Medh-i nakış nakkâşa râcîdir



Yüklə 2,73 Mb.
səhifə17/22
tarix27.10.2017
ölçüsü2,73 Mb.
#15821
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   22

KUDSİYE : Kuds, paklık ve kâlbin temizliği demektir. Kamer Sûresi'nde, müttakîlerin cennette bulunacakları yüksek makama işaretle, (Muktedir bir melik indinde bulunan sâdıklara ait koltuklardadır) buyurarak Cenâb-ı Hakk'ın mukaddes ve azameti ile birlikte beyan edilmektedir. Kuddûs (Kusur ve noksanlıktan beri olan) ismi ve Mukaddes sıfatı ile kutsallık Allah'a aittir. İşte Allah'a ait pek Mukaddes olan şeylere Kudsiye tabir olunur. Kudsî âlem, kuvve-i kudsiye, kudsî makam gibi. Bu yüksek vasıfla vasıflanan kâmile de mukaddes insan. Kuddûs (Mukaddes olan) Allah'ın bu sıfatına boyanan mânâsına da kuddûsî denilir. Zamanının Kutbü'l-Aktabı olan Bor'lu Ahmed Kud-dîsî Baba bunlardandır.

KÜNTÜ KENZ : Gizli veya saklı hazîne demektir. Cenâb-ı Hak (Ben bir gizli hazîne idim, bilinmek için insi cinni yarattım) buyurmuştur. Hakk'ın zâtı ilâhîsini idrak mümkün değildir. Bunun dışında, Allah'ı bilip Allah'ı bulmaya da -mevcut kabiliyetleriyle- insanoğlu müsait yaratıldığından, gayret edip sebebine yapışarak Allah'ı bulması, Allah'ın (bilinmek istemesi) dir ki (nasibi olanlara Cenâb-ı Hak edasız artırsın ve nasibi olmayanlara da edasız halketsin.) Paşa Hz.

Kenz, Güncine, Hazine, İnci, Küntü kenz, Kenz-i mahfî gibi tâbirlerle bu gizli hazîneye yönelip arayarak bulmak kastedilmektedir.

KÜRSİ : Oturulan koltuk, makam, taht mânâlarında kullanılır ve âlem maddesinde anlatılmıştır.

LÂHUT : Ulûhiyetin sırları demektir. İnsana nâsut, Allah'a da Lâhut denildiği gibi rûha ve pek mukaddes ve gizli âlemlere de âlem-i Lâhut denilir.

LEDÜN : Gayb ilmi, ilâhî esrara vâkıf eden ve Allah vergisi olan bir ilimdir ki bâtın ilmi olup vehbîdir. Okumakla elde edilmez. Mürşîdin bir tasarrufu ve lütfudur. Peygamberlerin getirdiği ilimler iki çeşittir. Biri şerîat ilmi ki, bu ilim okuyup bellemekle öğrenilir ve yeter derecede bilmek herkese farzdır. Diğeri ise ilmi ledün denilen ilimdir ki, Hızır a.s.ın Hz. Musa'ya gösterdiği ve Kur'an'da anlatılan ilimdir. (İlm-i Ledün Sultanı) Cenâb-ı Kibriya'nın Habîbidir. Onun velîleri de derecelerine göre bu ilimden nasip almışlardır.

LETÂİF : Paşa Hazretleri Lütfun cem'idir (çoğuludur, diye) tarif etmiştir. Latîf duygular, cisimle ilgili olmayan, maddi olmayan, nûrani ve manevi duygular demektir. İnsanda on latîfe vardır. Âlem-i emre ait beş latîfe (Kâlb, rûh, sır, hafî, ahfâ) ve âlemî halka mensup da beş latîfe (su, toprak, hava, ateş ve nefis)dir. Bu on latîfe, cismani alâkaları yüzünden asıllarını unutmuş ve alâkalarını kesmiş gibi cehalete düştü. Bu on lâtife, insanı Allah'a götürecek hikmetlerdir. Bu hikmetleri yaratılış gayesine uygun bir düzen içinde temizleyip işletecek olan mütehassıs usta, Mürşîd-i Kâmil'dir. Onun için (Mürşîdsiz müşkil hallolmaz) demiştir Paşa Hazretleri.

Her letâif makamının arş üzerinde bir usûlü bir makamı vardır. O usûle erişemeyen letâif için fenâ makamı olmaz ve böylece de aslına dönüp ahseni takvîme ulaşamaz.

