Zaman ilerleyip insanların mizaçları dalgalanmaya başladığından -zâhirdeki değişikliklere uygun bir halde- bu oniki tarîkatın her birinden kollar ayrılmış ve bu kollar da pek çok şubelere bölünmüştür. Her kol ve şubenin usulü ayrı olup cümlesi de hakdır, vâsıl edicidir.
Tarîkatlar tatbik ettikleri usul bakımından yani rûh ve nefis yollarından olduğu gibi açık ve gizli zikir yapma bakımından da sınıflamaya tâbi tutulup ona göre isimlendirilirler. Rûhani tarîkat, nefsani tarîkat, hafî tarîkat, cehrî tarîkat gibi. Bunun dışında tatbik edilen amel bakımından da üç ayrı guruba ayrılırlar:
1- İbadet yolu ile gidenler,
2- Riyazet yolu ile gidenler,
3- Muhabbet yolundan gidenler.
Bunların hepsi neticede muhabbet yoluna ulaşıp o muhabbetin cezbesiyle vâsıl olacaklardır... Hepsi hak yoldur, ulaştırıcıdır.
Bütün tarîkatların gayesi, şerîatı lâyıkıyla icra edip gizli ve açık her hâl ve zamanda onu yaşamak ve sünnetlere uymaktır. Bu ikisinin dışında tarîkat olmaz. Bu sebeple (Tarîkat mektebinin dersi şerîattır) denilmiştir. Şerîatsız tarîkat zındıklıktır. Büyükler bütün tarîkatlar için dört temel ve esas vardır, bu esasın dışındakiler tarîkatın da dışındadır demişlerdir:
1- Cenâb-ı Hakk'a sıdk u sadakatla yönelip sünnet-i Muhammediyeye tamamiyle uymak,
2- İtikadı, ehl-i sünnet itikadına uygun hâle getirmek. Ehl-i sünnet dışındaki itikatlardan velî olmayacağını bilmektir. (Meşayih itikadı ancak ehli sünnet itikadıdır, aksi mümkün değildir.)
3- Cenâb-ı Hakk'a ubûdiyete, kulluğa devam etmek ve âgâh olup mahviyet kazanmak,
4- Bütün saadetlerin sonu olan muhabbet zevkine ulaşıp cezbe-i ilâhîyeye kavuşmaktır. Dikkat edilirse, bu dört şart her şartı toplamış bir hülâsadan ibarettir. Cenâb-ı Hakk'a dört merhale ile ulaşılır: 1- Şerîat, 2- Tarîkat, 3- Hakîkat, 4- Marifetullah... Marifetullaha, şerîata uyup tarî-katta makbul olduktan sonra hakîkat âleminden geçerek varılır. Tarîkat bu ulvî memuriyetin mektebinin adıdır. Tarîkat mektebinin hocası Mürşîd-i Kâmil, Resûlullah Efendimiz ve bizzât Cenâb-ı Hak'tır. Böyle bir hocalar gurubunun okutacağı ilim ile vereceği terbiye ve ulaştıracağı memuriyetleri idraki olanlar sezebilir.
Tarîkat, Cenâb-ı Hakk'ın emri, Resûlünün sünneti ve Sahâbelerle âriflerin mektebi olduğundan, kıyamete kadar hükmü bâkî ve usûlü geçerlidir. Ona severek uyan hak yolun makbulü, îman zıddiyetinden düşmanlık edenler zâlim, cehaleti hevâ ile veya zâhir halifeleri elindeki bir zümre ve guruba bağlılığın tabii neticesi olan asabiyetle veyahutta bağlılık iddia ettiği zâtın beyanını yanlış anlayan, bozan veya değiştirenlere aldanan sâdık cahiller ise mahcup kimselerdir... Allah onları ıslâh etsin.
TASAVVUF : (Cenâb-ı Allah ile oturmak isteyenler tasavvuf ehli ile otursun) buyurmuşlardır. Bu sözün mânâsı, tasavvufu tarif ve ifadeye yeter. Tasavvuf hakkında yapılan tariflerin bini geçtiğini Sarı Abdullah Efendi beyan etmektedir. Tasavvuf, bütün ilimleri kendinde toplamış bir ilim, bütün fazîletleri noksansız elde etmenin yolu, Cenâb-ı Hakk'a ulaşmanın usûlüdür. Bu sebeple herkes kendi kemâli sahasında ondan haber vermiş, onu görüp erebildiği kadar anlatmıştır. İfadeler değişik ise de hakîkat birdir. Paşa Hazretleri (Tasavvuf, Allah'ı bilip Allah'ı bulmaktır) buyurarak bu bahsi vecizelendirmiştir.
