk'ın nuruyla nazar ediyor demektir ki bu nazar yanlışlık ve karışıklıktan uzaktır.) Hak nûru ile nazardan maksat, Allah'ın kuluna lütfettiği basiret nûrudur.
FÜTÜVVET : Başkasına yardım etmek mânâsına gelir ve (iyi ahlâk ve nimetin belirtisidir) diye tarif edilmiştir. Sâdıkların ayıplarını örtmek, düşmanlarının şamatalarını susturmak da fütüvvet icabıdır. Mü'min kardeşine yardım edip hizmet edene Allah'ın yardım edeceği şüphesizdir.
Fütüvvetin aslı nefsânî hazlardan ayrılmak ve Hakk'a yönelmektir ki Feta namını alan Hz. İbrahim'in sıfatıdır ve zâhir putlarını kırmıştır. İnsanların içindeki (nefs ü hevâ, şeytan, dünyalığa meyil ve nefsânî hazlar)dan ibaret beş putu kırmak lâzımdır. Peygamberlerin lisanından gelen şerîat ilmini hevâ ve hevesle aklî delillere tercih etmek de fütüvvettir. Üç derecesi sayılmıştır.
1- Nefsini başkasıdan üstün görmemek,
2- Halkın yaptığı cefâyı unutup husûmeti terk,
3- Uzaklaşana yaklaşıp, cefâ edene ikramdır.
Fütüvvetin en yüksek tecellîsi, ceza gününde (âhiret) Peygamberler bile (nefsî, nefsî) derken Peygamber Efendimizin şefaatçi olmasıdır.
GAYB : Hakk'ı görmeye mâni olan şeyler hakkında kullanılan bir tabirdir. Kelime mânâsı gözden saklı olan, görülüp bilinemeyen şeyler, haller demektir.
Bilinip görülmemesi sebebiyle zât sırrına da gayb denilir. Gaybın tecellîleri âriflerin kâlbine imdat için peşpeşe gelir. Tecellî Kâbız isminden ise ârife haşyet (dehşete düşme) ve rehbet (korkma), Basît isminden ise, ümit ve istek hâsıl olur. Gayb çeşmelerinin yağmuru gibi, âlem-i gaybdan sırlar akar ve keşif ve hârikaları meydana getirir.
Gayb-i zâtî tabiri ile Cenâb-ı Hak veya mecazen mür-şîd kastolunur.
GAYR : Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve vuslattan alıkoyup meşgul eden şeylere denir ki sivâ sözü ile eş anlamdadır. Mâsivâ (Allah'dan başka herşey) sevgisini terketmek Kavm (tasavvuf yolcuları) üzerine farzdır denilmiştir. (Senin şimdiye kadar ki dostların hakîkatta düşmanlardır. Zira seni Allah'dan meşgul ederler. Senin gibi ten ehli olan dostların, ten rahatlığına batıp tenbelleşmişlerdir. Kim ki âşık değildir, o ten besleyicidir; onun canı öküz ve merkepteki candır.)
GAYRET : İlâhî sıfatlardandır. Hadîs-i şerîfte (Saad gayretlidir, ben Saad'dan daha gayretliyim, Cenâb-ı Hak da benden gayretlidir. Gayretinin kemâlinden zâhir ve bâ-tındaki bütün kötülükleri haram kıldı) buyurulmuştur. Gayret iki kısımdır. Biri, nefsler üzerinde beşeri gayret, öbürü de kâlbler üzerindeki ilâhî gayrettir.