Kâlbin aslı, fiiller tecellîsi; rûhun aslı, sıfât-ı sübûtiye tecellîsi; sırrın aslı, şuûnat-ı zâtiye tecellîsi; hafînin aslı, sıfatı selbiye tecellîsi; ahfânın aslı da umum nurlar tecellîsidir.

Anâsır -da yazıldığı gibi- asıllarını bulunca velâyet tamamlanır ve en yüksek velâyete toprak aslı ulaşır. (Tevazu fetheder Fettah bâbını) der Paşa Hazretleri.

LEVH-İ MAHFÛZ - LEVHİ KALEM : Cenâb-ı Hakk'ın olmuş ve olacak bütün kâinat hâdiselerini ilm-i ezelisinde kudret kaleminde kaydettirdiği levha demektir.

(Kitab-ı Mübîn) ve (Nefs-i külliye) mânâsınadır diye kendi anlayacakları şekilde tarif etmiş büyükler. Levh dört kısımdır. 1- Levh-i kazâdır. Mahv u isbattan önce yaratılan ve (akl-ı evvel) denilen bir levhadır. Âlemin rûhu yerindedir. 2- Levh-i Kader. Levh-i kazanın tafsilâtı ve tamamının tertibi bu levhadadır. Âlemin kâlbi gibidir. Buna Levh,i Mahfuz denir. 3- Levh-i nefs-i cüz'iye-yi semaviye'dir. Bütün kainatta bulunan her şey şekil, mânâ ve miktariyle buraya yazılmış ve dünya seması olarak isimlendirilmiştir. Âlemin hayali denilir. 4- Âlem-i şehadette sûretleri kabul eden levh-i heyülâdır. Levhi kalem için Kalem maddesinde izah vardır.

LEVVÂME : Levm kınama demektir. Nefs-i Levvâme kendisini kınayan nefistir. Kötülükten geçememiştir, hatâ yapmaktan hâli olmadığından, gafleti sonunda yaptığı hataya pişman olan, kendisini suçlayıp hüzünlenen ve gözyaşı döken nefistir. Kendisini zâlimlerden saydığından feryad içindedir. (Nakşî mürîdleri seyr-i ilallaha kadar levvâmede kalır) buyurmuştur Paşa Hazretleri.

MAKAM : Evliyâullah'a ait çalışarak elde edilen menzil ve rütbe, durak veya konaklardır ki Hâl maddesinde anlatılmıştır. Velîlerin kabr-i şerîflerine de makam tabir edilir. Kabir veya türbede o evliyâ medfun olmadığı halde teberrüken yapılan türbe veya kabirlere de makam denilir.

MÂNÂ : İç, bâtın, öz, rûh, iç yüz, bir söz veya bir hâdiseden anlaşılan hususlarla rüyaya, uyku âlemine de mânâ denilir. Zâhirî, bâtınî ve batne mânâları mânânın mertebeleridir, dıştan içe doğru ilerleyen bir anlayış seyri gösterir. Mânâ gayb âlemindendir ve ledün, lâhut, rûh, sır ve madde üstü bir âleme mensuptur.

MA'RİFET : Bilme, hüner, ustalık, tuhaflık ve neticede irfan sahibinin yâni ârifin hâlleri mânâlarına gelir. Ma'rifet Hakk'ı Hak ile bilmektir. (Nefsini bilen Rabbini bilir) hadîs-i şerîfi gereğince nefsine ârif olan ve bu sûretle Hakk'a âşina olan kimse marifet ehlidir.

Bazıları, ma'rifeti, Cenâb-ı Hakk'ın sıfât-ı zâtiyesi ile sıfât-ı sübûtiyesini bilmektir demişlerdir. Kutsî hadîste (Ey Âdem oğlu, tevazu et ki beni bilesin, aç kal ki beni göresin, ibadetine devam et ki bana eresin) bir diğerinde ise (Nefsini bilen beni bildi, nefsini terkeden beni buldu, ey insan beni bilmek için nefsini bil) buyurulmuştur.

Bazan Hakk'ı bilenin dili tutulur, bazan da dili uzar. Bir kimse (Allah'dan başka Allah'ı bilen yoktur) derse doğrudur. Bir kimse de (Allah'dan başkasını bilmem) dese, bu da doğrudur. Marifet, esmânın hakîkatlerini, Cenâb-ı Hakk'ın eşyaya tecellîsini, insanın kendi nefsini vücuttaki noksanlık ve kemâli, Cenâb-ı Hakk'ın hitâbını, hayal ve hayal âlemlerini, dert ve ilâçlarını bilmektir. Bütün bu bilgiler mürşîde mahsustur.