İnsanlar, Allah'dan gelmiş ve yine ona döndürülmek üzere yaratılmışlardır. Her insan ayrı bir fıtrat üzerinde, ayrı bir kalıp ve kabiliyette, ayrı yüz, ayrı zevk ve akılda, ayrı bir ses ve deri ile renkte ve ayrı bir nefisle ayrı bir rûhda yaradılmıştır. Bu çeşitlilik, Allah'ın yaratma gücü ve sıfatının tezahürüdür. Bütün diğer mahlûkatla birlikte her biri ayrı ve aykırı özelliklerle yaratılan bütün insanlarla cinler, Allah'ı bilip onu bulacak âlet ve kâbiliyetlerle yaradılmış ise de, Allah Rahmân ve Rahîm sıfatları iktizası ayrıca, her ümmete peygamberler göndermiş, suhuf ve kitaplarla da bu iki teklif ehline (insan ve cinlere) ayrı bir lütufta daha bulunarak, Allah'ı bilip Allah'ı bulacak âletleri nasıl kullanacakları ile kabiliyetlerini nasıl kemâle erdireceklerini bildirip Peygamber ve velîleri misalleriyle de cismen göstermiştir.
Bir taraftan nefis, beden ve şeytan ma'rifetiyle kötülüğe ve azâba itilen insan, rûh, şerîat, kitap, peygamber ve bu peygamberin vârisleri olan mürşîdler ma'rifetiyle de hayra ve cemâle çekilmektedir. Allah'ın yaratığı olan insanlar, bu yaratığın zâhir ve bâtındaki her hücresini kemâliyle bilen Allah'ın koyduğu hayat kanunlarına kitap ve sünnet rehberliğinde uyarlarsa, Allah'a kulluk edip rızasına erer, uymazlarsa onun adaletine maruz kalırlar. Allah, rûhları yaradıp bütün güzellikleri onlara gösterip, bütün kemâlleri de onlara bahşetmiştir. Bundan ayrı bir yüksek lütufla da o rûha Hakk'ın gösterdiği güzellikleri hatırlatarak, o sahaya ulaşmasına yardımcı olacak kudrete mâlik olan mürşîdleri de kılavuz ve hoca tayin buyururak Rahîm sıfatını, Kerîm ve Cemâl sıfatları gibi rahmetlerini de ilâveten ihsan etmiştir. Böylece, şeker, yağ ve unu getirmiş helva yapımına âmâde kılmıştır. (Bal, Allah'ın ihsanı, arıdan istenen ise vız vız etmektir) teşbihi gereğince, mürîdin işi inanıp amel etmekten ibarettir. Bu sebeptendir ki (isteyen buldu, isteyen bulur) denilmiştir.
İşte bu kısa izahla ifadeye çalıştığımız tasavvuf, inançta, ibadet ve tâatta ve bütün hayat sahasında yapılacak bütün amel ve işleri kavrayıp onun yüksek yolunu gösteren bir ilimdir. Okuyarak aklen kavranacağı gibi yoluna girip makbuliyete ulaşmakla da hakîkatine kavuşulur. Bu ıstılahların tamamı, onun usul ve kaidelerinin bir kısmı olup onun makbul olmuş ricalinin beyanlarından ibarettir.Yine tasavvuf sahiplerinin kelâmıdır ki, tasavvuf kâl (söz) değil (hâl)'dir. Allah o hâli nasip buyursun.
Şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma'rifetullahın temas ettiği her şey tasavvufun konusudur. Zâhir ve bâtında, inanç ve amelde, hayat ve ölümde, dünya ve âhirette, ezel ve ebette açık ve sır olarak bilinen veya bildirilen her ilim ve durum tasavvufun sahasıdır. Bu kadar geniş bir alandaki her kötülüğü önlemek ve her hayır ve fazilete teşvik etmek de tasavvufun vazife ve selahiyetlerindendir.
Bu izah da, noksanı bize ait olarak, kâfidir.