GAVS : Yardım edici, medet verici, dalgıçlık, bir meselenin hakîkatına vâkıf olup derinliğine bilgi sahibi olmak, yapılması gereken işe gayret ile girmek gibi mânâlar taşır. (Evliyâullahın tamamının başı Resûlullah Efendimizin halîfesi ve Cenâb-ı Hakk'ın kutuplarının kutbu, başkanı Kutbü'l-Aktab'dır. Kutbü'l-Aktab'ın yardımcısı ve ilk ve ön vekîli de Gavsı Azam'dır. Gavsı Azam'dan sonraki büyük Evliyâullah ise Kutbü'l-İrşâd'dır. Bizim Pîrler en azından Kutbü'l-İrşad'dır. Ekseriyyetle Kutbü'l-İrşad ile Gavsü'l-Azamlık makamlarının ikisini, sık sıkda Kutbü'l-Ak-tab, Gavs-ı A'zam ve Kutbü'l-İrşadlık makamlarının üçünü bir elde derûhte ederler. Böylece bu üç azim makamı uhdesinde toplayan (Müceddid) olur. (Paşa Hazretlerinin sohbetlerinden.)
Gavs-ı A'zam'dan ayrı her tarîkatın kendine mahsus tarîkat gavsı bulunduğu da aynı büyüğün sohbetlerinde ifade edilmiştir.
Zamanın gavsı denilerek, Evliyânın başkanı, en büyük âmiri kasdolunduğu vakidir.
"Dede Paşa'dır mahlâsı
Cemî'-i evliyâ hâsı
İrşâd etmiştir çok nâsı
O idi zamanın gavsı"
GINÂ : Zenginlik. Ganî ism-i şerîfi, hiçbir şeye ihtiyaç duymayan ve herşeye mâlik olan Allah'ın sıfatıdır. Zenginlik, tok gözlülük demek olan gına da, Allah'ın bu isminin gölgesi, aksidir. Bir hadîs-i şerîfte (Zenginlik mal çokluğundan değil gönlün zenginliğidir) buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerim'de şükreden zenginlerle sabreden fakirlerin her ikisi de methedilmiştir. Hz. Ali R.A. (Fakirlik ve zenginlik iki binittir, hangisine binsem kayırmam) demiştir.
Allah, ihtiyaç hallerinde fakir ve çaresizlerle muhtaçları kendi nefislerine tercih eden kullarına müjdeler ihsan etmiştir. Cömertlik, çok yüksek bir meleke olarak zenginlere süs olmaya lâyıktır. (Hasis ve cimriye bakmanın kâlbe darlık verdiği tecrübe ile sabittir) denilmiştir. Zenginliğine rağmen cimrilik yapana yazıklar olsun. Zenginlerin alçak gönüllü, fakirlerin ise onurlu olması gerekir.
Kanaat, zenginliğin aslı ve ıtrıdır. Hırs ise ne kötüdür. (Her bir hırs sahibi fakir ve her kanaat sahibi de zengindir) sözü meşhurdur. Zenginlik zühd ve takvâya mâni değildir. Eshab-ı Kiram ekseriyetle zâhid oldukları halde bir kısmı zengin idi. Hz. İbrahim, Hz. Süleyman, Hz. Yûsuf a.s. Peygamber oldukları halde zengin ve son ikisi saltanat ve devlet sahibi idiler. İş budur ki; zengin, fakir, devletli veya kalender, zâhir veya bâtında Hakk'a âgâh olunsun. Bunun dışında, mahviyeti kastetmeden fakir olmayı tavsiye edenler, muhatabın mürşîdi değilse, sözünün bir değeri yoktur.