Şerîat kulluk yapmayı emreder, emri cesededir. Tarî-kat, şerîata uyarak ahlâkı temizlemeyi emreder, emri nefsedir. Hakîkat ise Cenâb-ı Hakk'ı müşâhade mânâsında ihsan makamıdır ki emri kâlbedir. İşte bu üç çeşit emrin yapılmasından hâsıl olan hâle de (Marifet) denir ki rûha ait bir keyfiyettir.

MARZİYE : Mardiye - Nefsin hilâfet makâmı olan Râzi-ye ile Allah'dan razı olup da fenâ ve bekâ makamlarının sonuna gelen sâlikin (Ene'l-Hak) berzahından kurtulup Cenâb-ı Hakk'ı müşâhede ve müşâvere ettiği makamın adıdır. Şerîat ve Sünnete kemâliyle riâyet edip ahlâk-ı hamîdenin teşekkül ettiği yerdir. Kemâl tamam olmuştur. İrşad ile ilgili icazet bu makama hastır. Bu halde nefisten Allah da râzıdır. Vahdet makamıdır.

MÂSİVÂ : (Mâsivâllah) - Ondan gayrisi demektir. Allah'tan başka her şeye denir. Mânâ ehlini yolundan alıkoyan her şeyin adıdır. İster ilim, ister evlât, ister soy, ister makam ve mevki, ister muhit ve ahbab, isterse mal ve para olsun. Hatta hak sûretine bürünen ibadet ve işlerle nefis ve şeytanın yaldızlayıp örttüğü iyilikler olsun, Allah'a ulaşmaya engel oluyorlarsa mâsivadır, gayr'dır, yol kesici eşkiyâdır. Alâik (Alâkalar), mahlûkat ve mevcudatı kevniye (Yaratıkların tamamı) siva olmuş, mâsivâ olmuştur. Yabancı, yalancı ve düşman olmuştur.

MEÂD - MAAD : Âhiret âlemi mânâsına kullanılır ki akıl bu âleme inanırsa Akl-ı Meâd olur. Zıddı mebde'dir ki dünya ve dünya kuruluşudur . Mebde ve maad dünya ve âhiret demektir. Yevm-i maad denilince de kıyamet günü anlaşılır.

MEÂŞ - MAAŞ : Geçinilecek şey, dünyalık ve aylık mânâlarında kullanılan bu tâbir, sofiyede, yiyip içmeye, hazlara, sevdalara ve netice olarak dünyalık işlere denilir ki, akıl bu hâlin ilerisini fehmedemezse, insan seviyesinin altındadır.

MECAZ : Bir şeyin hakîkat mânâsı dışında kullanılan bir tâbirdir. Sofiyede, ilâhî murâdın dışında olan her şey mecazdır. Hakîkate götürmez. Asıl mânâ ve gâyenin dışındaki mânâ ve gâyelerdir.

MECZÛB : Cezbedilen tutulup çekilen demektir. İlâhî cezbe vasıtasıyla muhabbet yolcularından Allah'a doğru çekilenlere denilir. Bunlar fenâ ve sekir (manevi sarhoşluk) hallerinde olur.

Tarîkat ehli dört kısımdır: 1- Sâlik-i sırf - Bunlar nefsâniyetten kurtulamayanlar, 2- Meczûbû sırf - Bunlar, muhabbet deryasına dalmış kimseler olup âteş-i aşka yanmış olduklarından cezbeden kurtulamamışlar, tarîkat hallerinden haberdar olamamışlardır. Bu iki sınıfa uyulmaz, yani bunlar mürşîd olamaz. Meczub-u sırf, akıl, teklif ve şuur dışı hallerin sahibidir. Bir bakıma sâde melekiyettir ki halkın meczub dediği bunlardır. Bunlar şuur ve aklını aşk ateşinde fedâ eden âşık meczublardır. 3- Sâlik ve Meczub - Bunlar da sekir hallerinin tamamını atamayanlardır. (Yani bekâbillah olamamışlardır.) Tam ayıklık hâline dönmediği için buna da uyulmaz. Ancak, rehberlik yapabilir. 4- Meczub ve sâliktir - Bunların cezbesi sülûktan önce olduğundan, temkin makâmına oturmuşlardır. Sekirden sonra tam sahiv (uyanıklık, şuurluluk) hâline dönmüş ve velâyetin bir makâmına oturmuşlardır. Kendisine uyulacak kimseler bu peygamber vârisleridir. Böylece, meczub, mürşîdin mecâzıdır. Cezbenin aslı da cezbe bahsinde izah edilmiştir.