TASDÎK : Sâlikin şeyhinin sözlerini, hâl ve hareketlerini kabul etmesi demektir.
TA'ZİM : Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve uluhiyetine hürmet ve riayet etmektir. Emirlerine uyup yasaklarından kaçmakla olur. Her cihetten din hükümlerinin tamamı iki damla ıtra teşbih edilir ki, bunlardan biri Hakk'ın emrini ta'zim, diğeri de Hakk'ın mahlûkatına merhamet etmektir.
TEBETTÜL : Bütün mâsivâdan kesilip Cenâb-ı Hakk'a lâyıkıyla yönelmek demektir. Siva olan şeyler içinde, dünya ve âhiret dahildir.
TECELLÎ : Gayb âlemi nûrlarından kâlbe açılan bir penceredir. Lügat mânâsı görünme, bilinme, meydana çıkma demektir. İlahi sırlarla kudret eserlerinin meydana çıkıp yine Hak nûrları ile görünmesidir.
Sâliklerin kâlblerine Allah'dan gelen beşaretler üç kısımdır ki (Rüya), (vâkıa) ve (mükâşefe) isimleri ile söylenirler. Başlangıçta rüya, ortada vakıa, nihayette de müşahede vasıtasıyla tecellîye mazhar olunur. Rüyaların ekseriyetle onda biri te'vil ve tefsirsiz doğru ve sadık, onda dokuzu te'vil ve tefsire muhtaçtır. Vakıalar ise, yarı yarıya hakîkata uygun ise de yine de yarı nisbette hatâ ve te'vile açıktır. Mükaşefelere (keşfedilenler) gelince, bunların yüzde doksanı hak ve hakîkata uygun, yüzde on kısmı hatâya müsaittir. İçinde tek zerre hatâ ihtimali olmayan tek ve mutlak tecellî vahiy'den ibarettir.
Tecellî mahiyet itibariyle iki kısımdır:
1- Rûhanî tecellî ki yaradılmışlarla ilgilidir.
2- Rabbânî tecellîdir ki, yaratıkla ilgisi yoktur.
Rabbânî tecellî de iki kısımdır:
A- Ulûhiyet tecellîsi ki, Hz. Muhammed'e aittir,
B- Rubûbiyet tecellîsi ki, Hz. Mûsâ'ya aittir.
Rubûbiyet tecellîsi de üç kısımdır:
a- Tecellî-i zâttır.
b- Tecellî-i sıfattır ve bu da iki kısım olup biri celâl tecellîsi olarak (temkin) sahiplerine, diğeri de cemâl tecellîsi olarak (telvin) sahiplerine aittir. Mevcudiyet sıfatı ile tecellî olunca (Cübbemin altında Allah var) şathiyatı zuhur eder. Vâhidiyet sıfatı ile tecellî olunca nefsin kıyamı meydana çıkıp (ben beni tesbih ederim) gibi bir sekir kelâmı hâsıl olur. Bekâ sıfatı ile tecellî olunca da (Ene'l-Hak) ifadesi söylenir. Râzıkiyet sıfatı ile tecellî olsa Hz. Meryem gibi rızka mâlik olunur. Hâlıkiyet sıfatı ile tecellî olunca da Hz. İsa gibi çamurdan yapılan şekle üfürülse kuş olur ki Hz. İsa'nın nefesi budur.
c- Tecellî-i ef'âldir (fiillerin tecellîsi). Bu oluşlar tecellîsi, sıfat tecellîsinin bir kısmı olup fenânın bekâda kaybolmasıdır.
Seyr-i sülûkdaki tecellîlerin tamamı dört kısımdır:
1- Sûrî tecellîdir. Bütün eşya (yaratıklar) şeklinde olabilir. Cansızların -cemâd- kemâllisi mercan, bitkilerin ke-mâllisi hurmadır ki Hz. Adem atamızın çamurunun artakalanından yaratılmıştır. Hayvanların kemâllisi de at'tır. Bu kemâlli yaratıklar şeklinde tecellîlere nail olan evliyâullah sayılmakta, sâliklerin kemâle erdiklerinde de insan sûre-tinde, hattâ kendi sûretinde tecellîye şahid olur ki, (Ene'l -Hak gibi şathiyatlar bu cümledendir) denilmektedir.