GÖNÜL : Kâlb ve rûhun bir hâli, temiz ve saf şekli mânâsına kullanılır. Tasavvufta ise, insan maneviyatı, dünya ve kötülüğe meylederse buna nefis, Hakk'a ve Hakk'ın tavsiye ettiği iyiliğe meylederse buna da gönül denilmiştir. Gönül, Allah yapısıdır. Çünkü harap olmuş olan o nefis yıkıntıları üzerine Allah'ın gösterdiği malzemelerle, Peygamber akıl ve tedbiriyle amelinden, melek ilham ve yardımının beden hizmet ve gayretiyle meydana gelmiş-tir. Hakk'a engel olacak her fikir, hatıra ve malzeme buradan çıkarılmış ve her kötülük, kir ve pislik atılarak Allah'ın memnun ve razı olacağı, hoşlanacağı temizlikle süslenip döşenmiş olan bu (Kâbe) ye Allah'ın davet edilmesi için gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Allah'ın mülkü Allah'a lâyık hâle getirilmiştir. Bu sebeple gönül, hakiki kâbedir. Zira, Allah buraya tecellî edecektir. Âdem atamıza meleklerin secde etmesinin sebebi, bu gönül kâbesi dolayısıyladır. (Kâbe bina-i Halil'dir sendedir beyt-i Celil) mısraı ile Sâlih Baba bu hakîkatı ifade etmiştir.
GÜL : Pek çok renk ve çeşidi olan mâlum çiçektir. Gonca gül, taze gül (gül-ter), kırmızı gül (gül-i rânâ), (Gül-i hamra)gibi tabirlerle güzellik, nefaset, hoş koku ve tazelikle birlikte mânevî güzellikleri ifade için kullanılır. Kırmızı gül Peygamberimizi ve O'nun mübarek ve hoş kokusu için söylenir. Peygamberimizin menekşe kokusu kullandığı ve mübarek vücudunun ve terinin gül gibi koktuğu sahîh rivayetlerle sabittir. Fâtıma validemizin de beyaz güle benzetildiği mâlumdur. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in de kırmızı ve beyaz gül şeklinde ifade edildiği olur.
Tasavvufta ise gül, ya Peygamber Efendimizi yahut da mürşîd-i kâmili ifade eder. Rüyası da bunlara tabir edilir.
(Gül gibi serapa renk ve kokudan ibaretsin) diyor Hâfız-ı Şîrâzî
Gülzar, Gülistan vs. de daima mürîde teşbih olan bülbülle birlikte söylenir ve tarîkatı, maneviyatı ifade eder.
GÜNEŞ : Mâneviyatta Cenâb-ı Hakk'a teşbih edilir. Güneş olmasa her bir şey yok demektir. Ay ise Peygamber Efendimizle mürşîdlere teşbihtir. Mâh, mehbedr, bedray, dolunay gibi değişik isimlerle anılır. Güneşin nûrunu tahammül edilecek şekilde ve latîf bir sûrette aksettirmesi de ay'ı mürşîd ve nebîlere maddî yönden de benzetmiştir. Onun için (Râbıta-i Nakş-î Hayâlî) de Sâlih Baba Bedray'ı seçmiştir ki biz de ayın ondördü gibi ışıklı olan mübarek yüze râbıta ediyoruz.
HÂDİM : Hizmet eden, hizmetçi mânâsınadır. (Halka hizmet eden halkın efendisidir) hadîs-i şerîfi hizmetin kadrini ifadeye yeter. (Hâdim-i Dergâh-ı Hz. Sâmi) Hz. Pîr Beşîri'l-Erzincâni'nin sıfatıdır ki kırkbeş yıl gece gündüz, yaz ve kış dergâha hizmet etmiştir. (-Baba himmet, diyen oğluna şeyh efendi: - Oğlum hizmet), diye cevap vermiştir. (Hizmet Allah içindir) ifadesi, Paşa Hz. nin kelâmı kibarıdır. Hâdimü'l-fukara mürşîdlere denir ki, işi gücü dervişlerin hizmetidir. (Mürîdin iş ve edebi hizmettir) denilmiştir. Paşa Hazretleri o yüksek kemâli ve en güzel ve hoş gülleri bitiren hâlis toprağa benzeyen misilsiz mahviyeti ile (Altmış senedir sahra'yı melâmetteyim) buyurmuş, bu ifadesinden (Altmış senedir lâyıkıyla hizmet yapamadım) demek isteyen bir üzüntüyü ifadeye çalıştığı düşünülürse, yetmişbeş yıldan az olmayan uzun bir zamanın tamamında malı, canı ve hizmeti ile misilsiz bir hizmet örneği verdiği halde, bu eşsiz hizmeti bile az gördüğü anlaşılabilir. Şâh-ı Nakşîbend Efendimiz kırk yıl, Hz. Pîri Sânî Efendimiz de kırkbeş yıl hizmette bulunmuşlardır.