MELÂMİ : Melâmi, bâtında olanı zâhire vurmayanlar şeklinde tarif edilenlerdir. Bunlar yaptıkları hayır ve hasenatla tâat ve ibadeti halka göstermeyip şerîatsiz işi de yapmazlar. Yalnız halk bunları amelsiz sanır. Bir başkası da melâmiliği (Yaptığı hayrı göstermeyen ve hiçbir şerri işlemeyendir.) şeklinde tarif etmiştir. Paşa Hazretleri (Melâ-milik bir tarîkat değildir, her tarîkatta melâmi meşrepli mürîd vardır) buyurmuştur.

MEŞÂYİH : Şeyh'in çoğuludur. Şeyhler mürşîdler demektir. Evliya ve mürşîd maddelerinde izahat vardır.

MEVT : Ölüm demektir. İki çeşit ölüm vardır. Biri rûhun bedenden -zâhir ve bâtında- alâkayı kesmesi, hayatiyetin yok olmasıdır. Diğer ölüm ise nefsânî hazları terketmektir. (Ölmeden evvel ölünüz), (Sizden biriniz ölmedikçe Rabbini görmez), (Hayât ancak ölümden sonradır) gibi hadîs-i şerîflerden anlaşıldığına göre, istekle ölüm, nefsani şehvet ve hazları mahvetmek ve onların baskısından kurtulmaktır. Kul ile Rabbi arasındaki kalın perde veya sağlam kale olan gaddar nefsin ıslahı ve hazlarının yok edilmesi Cenâb-ı Hakk'ı rü'yete kâfidir. (Allah yolunda katlolunan kimseye ölüler demeyiniz, belki onlar dirilerdir, lâkin siz onu bilmezsiniz.) Âyetini bu hâle yormuşlardır. Aşk ve muhabbet kılıcı ile şehîd olanlar bunlardır.

MUHABBET : Sevgi demektir. Garazsız ivazsız (kasıt ve karşılık) sevme. Böyle bir yüksek duygu, ancak yükseklerden gelir. Nitekim (Küntü kenzen mahfiyen) Hadîs-i şerîfinde Cenâb-ı Hak, (Ben bir gizli hazîne idim bilinmeyi murad ettim) buyurmuştur ki, Allah'ın bu iradesinin ilk defa tecellî ettiği ana (aşk)'da denmiş ve sevgi böylece en yüksek makamdan kâinatın her zerresine akseden bir lütuf olmuştur. Kelâmcılar, (Nefsin kemâlli bir şeye meyline muhabbet) demişlerdir. Muhabbetin hakîkati ise, bütün varlığını sevdiğine bağışlamaktır. Muhabbet kâlbde bulunan bir ateştir ki her pisliği yakar. (Sevenin sıfatlarının kaybolup sevilenin sıfatlarına bürünmektir.) diye de tarifi vardır. Muhabbet tarîkatın dört direğinden birisi, diğer üç direğin de aslıdır. (Muhabbeti olmayanda hayır yoktur) sözü bunu ifade eder. Seven sevdiğinin rızasına tâbi olup ona teslim olmalıdır. Bu muhabbetin ilk şartıdır ve zâhi-ridir. Muhabbetin bâtını ise sevdiğinde fânî olmaktır. Muhabbetin başı sevgi, ortası aşk, sonu da Fenâfillahdır.

Sâlih Baba iki mısra ile muhabbetin künhünü ne güzel ifade etmiştir:

"Muhabbetten murad ancak Muhammed hâsıl olmaktır.

Muhammedden murad şâhım visâle vâsıl olmaktır."

Muhabbet memat (ölüm) ın Mim'ini, hayatın Ha'sını, belânın Ba'sını, ilah'ın Ha'sını üzerinde toplamış olup hem sevileni hem de seveni kapsayıp ifade eder. Sevenler açısından muhabbet üç kısımdır: 1- Avâmın muhabbeti. Bunlar Peygamberimizin amellerine (şerîata) tâbi olup Allah'ın lütfuna nâil olurlar. 2- Havassın muhabbeti. Bunlarda Peygamberimizin ahlâkına tâbi olduklarından muhabbetleri hâlis ve bir karşılık beklemekten berîdir. 3- Ahassın muhabbet ki, bunlar Peygamberin hâline tâbi-dirler. Bu tarz muhabbetin kaynağı (Küntü kenzen mahfiyen) hadisi kutsisinden zuhur eden ilâhî cezbedir. Bu muhabbetin hakîkati, muhabbetin çekişi ile fâni, tek ve benzersiz olan sevgili ile bâki olmaktır.