2- Mânevi tecellî ki sıfatlar tecellîsidir. Akıl ve bilgilerine aldanıp peygamberimize uymayan hakîmlerin (hükema) ayaklarının kaydığı ve şeytana oyuncak olduğu yerdir. Evliyâdan sekir hâlinin istilâsı sırasında veya nok-sanlık hallerinde de hâsıl olursa da - Evliyâ korunmuş olduğundan- sahiv hâline dönünce veya noksanını anlayınca istiğfar ederek, noksanını ikmal ederek bu halden kurtulurlar.
3- Nûr tecellîsidir ki fiillere, işlere aittir.
4- Zevk tecellîsidir ki zâta ve zât nûrlarına aittir.
TECRÎD : Ayırmak demektir. Kâlbden, sır ve gönülden mâsivâyı çıkarmak şeklinde tarif edilmiştir. (Cenâb-ı Hak, bir adam içinde iki kâlb yaratmadı) âyeti gereğince, bir gönülde Allah'dan başkası varsa, oraya Allah tecellî etmez. Paşa Hazretleri (Allah olan yerde gayrullah yoktur) buyurmuştur.
"Bir gönülde kenz açılmaz ta ki pürnûr olmadan
Pâdişah konmaz saraya hâne ma'mur olmadan"
TEFEKKÜR : Düşünmek, fikretmek demektir. (Tefekkür gibi ibadet olmaz), (Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerini tefekkür ediniz fakat Allah'ın zâtını tefekkür etmeyiniz zira, Allah'ın zâtını idrak edemezsiniz) hadîs-i şerîflerinden anla-şıldığına göre, nimetleri tefekkür etmek tarîkatta şarttır. Ancak, Allah'ın zâtını düşünmek ise sırf günahdan ibarettir. (Bir saat tefekkür, bir sene nafileden hayırlıdır) hadîs-i şerîfi ile (Bir saat tefekkür yetmiş yıllık nafileden hayırlıdır) hadîs-i şerîfi tefekkürün kısımlarını gösterdiği gibi ne derecede hayra sebep olduğunu ifadeye yeter... Kur'an-ı Kerim'de, (Tefekkür ediniz), (Fikrediniz) şeklindeki emirler pek çoktur.
İnsanların en akıllısı Peygamberler, sonra da evliyâullahdır. Tefekkürde de en ilerde olan bunlar ve bunlara uyanlardır...
TEFVÎZ : Herşeyi, işleri Cenâb-ı Hakk'a havâle etmek demektir. (Tefvîz itiraz etmemek ve halkın ayıplarını görmemek) şeklinde de tarif edilmiştir.
Tefvîzin alâmeti üçtür:
1- Tedbirleri takdire havâle ile sükûnet bulmak,
2- İrade-i cüziyeyi irade-i ilâhîyeye havâle ile hareketsiz kalmak,
3- Daima kazaya (takdire) hâzır ve razı olmak.
Tefvîz, tevekkül ve teslimin neticesi olduğundan, bu son iki madde ile birlikte ilerde de anlatılacaktır.
TEHZÎB : İslah edip temizlemek, düzeltmek demektir. İlim ve ameli lâyık olmayan şeylerden, gösteriş ve riyadan temizlemek mânâsında kullanılır. Yenilerle riyazet sahiplerine lâzım olan hasletlerdendir. Âdet ve gösteriş şüphelerinden kurtulan kimseye ibadette istikamet hâli açılır ki bu mertebeye (istikamet), sahibine de (müstakim) denilir. (Nefsi ayıplardan ameli de riyadan temizlemek) ifadesi ile de tehzibi tarif etmişlerdir.
TELBÎS : Elbise giymek, örtünmek demektir. Istılahda, Allah'ın sıfatları ile sıfatlanmak mânâsında kullanılır. Râbıtanın bir çeşidi olan ve şeyhin ahlâk ve vasıflarına bürünmek, amelde kendisini onun yerinde düşünmek, hayali böylece yapmak şeklindeki râbıtaya (telebbüsi râbıta) denir. Şeyhin elbisesini giyme şeklindedir lügat mânâsı.