HAFÎ : Kâlb mertebelerinin dördüncüsüdür ki, gizli, daha fazla gizli demektir. Letâif makamlarının biridir ki sâlik tecellî-yi mânevîyi hafîsinden görür.
HAKK : Cenâb-ı Hakk'ın zâtı, Vacibü'l-vücut, varlığı daimi ve sabit olan demektir. Varlığı hiç değişmeden duran zât-ı ilâhî'nin ismidir. İnkârı mümkün olmayan her şey Haktır. Bâtıl bunun zıddıdır. Herkesin meşrû olan selâ-hiyetine, iktidarına, mâlikiyetine de hak denilir ki bunun çoğulu hukuktur. Her hakkın karşılığında bir vazife vardır. Hakk'a kuvvet galip gelemez. Tasavvufta Hakk, Cenâb-ı Hakk'a râcidir.
HAKÎKAT : Dörde ayrılan mertebelerden üçüncüsüdür. Bunlar şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifettir. Bunlardan birincisi avama mahsustur ki beden içindir. İkincisi, ha-vâssa aittir ki kâlb içindir. Üçüncüsü havassü'l-hasa aittir ki rûh içindir. Sonuncusu ise ehassü'l-havassü'l-hasa mahsustur ki Hak içindir. Lügatte bir şeyin aslı ve esasına, doğru ve gerçek olana denir. Hakâik ve hakâyık, hakîkat kelimesinin çoğuludur. Hakîkat hâli ile vasıflananlara hakîkat ehli denir ki tasavvufta kulun kendisinin fâil-i hakiki olmayıp ancak Hak Tealâ olduğunu kesin olarak bilmesi ve kendi beşerî sıfatlarından soyulup ilâhî sıfatlarla sıfatlanmasıdır. (Rûhsatları bırakıp azimetle amel etmek hakîkatın anahtarıdır) denilmiştir. (Tarîkat, tavrı hareketim; marifet, sermayem; hakîkat hâlimin ölçüsüdür) denildiğine göre, hakîkat, şeriatın semeresi ve belki de kendisidir. Rûhla ceset ve sütle kaymak bunun misalleridir.
HAKKE'L-YAKÎN : Kulun Hak'da fenâsı ve Hak ile ilmen, şuhuden ve kâlen bekâsı yerinde kullanılan bir tabirdir. Yalnız ilmen bekâsı Hakke'l-yakîn olmaz. Her akıllının ölümü bilmesi ilme'l-yakîndır. Melâikeyi müşahedeye başlayınca (gaybe âşina olunca) Ayne'l-yakîn, ölümü, fenâyı tadınca da Hakke'l-yakîn hâsıl olur. Bazıları (ilmi yakîn; zahir şerîattır); Ayne'l-yakîn şerîatte ihlâstır. Hakke'l-ya-kîn, şerîatta hakîkati müşahededir) demişlerdir.
HÂL : İçinde bulunulan zamana ve değişmeye, bir şekilden başka şekle dönmeye denir.
Sofiye lisanında ise, çalışmadan ve riyasız olarak kâl-be dolan mânâ, cezbe, baygınlık, coşkunluk gibi mânevi keyfiyetlere denilir. Hâl ile makam arasında fark vardır. Hâl kulun dahli ve kastı olmaksızın meydana gelen, Allah vergisi olan; makam ise çalışılarak elde edilen şeye denilir. Makam sahibi makamında değişmeden durur, hâl sahibi ise hâlinde değişik ve renkten renge giricidir. Keşif ve ihsandaki değişikliklere (hâli reka) genişlik, bolluk, hâli, mü-câhede ve cezâ makamlarındaki değişikliklere ise şiddet hâli denilir.