Muhabbet sevilen bakımından da üç kısımdır. 1- Cenâb-ı Hakk'ın avama muhabbettidir. Rahmet ve gufranda bulunması ve fiil ve âyetleriyle tecellîsi demektir. 2- Havassa muhabbetdir. Bunlar ise celâl sıfatı ile tecellî edip ilâhî sıfat nurlariyle onların zulmânî sıfatlarını gizlemesidir. 3- Ahassa muhabbetidir. Onların zulmâni vücutlarını hakîki vücut nurları ile örtüp yavaş yavaş cezbelerle özellikler vermesidir. Böylece, sevgili, önce celâl ateşleri ile tecellî edip sevenlerdeki fani sıfatların hepsini yakar, sonra da cemâl nurlarıyla tecellî ederek onları kendilerinden fânî ve ilâhî sıfatlarla da bâkî kılar.

"Muhabbetten Muhammed olmuştur hâsıl

Muhammedsiz muhabbetten ne olur hâsıl."

MUHÂSEBE : Her gün nefsin yaptığı hayır ve şerri hesaplamak, amel ve davranışlarını hesaba çekmek demektir. (Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz) hadîs-i şerîfi gereğince, şerîat terazisini ele alıp amellerini bununla tartmaktır. Noksanı varsa bu noksanlığı gidermek ve kul hakkı varsa onu da eda etmek muhâ-sebenin şartlarıdır.

MUHİB : Seven, dost, hayrı isteyen ve bir kimsenin tarafını tutan mânâlarında kullanılır.

Tasavvufta ise, tarîkati, meşâyihi ve tarîkat ehlini sevenlere denir. Bunlar, tarîkata girmemiş fakat sevgi besleyen kimselerdir.

MURÂKABE : Dikkatle nazar etmek ve görüp kontrol etmek demektir ki ekseriyetle râbıta ve zikir hakkında ve onlara eş mânâda kullanılırsa da, işin aslı böyle değildir. Murâkabe kâlb ile Allah arasında bir hâldir. (Kâlbi kötü havâtırdan korumak, zâhir ve bâtında Hakk'ı görmek) diye tarif edilmiştir. Allah'ın her şeyi görüp bilmekte olduğunu daima hatırlayıp hareketlerini ona göre yapma melekesidir. Murakabeye varmak şeklinde zikir ve ders yapmak hakkında mecazen söylenir ve ekseriyetle şeyhler için tabir edilir.

MÛTÛ KABLE ENTEMÛTÛ : (Ölmeden evvel ölünüz) hadîs-i şerîfidir. Fenâ, aşk, muhabbet, bekâ vs. maddelerinde anlatılmıştır.

MUTMAİNNE : Nefsin kâlb nûrları ile nurlanarak kötü huylardan kurtulup güzel huylarla süslenmesidir. Nefsin üzüntülerinin dindiği, itmi'nan (kâlbin emin olup gerçekten îman ettiği) için mutmainne denilmiştir. Îmân-ı kâmil hâsıl olduğundan Allah'ın (İrci'î) hitâbına mazhar olup keşif ve kerâmetlerin hâsıl olduğu bir makamdır.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Mektûbât'ta buyurmuştur: (Nefs mutmain olunca beyindeki yerinden ayrılarak göğüs altına yerleşir. Nefsin itmi'nanı ise zâtın tecellîsi zamanında olur. Şerh-i sadır denilen ve sadrın genişletilip hafsalanın ilâhî sırlara tahammülü için müsait hâle getirilmesi de bu zamanda meydana gelir.)

MÜCÂHEDE : Cihâd etmek demektir. Hâricî düşmanlarla, kâfir, sapık ve münâfıklarla yapılan ve yerine göre farz-ı ayın, ekseriyetle de farz-ı kifâye olan harbetmek demektir.