TELVÎN : Lügat mânâsı boyanma, renge girme demektir. (Levn) kökünden gelirki, levn boya, renk ve sıfat mânâlarına kullanılır. Vilâyet mertebelerinden birinin adıdır. Telvin, değişme halleri gösterdiğinden, noksanlık olarak sayılmıştır. Hâlin başında olan ve nefsü heva tesirinden meydana geleni, rüzgâr önündeki saman çöpüne benzetilmiş, yukarı derecelerde olan ve sıfatlara bürünürken renkten renge girmeye benzetileni de zaruri görülüp methedilmiştir. Telvin hâlinin sonu, nasip olursa, temkin hâlidir ki kararlı ve oturaklı mânâsına olup yakî-ne erme, vuslâta nail olma hâlidir.
Telvin sahipleri, sekir halinde bulunanların, aşk sarhoşluğundan mest olanların hâli olup şatahat yeridir, fenâ makamıdır.
TEMİZ HUYLAR : İmanın kemâlinden sayılan ve kerem sahiplerinin ahlâki denilen (mekarim-i ahlâk) iyi ahlâklarla ahlâklanmak, insanın vasıflarını güzelleştirmesi ile olur. Buna (ahlâk-i hamîde) de denilir. Peygamberimiz "Ben mekarimi ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurmuş ve "İnsan iyi ahlâkı sebebiyle gündüz oruç tutup gece -sabaha kadar- ibadet edenlerin -kaim olanların- derecesine ulaşır" müjdesini vermiştir. Lokman Hekim oğluna şu dört hikmeti tavsiye etmiştir: "İki şeyi söyle ve hiç hatırından çıkarma, biri günah diğeri de ölümdür. İki şeyi de unut, hiç hatırına getirme ki, biri başkasına yaptığın iyilik, öbürü de başkasından gördüğün kötülüktür."
(İlm-i ahlâk) başlıbaşına bir ilim ve tasavvufun gayesine varmanın âletleridir. (Mekarim), temiz ve güzel huylara denir ve şunlardır: 1- Akıl, 2- Din, 3- İlim, 4- Hilm (yumuşak huy), 5- Cud (cömertlik) ve sehâ (el açıklığı), 6- Örf ve adet (iyi alışkanlıklar), 7- İyilik, 8- Sabır, 9- Şükür, 10- Mülâyemet (güler yüz ve tatlı söz).
TEMKÎN : Sekir hallerinden kurtulup sahiv (âgâh ve uyanık) haline gelmiş, yüksek makamlarda karar kılmış olanlardır.
Temkîn, lügatta, ağır başlı, vakarlı ve kararlı demektir. Temkîn sahipleri, iş ve sözlerinde şerîattan kıl kadar ayrılmazlar. Telvîn hallerinden (fenâ ve sekir) geçip rüsuh makamlarına gelenler bunlardır. (Cenâb-ı Allah ile oturmak isteyenler, tasavvuf ehli ile otursun) denilenler bunlardır. İrşad ehli bunlardır. Paşa Hazretlerinin ifadesiyle (Tasavvuf Sahipleri) bunlardır.
TESLÎM : Lügatte, kabul etmek, doğru ve haklı bulmak, karşısındakinin hükmü altına girmek, kendisini Allah'ın takdirine terketmek mânâlarına gelir. (Teslimiyet) ise, bu mânâları benimseyip huy edinmek demektir.
Tasavvufta, mürîdin mürşîde boyun eğip hükmüne razı olarak itaatı ve tabiatına uymayan şeylerde itiraz etmemesi demektir. Çünkü, mürşîde itaat -mürîde- farzdır. İster lütfetsin, isterse cefâ etsin. Onun meşrebi tatlıdır. İsterse bulansın. İsterse dupduru olsun. Gerek sağlığında gerekse vefatından sonra mürşîde hürmet ve tâzîm şarttır. Tâzîm ve hürmet teslimiyeti de gerektirir. Mürîd, kavil ve fiilinde mürşîdini tasdik edip onun ilim, kemâl, söz, iş ve fiillerinin tamamını doğru ve yüksek bilmelidir. Gönlünde tereddüt ve şüphe gibi şeyleri bırakmamalıdır. Şeyhini ilimde İmam-ı A'zam, sırda Kutbü'l-Aktab bilmelidir. Şerî-ata uygun bulmadığı ve tabiatının kabul etmediği bir şeyin bir hikmeti olduğunu düşünüp bu hâli bir imtihan vasıtası saymalıdır. Mürîd, teslimiyette, kendini ölü yıkayıcıya bırakılan bir ölü gibi saymalıdır. Zira tarîkatın müritte istediği dört şarttan biri teslimiyet, şeyhe uyup onun Allah kılavuzu olduğuna yakînen inanmak demektir. Tarîkatın teslimiyetten sonra aradığı diğer üç şart ise, muhabbet, ihlâs ve edeptir. Bunlar da teslimiyet gibi önce mürşîde karşı olanı sonra da tarîkat ve Resul ile Allah'a karşı olanlarıdır ki, mürşîde karşı muhabbet diğerlerine olan muhabbeti de meydana getirecektir. Mürşîde muhabbet beslemek, edepleri yerli yerinde yapmak ve ihlâs ile bağlanarak onun Hak kapısı ve Hak kılavuzu olduğuna sıdk ile inanıp ona bütün düşünce, amel ve işlerinde tâbi olmak, teslim olmak... Tarîkat bundan ibarettir. Onlar emek zayi etmezler. Her mürîdin lâyık olduğundan çok fazlası ile Allah'a ulaştırırlar.