HALVET : Yalnızlık, tek başına bir yere çekilme, tenhada oturma mânâlarına gelir. Tasavvufta, kâlbi bâtıl itikatlardan boşaltmak mânâsınadır. Hadîs-i Kutsîde (Ey Davud, benim için bir ev boşalt ki ben orada olayım) buyurulmuştur. Kaşanî: Sülûkun hakîkati; kâlbi ağyâr düşüncesinden (mâsiva) boşaltmaktır. Bu da beş duygu kapılarını boşaltmakla olur, demiştir.
Şeyhin emir ve tensibi ile mürîdin dar ve loş bir yere çekilip ibadet ve riyazetle uğraşması demektir ki, ekseriya kırk gün sürdüğü için (erbaîn), meşakkatli olduğundan çile, Hakk'a yaklaştırdığından veya Hakk'a ulaştırdığından, Seyr-i Sülûk da denilmiştir. Bunlarla eş anlamlıdır.
HALVET DER ENCÜMEN : Nakşî tarîkinin onbir kâ-idesinden biri olup, topluluk içinde oturduğu halde, gönlünü Hakk'a bağlayıp zâhirini halka vermektir. Yani uzlet ve halvet hallerine bâtında ulaşmaktır. Topluluk içinde iken bile yalnız olma, gönlü halvette tutma demektir. (Zâhiri halk, bâtını da Hak ile meşgul etme) diye de tarifi yapılmıştır.
HAMD : Nimet mukabilinde Cenâb-ı Hakk'ı senâ yani şânına yakışan şekilde öğmektir ki Kur'an'ın başı, Seb'ül -Mesâni denilen Fâtiha Sûresi'nde beyan edildiği gibi, Elhamdülillah demektir. Elhamdülillah demek hamdetmenin en güzelidir. Hamd, lisanla öğmek, kâlble sevmek, beden ve âzâ ile hizmet etmektir. Hadîs-i şerîfte (Hamd şükrün başıdır) (Allah'a hamdetmeyen şükretmiş olmaz) (Zikrin efdali Allah'a hamddir) (Nimete hamdetmek o nimeti zevalden korur) (Cennete davet edilenlerin evveli her hâlinde Cenâb-ı Hakk'a hamdedenlerdir) buyrulmuştur.
Şükür ise, Allah'ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmak ve elhamdülillah demektir.
HAMSE-İ ÂL-İ ABÂ : Bkz. Âl-i Resûl (Hams) beş demektir. Abâ altındaki beş kişi demektir.
HÂNİKÂH : Tekke mânâsına gelen Farsça Han-gâh'dan. Büyük tekke demektir. Küçüğüne zâviye, vasatına da dergâh denilir.
HAŞYET : Dehşete düşmek demektir ki ilâhî tecellîye ilk defa mazhar olanların tabiî hâlidir. (Cenâb-ı Hakk'ın kullarından ancak âlimler kendisinden haşyet eder) âyet-i kerîmesine göre, âlimlerin amelinin şartıdır.
Haşyet bazan gelecekteki sevimsiz bir iş korkusundan, bazan da Cenâb-ı Hakk'ın azametini marifetle olur. Bunlara rehbet ve haşyet de denilir. Azâba lâyık olacak şeyleri terkedene korku sahibi denilir. Korku üç kısımdır. 1- İmanın şartı olan korku, 2- İlim icabı olan korku, 3- Marifet sahiplerine has ve heybet şeklindeki korkudur. Hira dönüşü, Cebrail A.S.ı ilk defa görünce, Peygamberimizin korkusu, şüphesiz haşyettir.