Sofiyede ise bu harbe küçük cihat, nefisle yapılana ise büyük cihat denilmiştir. Abdurrahmân-ı Câmî şöyle bir temsille bu büyük cihadı izah etmiştir. (Rûhû sultâni, insan bedeninde tahtında oturan bir hükümdar gibidir. Bu hükümdarın îman ve amel cevherlerinden olan hazinesi, şerîat hisarı ile çevrilip tarîkat kalesi ile sağlamlaştırılan kâlbde gizlenmiştir. Fakat hırsız ve düşman olan nefsü hevâ ile şeytan ve dünya bu hisar ve kalenin duvarlarında bulunan, kibir, ucub, riya, hased ve gazab gibi kötü ahlâklardan ibaret olan deliklerden girerek hazineyi almak, talan etmek isterler. O sırada, hükümdar tarafından tayin edilen göz, kulak, burun, ağız ve el nöbetçileri, iç karakollarına benzeyen bâtın nöbetçileri vasıtasıyla akıl vezirine, vezir de rûhû sultanına bildirir. O zaman, rûh hükümdarı ile mânevî düşmanlar arasında cihâd-ı ekber (büyük harp) ilân edilir. Kıyasıya yapılan bu harbe mü-câhede denilmiştir.)

MÜKÂŞEFE : Keşfetmek demektir ki, perdelerin arkasındaki gizlilikleri öğrenmektir. (Yetmişbin hicab ötesinde olan) gayb âlemi ve hakîkat mânâlarından haberdar olmaktır. Mutmainne'den sonra hâsıl olan ve baş gözünün can gözü, ten kulağının can kulağı vs. hâline gelerek ilâhî sırların keşfedildiği hallerdir. Velîler, buna keşfin açılması diyorlar.

MÜŞÂHEDE : Görmek, şahid olmak demektir. Keşfi açılanların, ilâhî sırları, gayb âlemini görmesi, tanıması demektir ki mükâşefe ile çok yakın ve birbirinin tamamlayıcısıdır.

MÜRÎD : Bir şeyhe intisab edip henüz sülûk mertebesine varamamış olan tarîkat ehline denir. Tasavvuf yolcuları dört derecedir. 1- Tâlib, 2- Mürîd, 3- Sâlik, 4- Vâsıl'dır.

Mürîd, irâdesini şeyhi vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk'ın irâ-desine terketmiş; yani irâdeden ayrılmıştır. Dünya mürîdi ile âhiret mürîdi şeklinde iki kısım olduğu söylenmiştir. (Bir mürîde edeb olarak üç şey lâzımdır: Murâkabe, râbı-tasıdır. Râbıta na ise, râbıtaya ilâve: Buyururlar ki Elif ko bâ niste, yani elif oku da bâ okuma. Ne emredilmişse onu yap, başkasına karışma, râbıtaya nasıl davranacaksa öyle hareket etmesidir. Muvazene de, şerîat terazisi elinde olsun, fiilini onunla tartsın, uygun ise işlesin, fiili şerîata uygun değilse işlemesin. Müşâhede ki bu da inanmaktır. Mürîd, mürşîdini ilimde İmam-ı Â'zam, velâyette de Kutbü'l-Aktab makamında bilmezse feyizyâb olamaz) Paşa Hazretlerinin sohbetlerinden.

MÜRŞİD : İrşad eden, din işinde doğru yolu gösteren demektir. Doğru yola delâlet eden kılavuzluk yapan kimseye denilir. Postnîşin, şeyh, delîl, kılavuz, halife, pezevenk (yol gösterici), imam, pîşvâ (uyulan), kâmil, mükemmil, hakîkat, pîr, gül, Mesîh, Lokmân, Hazîne, Sultan, Ârif, Hızır, Mevlâ, Şah, Merdân-ı Hüdâ, Sâki, Rical, Dârü'l-Eman, Âb-ı Hayât, Mah (ay), Deniz, Vâsıl, İhsan, Derman, Kerim, Rehber... Gibi pek çok isim ve sıfatla söylenir. Mazhar oldukları sıfat ve esmâ ile isimlendirilmesi de yerinde bir iş olur.

Evliyâullahın en seçkinleri, en makbulleri mürşîdler olduğundan, bütün kemâllerle süslenmiş ve bütün noksanlıklardan da temizlenmişlerdir. Kutbü'l-Aktab, Gavs-ı Â'zam ve Kutbü'l-İrşad ile diğer kutupların büyükleri mür-şîdlerdendir. Bu bakımdan, onlar şöyle olur, şu sıfatları taşımalıdır gibi birtakım kayıtlar koymak lüzumsuz olur.