Mürîd, mürşîdinin emrini her şeye tercihen tutacak ve asla itiraz etmeyip ihmal etmeyecektir. Kendisini Hakk'a ancak o emrin ulaştıracağına inanıp, Allah'a çıkan diğer kapıların kendisine kapanmış oduğunu, sadece bu emrin yapılmasiyle açılacak olan kapıdan girebileceğini aksi halde Hak kapısının ebediyyen kapanacağını bilmelidir. Zâhir ve bâtında şeyhe uyup onun emrine uymak ve kararını doğru bilip ihlâs ile inanmak vaciptir. İçi ve dışı ile inanıp ihlâs ile bağlanması şarttır. Mürşîdin bir hatasını kendi doğrusuna tercih etmelidir. Hz. Ebubekir "Ya Resu-lallah, sizin bir sehvinize bütün amelim feda olsun" buyurmuştur.
Yalnız, mürîd şeyhine niçin, neden gibi itiraz etmemelidir. Böylesi de iflâh olmaz demektedirler. İtiraz sûretiyle şeyhin gözünden düşen, göklerden yere düşmekten beter olmuştur.
"Kâlbini hıfzeyle şeyhinden yana
İtiraz etme sakın kâlbten ona
Sen seni mürşîdde mahvet ey civan
Mürşîd-i kâmildir iksir-i Â'zam
Şeyh-i kâmil vasıta billâh olur
Şeyh-i kâmil mutlak ehlullah olur
Şeyh-i nâkıstan çıkar naksı celi
Kâmili bul kâmili bul kâmili
Mustafa Fevzi b. Numan
TEVÂZU : Tevâzu, nefsi küçük, aşağı ve hor görmek mânâsında (huşû) ile müşterektir. Alçak gönüllü olmaktır. Bunun zıddı kibirdir. Nefsi hor ve hâkir görmek, nefse karşı çıkmak, tarîkatın şartı, şerîatın emridir. İyi ahlâkın belirtisi tevazudur. Nefis Allah'a bile itaat etmek istemeyip kendi baş olmak sevdası taşıdığından, nefsini alçaltıp Rabb'e teslim olmak tevâzûdur. İnat ve itirazdan çekinmekle yerleşir. Bir hadîs-i şerîfte (Allah, iktisat edeni zengin eder, israf edeni fakir düşürür, tevazu göstereni yükseltir, kibirlenen kimseyi de alçaltır) buyurulmuştur. Peygamberimiz (İbadetin lezzeti tevazudur), (Tevazu sahiplerini ne zaman görürseniz onlara karşı mütevazi olunuz. Kibirlilere karşı ise kibirli olunuz ki, alçaklıkları ve aşağılık oldukları meydana çıksın) buyurmuştur.
Paşa Hazretleri de (Tevazu fetheder Fettah bâbını) kelâm-ı kibarını sık sık tekrar ederdi. Yine Paşa Hazretleri (Ahlâk, tevazu, hürmet ve mahviyet sıfatlarının dördü bir vücutta tekmil olup muhabbet, ihlâs, edeb ve teslimiyeti hâsıl ederse, rûhda kemâl tekmil olmuştur. Bu insan (Âdil Sultan) olmuştur. Aranan saadet ve selâmet de budur) buyurmuştur.