HÂTIR-HAVÂTIR : Kâlbe gelen ve hitap nevinden olan şeye denir. Bir şey kâlbe gelir de derhal geçerse (Hacis), biraz durur da geçerse (Vacis), fazlaca durursa (Hâ-tır), kâlpte devamlı dururda geçmezse (Fikr) adını alır. Kâlbe gelen hatıralar dört kısımdır: 1- Hâtır-ı ilâhî'dir ki, velîlerin kâlbine gelen ilmi ilham mânâsınadır. 2- Hâtır-ı melektir. Bunun eseri, taatlara teşvik ve yasaklardan sakındırmaktır. 3- Hâtır-ı şeytanîdir ki günaha davet ettiği için Eûzü Besmele çekip istiğfar gerekir. 4- Hâtır-ı nefstir. Bu da bâtında nefsin yasaklardan istediğine çekme hareketidir. Bu hâtıratın en kuvvetlisidir. Nefis, arzusundan hiç vazgeçmeden devamlı surette iğva eder. Şeytan ise gelince yaptıramazsa israr etmeyip bu arzusundan vazgeçip başka bir yolla yaptırmayı dener. Nefsani havâtır, mür-şîdin râbıtası bereketi ile def edilebilir. Yiyip giydiğinde haram karışık olan ilham ile vesvası ayıramaz.
HAVF : Korku demektir ki, Haşyet maddesinde anlatılmıştır. Korku ancak Allah'dan korkmaktır.
HAYY : Diri, canlı mânâsına ilâhî sıfattır. Bekâya ulaşan sâlik, Allah'ın Hayy sıfatı ile diri olup bekâ sıfatı ile bâki ve diğer sıfatlarına da boyanmıştır.
HAYÂ : Kötüyü terk ve iyiyi işlemeye sevkeden bir huydur. Hayâ, çekinip utanmak demektir. Ve iki kısımdır. 1- Hayâ-i Nefsanidir ki, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı tabii ha-yâdır. Bu hayâ, sahibini halk arasında ayıp sayılan şeyleri işlemekten men eder. 2- Hayâ-i îmanîdir. Bu da mü'mini Allah korkusu sebebiyle günahlardan meneder. Hadîste "Her dinin bir huyu vardır, islâmın huyu hayâdır", Geçen Peygamberlerin genel sözüdür; "Utanmazsan istediğini yap" buyurulmuştur. Hadîs-i Kutsîde "ey kulum, benden utandığın müddetçe ayıplarını halka, günahlarını da günah işlediğin yerlere unuttururum. Levh-i mahfuzdan zellelerini giderir ve kıyamet gününde hesap sırasında seninle münakaşa yapmam" buyurulmuş, Cenâb-ı Hakk'ın hayâsı olandan haklarını aramayacağını bildirmiştir. Yine diğer bir hadîste "Hayâ îmandandır" buyrulmuştur. Yine "Hayrın tamamı hayâdadır" hadîsi rivayet edilmiştir. Hz. Aişe Validemiz "Ensar kadınları ne iyi kadınlardır ki ha-yâları onları din işlerini sormaktan alıkoymuyor" demiştir. Bu mânâya "Dinde, utanma yoktur" hadîs-i şerîfi ifade edilmiştir. Diğer bir hadîste "Halktan utanmayan Allah'dan da utanmaz" buyurulmuştur.
HAYAT : Dirilik, canlılık, yaşama ve sağlık mânâla-rına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın (Hayy) ismi, (Hayât) da sıfatıdır. İnsanların hayatının gayesi ebedi hayat nimetine ulaşmaya gayrettir. Cenâb-ı Hak, ilimsiz kâlbi ölü, ilmi de hayat, ilmin sebeplerini de nûr olarak beyan etmiştir. Ha-yâtın üç derecesi vardır: 1- Hayât-ı ilimdir ki, kâlbin cehalet ölümünden kurtulup ilimle hayata kavuşmasıdır. Zira kâlbin hayatı ilimdir. 2- Hayât-ı Cemidir ki kâlbin tefrika ve nifak ölümünden kurtulup himmeti toplaması ve havâtırı defetmesidir. 3- Hayât-ı Hak'tır ki vücut hayatı demektir. Bu da kulun fenâ ve bekâ nimetlerine ermesi demektir.