(Mürşîdler Allah ile celîs olmuştur), (Mürşîd-i kâmil, Allah değildir amma, Allah'ın kudretine sahiptir), (Mürşîdler, mürîdin mirac merdivenidir) gibi pek çok kibar kelâmı içinden Paşa Hazretlerinin bu ifadelerini kaydetmeyi yeterli görüyoruz.

Niyâzî Hazretleri buyurmuş:

"Mürşîd gerektir bildire Hakk'ı sana hakkel yakîn

Mürşîdi olmayanların bildikleri güman imiş"

MÜTTAKÎ : Her hayrı toplamış olan, takvâ hâlini kendisinde yerleştirmiş olan kimselere denir. Takvâ Cenâb-ı Hakk'ın bütün emirlerini yapmak, bütün yasaklarından da kaçmak demektir.

Takvâ üç kısımdır: 1- Sâhibini cehennemde ebediyyen kalmaktan korur, bu takvâ, zerre kadar îman denilen ve kelime-i tevhîdi kabul edenlerin hâlidir. 2- Sahibini cehenneme girmekten korur. Îman edip büyük ve küçük günahlardan sakınmakla olur. Şerîatta şayi olan takvâ budur. 3- Sâhibinin cennetteki derecesini artırır. Âyette (Ey mü'minler, Allah'a hakkiyle takvâ ediniz) buyurulmuştur. Bu da kâlbi mâsivadan muhafaza ile hâsıl olur. (Cenâb-ı Hak, din ve takvâyı kime verdi ise o iki âlemde de muradına ermiştir) demişlerdir. Takvâ pek nâdir bir hazine, eşsiz bir cevher, çok hayır, aziz bir rızk ve büyük bir devlettir. İnsanların Allah indindeki dereceleri takvâ ile belli olur, ölçü budur. Müttakide üç alâmet vardır:

1- Müttaki, kötü, fenâ dosttan uzaklaşır,

2- Müttaki, diline yalan koymaz,

3- Müttaki, harama düşmemek için pâk ve helâl olanlardan bile çekinerek (verâ) gösterir.

NÂCÎ - NÂCİYE : Kurtulmuş, selâmete ermiş mânâ-sınadır. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat, sünni, ehl-i Hak, Fırka-i Naciye, (Hanefî, Şâfi'î, Mâlikî ve Hambelî) mezheplerinin teşkil ettiği, Kur'an'a, Sünnete uyma ve sahâbeleri âdil ve yüksek bilme yoludur ki, yetmişüç fırka içinden -ilâhî azâbdan kurtulmuş olanlar bunlardır. Bu Nâciyenin dışındakiler, dalâlet erbabı, fâsık ve sapık olan yolunu şaşırmışlardır.

NAKKÂŞ : Boyalı resimler yapan sanatkârlara denir. Çok güzel bir resme bakan o resmi methedince, bilsin bilmesin, sanatkârını, ustasını methetmiş demektir. Bütün kâinata, taklidi imkânsız olan rengarenk nakışları yapan, her cinsin fertlerini, yüz, ses, ahlâk vs. ile ayrı ayrı bezeyen Cenâb-ı Hak da bu cihânın nakkâşıdır. İşte bir yaratığı metheden onu yaratanı methetmiştir. Bu sebeple, bu tümevarıma (sebepten sahibine varmaya) "Meth-i nakış nakkâşa râcîdir" vecizesi ile beyanda bulunurlar. Mürşîd için mürîdi de böyledir. Mürîdi methetmek mürşîdi methetmek demektir.

NÂR : Ateş'in Arapçasıdır. Allah'ın izni ile yakar. Bu izin verilmediği an yakıcılığı kalmaz ki Nemrud'un ateşi böyle olmuştur. Nûr ise yakmaz ve serindir, sükûnet verir. Nûr ateşi de söndürür. Cehennem, mümine (çabuk geç, ateşimi söndürüyorsun) demekle bunu kastetmektedir. Allah'ın nûrunu taşıyan İbrahim Peygamber de Nemrut ateşini bu nûr ile gülistana çevirmiştir.

"Yansam Halî'in nârına

Anda gülistan gizlidir"

Cehennem sormuştur : (Yâ Rabbî, benden büyük ateşin var mıdır?) Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki: (Âşık kullarımın kâlbinde yaktığım aşk ateşi, büyük ateştir. Sen de isyan edersen onunla azâbederim.)