TEVBE : Lügatta rücû' etmek, dönmek mânâsınadır. Şerîat ıstılâhı olarak kötü şeylerin irtikabından pişmanlık ve onları hayatta kaldıkça bir daha işlememeye azmetmek demektir. Hüdâ'nın hükmüne muhalefetten muvafakata dönmektir. Tevbe, tasavvufta yolun başı ve belki de giriş kapısıdır. Tevbe etmeden tarîkata girilemez. Kur'an-ı Kerim mü'minleri tevbe edip Hakk'a dönmeye davet eder. Tevbenin kurtuluş getireceği müjdelenmiştir. Allah'ın tevbe edicileri ve temizlenenleri sevdiği, âyetlerle bildirilmiştir. Tevbe edipte yaptıklarına pişman olan delikanlı, tevbe makamlarının en üstündedir. Böyle bir mü'minden üstün bir sevgili bulunmadığına dair birçok hadiste açık işaretler vardır. Hâlis ve samimi olan her tevbe makbuldür. Avamın tevbesi, ceza korkusuyla günahtan kaçılarak olur. Havassın tevbesi de sevap gayretiyledir. Yüksek derecelerdekilerin tevbesi ise, sadece emre riayet titizliğindendir.
Tevbenin şartları da şöyle sayılmıştır: Pişmanlık duymak, bir daha dönmemek azmiyle günahı terketmek, haksız alınan şeyleri sahiplerine iade (ki helâllaşmak) geçen farzları kazâ, nefsi tâatte eritmek ve ağlamaktır.
Bir kimse günahlardan kaçmayarak cehennemden korkarım dese yalancıdır, amel etmeyerek cenneti isterim dese yalancıdır, sünnet işlemeyerek Peygamberi severim dese gene yalancıdır. Cenâb-ı Hak indinde tevbekâr sayılmaz. (Cenâb-ı Hak, ziyade tevbe edenleri sever) âyeti ile (Tevbe eden kimse Allah indinde şehit gibidir. Günaha israr ettiği halde istiğfar eden kimse Rabbisiyle eğlenmiş gibidir) hadîs-i şerîfi, tevbeye teşvik ve tevbe ölçüleridir.
Tevbe, başlangıçtaki pişmanlık ve rücû', bu rücû' ile tarîkata girmeye inabe, tarîkatı ikmal etmeye de evbe denilir. Tevbe Cenâb-ı Hak'dan korkanlar için, inabe Cenâb-ı Hak'dan inâbe edenler için, tevbe ise Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine uyanlar içindir.
(Hz. Ebubekir Efendimiz, "namazın kabulü secde-i sehiv yapmakla olur" buyurmuştur. Şu zamanda, her namazda sehiv secdesi yapmak mümkün olmayacağından, bizim her namazın sonunda söylediğimiz beşer istiğfar da namazın kabulüne vesiledir İnşallah) buyurmuştur, Dede Paşa Hazretleri.
TEVEKKÜL : Hakk'a güvenmek ve işleri ona havale etmektir. Meşru sebeplere (esbabına) başvurduktan sonra işin olurunu Allah'dan beklemektir. İnsanların gücünün yetmediği işleri Allah'a havale edip keder ve üzüntüyü bırakmaktır. Herhangi bir hâdisenin olması için sebeplerin gereğini yapmak kâfi değildir. Yaradan'ın dilemediği bir hadise hiçbir zaman meydana gelmez. Ayrıca, Allah'ın dilediği bir şeye de hiçbir kuvvet mâni olamaz. Ne var ki, Allah çok hadiseleri bir sebebe bağlamış, bir işin olmasına bazı sebepleri vasıta etmiştir. Tevekkül, bu vasıtaları, bu sebepleri yerine getirdikten sonra o hadisenin olmasını Allah'ın takdirine bırakmaktır. Devesini başıboş bırakan Sahâbiye Peygamberimiz "Deveni bağla, ondan sonra Allah'a tevekkül et" buyurmuştur.
Calinus Hakîm'in vefatından sonra cebinde şu sözler yazılı bulunmuştu: "Ahmakların ahmağı olan bulduğu (rasgele) şeyden karnını doldurur. Yediğin şey cismin içindir. İyilik yapan ölse de diri sayılır, kötülük yapan dünyada bulunsa da ölü sayılır. Kanaat dostluğu gizler, sabırla işler elde edilir, tedbirle az şeyler çoğalır. Fakat Allah'a tevekkülden daha faydalı bir şey görmedim."
Bir hadiste, "Kim ki halkın en kuvvetlisi olmayı isterse Allah'a tevekkül etsin", diğer bir hadiste, "Devemi bağlayayım mı yoksa Allah'a tevekkül mü edeyim?" diye soran bedeviye "Deveni bağla da tevekkül et" buyurmuştur. Bir ayette, (Allah'a tevekkül edene Allah yeter) buyurulmuştur. Tevekkül, itimat (Tevekkül, teslim ve tefviz olmak üzere birbirini tamamlayan ve birinden diğerine geçilen üç derecedir. İlki, yani tevekkül, Allah'a güvenmedir. İkincisi, nefsi ona teslim emek ve üçüncüsü de işleri ona havale etmektir ki bu da tefvizdir. Bu hâle göre, işin başı tevekkül, ortası teslim ve neticede de tefviz vardır.)
(Tevekkül, tedbir, teşebbüs ve hareket içinde her şeyi Allah'dan beklemektir.)
TEVESSÜL : Allah bu kâinatı ve bilhassa dünya ve onun üstündekileri çeşitli sebeplere bağlı ve muhtaç yaratmıştır. İnsan, rızka, su, hava, elbise, âlet, ilim, ibadet ve kitap ile peygambere ve onun vesilesiyle de Allah'a muhtaçtır. Her şeyi bir sebebe bağlayan Allahımız, hikmetlerini bu sebeplerle gösterdiği gibi, ihtiyaçlarımızı da sebeplere başvurduktan sonra lütfetmektedir. Tevekkül ise, sebeplere yapıştıktan sonra Allah'a güvenmekten ibarettir. Allah, bilinmeyi murad etmiş, nûrlarını yaradıp Habîbini halketmiş, O'nun dünyaya teşrifine Âdem ile Havva'yı ve diğer peygamberleri vesile kılmıştır. Risaletine Kur'ân'ı delil ve Cebrail ile mucizeleri sebep yapmış, insanların hidayetine şerîatı vesile yapmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın bilinip bulunmasına şerîatten ayrı olarak velâyet kemâlini vesile kılmış ve bu kemâle uyanları kemâle erdirmek için de velîlerini vesile kılmıştır. Âyetinde, (vesileye yapışınız) emrine uyanlar o vesile ile vâsıl olacaktır. Hadîs-i şerîfte ise "Siz benim câhımla tevessül ediniz" buyurulmuştur. Vesilelerin en büyüğü olan Sevgili Peygamberimizin câhına tevessül ediyoruz.
TEVFÎK : Lügat mânâsı uygun olma, rasgelme ve Allah'ın yardımıdır. Istılahda pekçok mânâsı vardır: Kulun işlerinin Hak rızasına uygun kılınması, vesilenin sebep olana uygunluğu, maksadın olması için sebeplerin hazırlanması, bir şeye ulaşmaya kulun istidat kazanması, kulun itaatına kudret verilmesi, kulu taate davet, isyan kapısının kapanması, hayır kapısının açılması, işlerde ko-laylık hâsıl olması gibi.
"Olsa tevfîkin refîk râhı selâmet gösterir"
TEVHÎD : Lügat mânâsı birleştirme, birliğine inanma, bir sayma ve Lâilâhe illallah tevhîd sözünü söyleme gibi mânâlar taşır. Bir ve benzersiz olan Allah'dan başka ilâh (tapacak) olmadığına inanmaktır. Tevhîdin üç mertebesi vardır: 1- Avâmın tevhîdi, Lâilahe illalah tevhîd kelimesini dil ile söyleyip mânâsına kâlben inanmaktır. Bu tevhîd ile açık şirkten kurtulup îmana girilir. 2- Hâl sahiplerinin tevhîdidir. Hakîkatların keşfi ile olur. Hâl sahipleri gizli ve açık bütün şirkten kurtulmuş olurlar. Mutmainne hâsıl olup îman sadra yerleşince, hakiki îman teşekkül edince tevhidin kemâli de hâsıl olur. 3- İlâhî tevhiddir ki Cenâb-ı Hakk'ın Vahidiyyet sırrının bütün incelik ve özellikleriyle bilinmesidir ki Habibi ile azın azı seçilmişlere mahsustur. Burada (işaretten başka ifade, sükûttan başka işaret yoktur) denilmiştir.
Dostları ilə paylaş: |