HEVÂ - HEVES : Nefsin istek ve düşkünlükleri, nefsin zarar ve günaha çeken arzuları, nefsânî emeller ve bâtıla meyiller demek olup çoğulu hevesâttır. Amel ve yoldan alıkoyan her hâl hevâ ve heves tâbiri içine girer.
HİKMET : İlim ve amelin birleşmesinden meydana gelen yüksek bir sıfattır. Bilmeyen ve bilgisi ile amel etmeyen hakîm (hikmet erbabı) olamaz.
İlim, adalet ve hilmin birleşmesinden doğar. Bir şeyin hakîkatını anlamaya da hikmet denilir. Adaba, ahlâka, mev'izalara ait belagatli sözlerle fıkralara da hikmet denilir. Eşyanın hakîkatlarından bahseden ilmin adıdır. (Yunanlıların hikmeti nefsü hevânın haberi, îmânlıların hikmeti ise, Peygamberin buyruğudur) vezicesi söylenmiştir. Hikmet üç kısımdır: 1- Hikmet-i ilâhîyedir. 2- Şerîat ve tarîkat ilimleridir ki bütün insanlara şerîat, kabul edenlere de tarîkat ilmi bildirilmiştir. 3- Aslından haber verilmeyen ve avâma asla bahsedilmeyen hakîkat ilmidir. Hak'ka tâ'ate, fıkıh ve dine, verâ ve takvâya, aklın isabetli reyine ve emr-i ilâhîde tefekküre de hikmet denir. Hadîsde (Hikmet mü'minin yitiğidir, nerede bulursa alır) buyurulmuştur.
HİMMET : Kâlbin dilemesi ve yönelmesi demektir. Mecazen lütuf, kerem, mürüvvet ve ihsan demektir. Mürîde hizmet ve teslimiyet, mürşîde de himmet gerekir. Kâlbin bütün kuvveti ile bir hâcete yönelmesi... Kullanılmakta olan mânâsı ile, şeyhin mürîde mânevî yardım, feyiz ve lütuflarına denilmektedir. (Himmet-i rical taklatü'l-cibal) büyüklerin himmeti dağları devirir mânâsına ve yerindedir. Çünkü, dağ gibi günahları erittiği gibi, Kaf Dağı gibi aşılmaz geçitleri de himmetle aşmak mümkündür. (Baba himmet, oğul hizmet) meşhur olmuş bir tarîkat âdâbının ifadesidir.
HUMÂ : Devlet kuşu. Boz renkli, küçük bir kuş olup kimin başına konarsa onu devlete ulaştırdığı -mecazen- ifade edilir. Ankâ ile de ilgilendirilip karıştırılmıştır.
HÛŞ DER DEM : Nakşî tâbirlerindendir. Istılahta, sâlikin her nefesinde âgâh olması, gaflette bulunmaması demektir. İsm-i Celâl ve İsm-i Azam olan Allah lafzındaki (HA) her nefes sahibinin (Bilsin bilmesin) mecburen yaptığı zikirdir. Allah'daki Elif Lâm tarif içindir. Lâm'ın ikiliği, ta'zîmin şiddetli olması içindir. İşte, asıl lafza-i Celâl nefeslerde cereyan eden Hu (Ha) dır ki bunun tekrarı ve zikri olmazsa hiçbir canlı hayatta olamaz. İşte, tarîkat zarûrî ve gafletle olan bu zikri, isteyip âgâhlıkla yapmanın yolu, Hûş der dem de bunun irfanıdır.
Dostları ilə paylaş: |