NAZAR BER KADEM : Nakşî tâbir ve kâidelerinden olan Nazar Ber Kadem, gözü ayaklardan ayırmamak yani, mâsivâyı gönle dolduracak olan nazarı bundan alıkoymak için, sağa sola bakmamak demektir. Gözle görülenler kâlbde hayal ve havâtır yaratarak zihin ve gönlü meşgul ederek gaflete sebep olacaktır. Sadece önüne bakmakla gönül bu perişanlıktan korunmuş olur. Kâlbi ve gönlü de aynı şekilde mâsivâdan muhafaza etmek de bu kâidenin bâtınına ait edeplerdendir.

NEFS : Nefsi, kelâmcılar, cesed ve beden ile, bazıları ömrün başından sonuna kadar devam eden asıl cisimle, kâlbden ayrılmayan eczâ ile ateşin kömüre girdiği gibi, insanın bedenine giren latîf ve nûrâni cisim şeklinde tarif ettiler. Tabipler ise, dimağa bırakılan bir kuvvedir ki, nefs-i insanî ile isimlenmiştir, demişlerdir. Hükemâ da, özel bir cevherdir ki, tedbir ve tasarruf cihetinden bedene aittir. Burada, Cenâb-ı Hakk'ın muhatabı ve emr ü nehyin mevzuu olan nefs-i insani kastolunmuş olup bütün kötülüklerin menşei ve ulvî olan rûhun zıddına yaratılmıştır. Mektû-bât'ta İmam-ı Rabbânî Hazretleri buyurur ki : (Nefs, bir merkez, bir santral gibidir. Duygular, organlar onun âle-tidir. Nefsin yürek ile de bağlılığı vardır. Yürekteki gönül vasıtasıyla rûha da bağlanır. Rûhdan gelen feyizler nefse, nefsden duygulara ve organlara yayılır. Nefse günah-lardan ayrılmak, ibadet yapmaktan da daha güç gelir. Onun için, günahlardan kaçmak ibadet yapmaktan daha fazla sevaptır.)

Mârifetname nefsi şöyle anlatıyor: İnsanın iki rûhu vardır İslâm hükemâsı birine hayvan, diğerine insan rûhu demişlerdir. Onların hayvan rûhu dedikleri latîf cevher bir buhardır ki, bedendeki hayat, duygu, hareket ve irâdeyi taşır. Biz bu rûha şehvânî nefis veya hayvani nefis diyoruz. Sonra bu, beden nefislerine doğmuş, onları aydınlatmış bir cevherdir ki, eğer bedenin iç ve dışına birlikte doğarsa aydınlatırsa yakaza (uyku ile uyanıklık arası) hâli meydana gelir. Eğer bedene hiç doğmaz, aydınlatmazsa ölüm hâli meydana gelir. İnsan rûhu denilen cevherse, nefsi nâtıkadır ki bu, maddeden ayrı bir cevher sayılmıştır. Lâkin kendi fiil ve hareketlerinde maddeye yakın ve onunla beraberdir. Bu nefistir ki levvame, mülhime, mutmainne, râzıye ve kâmile adlarıyla anılır. Eğer nefs-i nâtıka, şehvânî her dediğini yapar ve ona itaatli olarak her haliyle ona uygun hareket eder ve onun hükmü altında bulunursa, buna nefs-i emmare denir. Eğer şehvani nefsin verdiği emirleri sükûnetle karşılar, Allah'a bağlı olur ve fakat yine kendinde fânî şehvetlere meyil varsa ona Lev-vâme nefis denir. Eğer bu meyil yok olup, şehvani nefisle mücadelede metanet gösterir ve kendi iç âlemine dönüp ilham almaya kabiliyet kazanmışsa buna da mülhime denir. Eğer, şehvani nefsin hükmü altından çıkıp ubûdiyet makamına ulaştı ve ızdırapları dindiyse, bütün şehvetlerini tamamiyle susturmuş ise, buna da mutmainne denir. Eğer bu makamdan da ilerleyip bütün makamları gözünden atmış ve bütün dileklerinden vazgeçip fani oldu ise buna râziye ismi verilir. Bu hâli kemâl derecesini bulur, Allah'ın yanında makbul olur ve insanların yanında kâlple-rinin sevgilisi olmuşsa buna da marziye adı verilir. Şayet bütün kemâl sıfatlarıyla sıfatlanır ve bütün insanlar için halkın içine dönerse buna da nefsi kâmile (sâfiye) denilmiştir.


Yüklə 2,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   22




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin