Atatürk İlkeleri ve İnklap Tarihi


Atatürkçülüğün Bazı Noktalarına Karşı Çıkanlar



Yüklə 2,15 Mb.
səhifə39/40
tarix29.10.2017
ölçüsü2,15 Mb.
#19570
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40

Atatürkçülüğün Bazı Noktalarına Karşı Çıkanlar

Bu kesimin ilk mensupları daha Kurtuluş Savaşı başlarken ortaya çıkmışlardı. Örneğin Atatürk’ün en yakın arkadaşları bile O’nun her yaptığını onaylamamakla birlikte O’nsuz bir başarıya ulaşmanın mümkün olmadığını da kabul ediyorlardı. En yakın arkadaşlarının devrim ilerledikçe O’ndan koptuğu bilinir. Örneğin Atatürk’ün çok güvendiği, her bakımdan uygar bir kişi olan Rauf Bey, O’nun önderliğine itiraz etmiyordu. Ama Cumhuriyetin ilanına ve Halifeliğin kaldırılmasına karşıydı. Yine Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki en önemli yardımcılarından ve arkadaşlarından Kazım Karabekir Paşa ne Cumhuriyete ne de Halifeliğin kaldırılmasına itiraz ediyordu. Ama o, ardından gelen devrim adımlarının çok hız kazandığını, Türk toplumunda böylesine geniş kapsamlı bir kültür değişikliğinin başarısız kalacağını öne sürüp "evrimsel" bir gelişme istiyordu. Bu nedenle 1924 yılında o da Gazi’nin karşısına geçti. Çok sonra her ikisi de Atatürk’ün ne kadar haklı olduğunu anılarında açık ve dürüst bir biçimde anlatacaklardır.

Devrimi kısmen kabul edenler, Cumhuriyetin ilanıyla gelişen kuşak içinde görülmüştür. Bu kesim Atatürk’ün önderliğine karşı çıkmamakla birlikte çok partili demokrasiye daha çabuk geçilmesini, medeni hukuk alanında yapılanların aceleye getirildiğini ileri sürüp laiklik ilkesinin ödün verilerek uygulanmasını istemişlerdir. Çoğu iyi niyetli olan ve önyargıları pek bulunmayan bu kişilere Türk devriminin bir bütün olduğu, birbirinden kopuk eylemlerle bir uygar ve ulusal kültür sistemine geçmenin mümkün olamayacağı ya anlatılamamış, ya da bu çevreler böyle bir bütünselliği kavrayamamışlardır. Yurtta çok partili demokrasi yerleştikten sonra Demokrat Parti liderinin "ulusa mal olmuş devrimler - ulusa mal olmamış devrimler" ayrımını yapması işte bu söylediğimiz kesimin canlı bir örneğidir. Ama bu sözleri söyleyen kişinin Atatürk’ün son başbakanı olduğunu, O’nun ölümünde Meclis kürsüsünde "Atatürk, seni sevmek milli bir ibadettir" dediğini de unutmamak gerektir. Demek ki bu kesim mensupları devrimleri zamana göre değerlendirmişlerdir. Bu yol da devrimin esenliği açısından tehlikeli sayılmalıdır. Zira devrimin bir bölümünü geçerli, bir bölümünü geçersiz saymak kişiden kişiye değişir. O zaman da ortak noktalarda anlaşmak mümkün olmaz ve devrim toptan yokolma sürecine girebilir. Nitekim böylesine iyi bir niyetle laiklik ilkesini zamana göre yorumlayıp ilk ve orta öğretime zorunu din derslerini koyanlar aslında Atatürk’ün laiklik anlayışı ile Medeni Kanunu’nun koyduğu sisteme ne kadar ters düştüklerini kavrayamamışlardır. Bu nedenle Anayasamızın bu hükmü içeren 24.Maddesi, Atatürk devrimi ile çelişmekte, aynı zamanda anayasanın bütünü ile ters düşmektedir.

Devrimin Eskidiğini İleri Sürenler

Bazı kesimler ise Atatürk’ün dayandığı ilkelerin eskidiği savını ortaya atarlar. Onlara göre dünya hızla değişmektedir. Globalleşme [küreleşme] bütün hızıyla artarak sürüyor. Dünyada bazı kavramlar eskidi. Örneğin ulusçuluk esasına dayanan ulus devletin modası geçiyor; ekonomik devletçilik tamamen bırakıldı; kişisel girişim özgürlüğü giderek artıyor... Evet, bunlar dünyadaki yeni eğilimler. Gerçi ulus devlet düşüncesini yeni kurulan Avrupa Birliği bir ölçüde zayıflatmıştır. Avrupa Birliğine üye devletler Bakanlar Komitesi’nin oyçokluğu ile aldığı kararları, katılmasalar bile uygulamak zorundadırlar. "Avrupa"nın çıkarları, ulusal çıkarların üzerindedir. Evet, doğru ama, bu Birlik "ulusları" sona erdirmiyor ki. Ulus devlet Yine var. Ortak kararların ulusal çıkarlarına aykırı düşebileceğini hesaplayan Norveçliler Avrupa Birliği’ne girmeyi kabul etmediler. Minicik Malta Ada devleti bile halkoylaması ile aynı kararı aldı. O halde Avrupa Birliği’ne girip girmemenin ölçüsü Yine "ulusal çıkarlar" olmaktadır. Kaldı ki globalleştiği ileri sürülen dünyamızda "mini ulusçuluk" denilen yeni bir etnik akım doğuyor. Bu "ulus devleti" reddedenlerin yanıtlaması gereken bir sorudur. Etnik gruplar bağımsızlık için uğraşıyorlar. Ama içlerinde bulundukları asıl uluslar öylesine büyük ve güçlü ki, bu amaçlarını gerçekleştirmeleri son derece zor. Mini ulusçuluk akımlarının başarı kazandığını varsayarsak dünyada bine yakın devlet belirecek. Buna karşılık süper güç dediğimiz büyük devletler de iyice büyüyecek. Hele Avrupa Birliği bir siyasal varlık haline gelirse o da kendisine yeni yaşam alanları bulmaya uğraşacak. Böylece mini devletler büyük güçlerin etki alanlarında, bağımsızlıkları sözde birtakım ufak organizmalar biçimine dönüşecek. Halbuki Atatürk ulusçuluğu bütün bu sakıncaları önlemek için yeterlidir.

Atatürk’ün bu ülkede yaşayan ve ortak bir geçmiş ile ortak bir geleceğe yönelişte içtenlikle birbirine bağlanan herkesi hukuk açısından Türk kabul etmesi O’ndaki ulusçuluk ilkesinin tek ölçütüdür. Bu ilkede ne etnik ne de ırksal bir temel vardır. Türkiye’de her halk grubu elbette kendi inanç ve duygularına göre yaşar; buna da kimse karışamaz.

Atatürk devletçiliğinin modası geçtiği konusundaki görüşü de tartışmak gerektir. Devletçilik bahsini inceleyen ünitemizde bu konuya değinilmişti. Kısaca söylemek gerekirse, pek çok kişinin son derece yanlış anladığı bir husus vardır: Atatürk devletçiliği sadece ekonomi alanıyla sınırlı değildir. O’nun devletçilik anlayışı bugünkü "sosyal devlet" ilkesinin en güçlü ifadesidir. Bu bakımdan devletçilik ilkesini doğru yorumlamakta yarar vardır.

İyi niyetli bazı yabancı yazarlar da Atatürkçülüğü incelerken ilginç sonuçlara varıyorlar. Son zamanlarda yayınlanan bir yazıda (Wolfgang KOYDL, Atatürk, Der lange Schatten des Übervaters [Geo Special, Nr2. Aprıl 1998] s 34 - 36) özetle şöyle deniyor: " Türkiye Cumhuriyeti ender bir olgudur. Türkiye’de ilkönce devlet kuruldu, devlet ise ulusu oluşturdu. Normal olarak bunun tersi bir süreç işlemeliydi.... Ama Birinci Dünya Savaşından parçalanmış olarak çıkan bu ulusu Atatürk kendi iradesine dayanarak kurduğu devlet ile birleştirdi. Bu nedenle Türkiye’de devlet herşeyin üstündedir... İşte Türklerin Kemalizm’in getirdiği istikrar ve güvenlik için ödemek zorunda kaldıkları bedel bu oldu. Atatürk’ün mirası radikal değişiklikleri önledi. Türkiye asla komünist kuzey komşusundan gelen etkilerin altında kalmadı. Türkiye’de Latin Amerika’daki gibi faşist cuntalar hiçbir zaman belirmedi. Yine Türkiye Ôde Kemalizm kökten dinci bir devletin oluşumunu önledi... ama bu sistem Türkiye’ye demokrasiyi getiremedi...". Yazar bizim pek çok önyargılı aydınımızdan daha iyi bir değerlendirme yapıyor ve bazı gerçekleri açıkça söylüyor. Ama bir noktada Türkleri pek tanımadığı için yanılıyor ve ayrıca aynı hususta bir mantık yanlışına düşüyor: Eğer "Kemalizm" Türkiye’ye teokrasiyi, faşizmi ve komünizmi getirmediyse geride kalan rejimin adı nedir? Demokrasi değil mi? Yazar kendi demokrasi ölçüleriyle Türkiye’yi karşılaştırdığı için bu teşhisi koyuyor. Ayrıca bizden başka hiçbir İslam ülkesinde demokrasi bulunmadığını da unutuyor. Fakat hiç olmazsa Kemalizm’i bizim aşırı tepkiciler gibi asılsız ve dayanaksız eleştirilerle küçültmeye kalkmıyor. Demek ki bizdeki Atatürkçülük karşıtı çevreler bilimsellikle ilgisi bulunmayan duygusal etkilerle haksız ve insafsız eleştirilerini sürdürüyorlar.

Genel Değerlendirme -30

TÜRK DEVRİMİNİN NİTELİĞİ

Türk devriminin çeşitli özelliklerini birkaç kavramla özetlemek mümkündür: Türk toplumunu ilerletmek, yüceltmek için akılcı, bilimci, ulusçu, laik, demokratik, cumhuriyetçi bir düzen kurmak devrimin esasını, özünü oluşturmaktadır. Bu düzenin niteliği de çağdaşlık ve evrensel ik içinde devrimin bir bütün olmasıdır. Bu nokta üzerinde biraz durmak gerekmektedir.



Çağdaş Uygarlık

Devrimimiz, çağdaş uygarlığın bütününe erişmeyi ve sonra da onu geçmeyi hedeflemiştir. Çağdaş uygarlık kavramının ne olduğunu anlayabilmek için, onu oluşturan iki sözcüğü incelemek gerektir. Uygarlıktan başlayalım: Bu konuların açıklandığı bazı bahisleri içeren ünitelerimiz vardı. Onları arayıp özellikle "kültür" ve "uygarlık" kavramlarını bir kez daha anımsayınız. Uygarlık kavramını incelemeden önce daha önce gördüğümüz "kültür" üzerinde kısaca durmamız gerektir. Kültür, bir toplumun maddi ve manevi bütün yaşam alanlarında yarattığı, ulaştığı değerlerin toplamıdır. Bu tanıma göre kültürsüz toplum yok sayılır. Gerçekten, dünyaya gelen ilk insan toplulukları bile yaşadıkları zamanın koşullarına göre "kültürlü" sayılırlar. Zira her insan topluluğu mutlaka bazı değer yaratır. "İnsan" olmanın baş koşuludur bu. Kültür kavramını genişlettiğimiz zaman "uygarlığa" ulaşırız. Uygarlık kültür değerleri yaratan toplumun benzeri diğer topluluklarla oluşturduğu bütününü çizer. İslam dünyasından örnek verelim: Bildiğiniz gibi tarihe damgasını vurmuş büyük bir İslam uygarlığı vardır. İslamlığa çeşitli uluslar girmişlerdir. Dikkat edilirse bu ulusların yarattıkları maddi-manevi değerlerin özünde orta noktalar vardır. Bundan dolayıdır ki İslam uygarlığı bir bütündür. Ama hiç kuşkusuz bu uygarlık içindeki çeşitli uluslar, özde ortak noktalar çevresinde kendi özellikleriyle yoğrulmuş değerler ortaya koymuşlardır. Bir örnek verelim: Müslümanların toplu olarak Tanrı'ya ibadet etmeleri için geliştirilmiş "cami" esasları bakımından her İslam ülkesinde belli ölçülere uyularak yapılır. Bir caminin mihrabı ve minberi olacaktır. Mihrap mutlaka kıble yönüne konulacaktır. Büyücek camilerde ezanın daha rahat duyulmasını sağlayan minare bulunacaktır. Ama örneğin 16. Yüzyılda yapılmış bir Türk camisi ile İran camisi arasında mimarlık tarzı, süslemeleri, yapı tekniği bakımlarından büyük farklar vardır. Fakat her iki cami de geniş anlamıyla İslam uygarlığının birer eseridir. Bu örnekleri dilediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Ortaçağ Batı uygarlığı için de yukarıdakine benzer pek çok örnek bulabilirsiniz.

Gelelim çağdaşlaşmaya: Geniş anlamı ile düşündüğümüz uygarlıklar, belli bir zaman dilimi içinde dünya üzerinde hükümlerini sürdürürken,birbirlerinden etkilenirler. Buna "kültür etkileşimi; veya kültür alış-verişi" denildiğini anımsayacaksınız. Bu karşılıklı etkileşim sırasında bir uygarlık, değerleri, eriştiği sonuçları açısından diğerlerinden üstün bir duruma gelebilir. Bir çağda, sözü geçen uygarlık, o çağı temsil eder;bir başka deyişle, o çağda İnsanoğlu'nun eriştiği en yüksek değerlerin temsilcisidir, "çağ"daştır. Bu bakımdan düşünülürse, o zaman dilimi içinde en ileri düzeyi temsil ettiğinden çağdaş uygarlık, uygarlık kavramının en ileri biçimi anlamına gelir. Ama o zaman dilimi içinde elbette başka uygarlıklar da vardır. Onların da geliştirdikleri, sürdürdükleri değerler bulunur. Hatta tek tek değerlendirilirse, bu uygarlıklar içindeki bazı kültür değerleri, o çağı temsil eden en ileri uygarlıktan belki daha üstündür. Ama bir bütün olarak dikkate alındığı zaman çağdaş uygarlık diğerlerinin üzerinde sayılır.

Şimdi Atatürk'ün ulusumuz için hedeflediği çağdaşlaşma üzerinde duralım: 16-17. yüzyıllarda "çağdaş" sayılacak Osmanlı uygarlığı, tarihin değişmez yasası gereği bir süre sonra eskiyip yozlaşmaya başladı. Bu eskime ve yozlaşma oldukça hızlıdır. Nedenini biliyorsunuz: Osmanlı toplumu, çağdaş olduğu zaman, Batı'ya olan penceresini açmadı. Buna gereksinimi yoktu. Ama çeşitli nedenlerle bir patlamaya benzeyecek biçimde hızla gelişen Batı uygarlığı bir süre sonra "çağdaşı" geçti. Başka bir deyişle, Osmanlı toplumuna kültür alış-verişi oldukça yabancı kaldı. Kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçek, Batı uygarlığının 18.yüzyıldan itibaren "çağdaşlaştığıdır". Bu uygarlık, geliştirdiği bilimsel, kültürel ve ekonomik değerlerle müthiş bir güç durumunu almıştı. Kendine ayak uyduramayan toplulukları ezip geçiyordu. Bakınız Atatürk ne diyor: (Bu ünitede Atatürk'ten aktarmalar Enver Ziya KARAL'ın "Atatürk’ten Düşünceler" (s 45 -51) ve Arı İNAN'ın "Düşünceleriyle Atatürk" (s 120 - 123) adlı kitaplarından (hep yapageldiğimiz gibi kısmen sadeleştirilerek) alınmıştır.) "Dağları delen, göklerde uçan, göze görülmeyen zerrelerden yıldızlara kadar herşeyi gören, aydınlatan, inceleyen uygarlığın gücü ve yüceliği karşısında Ortaçağ anlayışı ile ilkel hurafelerle yürümeye çalışan uluslar yokolmaya veya hiç olmazsa esir ve alçalmış olmaya mahkümdurlar. Ulus açıkça bilmelidir: Uygarlık öyle güçlü bir ateştir ki ona uzak kalanları yakar ve yokeder (1925)". Atatürk çağdaş uygarlığa doğru ilerlenilmesini varolmanın koşulu olarak kabul eder: "Ülkeler çeşitlidir. Fakat uygarlık birdir. Ve bir ulusun ilerlemesi için de bu tek uygarlığa katılması gerektir. Osmanlı İmparatorluğu'nun düşüşü, Batı'ya karşı elde ettiği başarılardan çok mağrur olarak kendini Avrupa uluslarına bağlayan ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi. Bunu tekrar etmeyeceğiz (1924)". Varolmak, Batı karşısında ezilmemek için, onların kurumlarını almak gerekti. 19. yüzyıla kadar batılı emperyalistlerce ezilen Japonlar tek kurtuluşu onlar gibi olmakla sağlanacağını gördüler. Müthiş bir silkinme ile 19. yüzyıl sonlarına kadar Batı'nın hukuktan teknolojisine, doğa bilimlerinden felsefesine kadar her şeyini aldılar. 20. yüzyıl başında Japonya çağdaşlaşmış ve dünya dengesinde büyük rol oynayan güçlü bir devlet durumuna erişmişti.

Çok büyük bir ulusçu (milliyetçi) olan Atatürk istediği çağdaşlaşmayı gerçekleştirirken ulusumuza özgü saf, temiz değerleri korumak ve geliştirmek gerektiğini biliyordu.: "Biz Batı uygarlığını bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya uygarlık düzeyi içinde benimsiyoruz". Bu sözlerden Atatürk'ün kültür değişiklikleri sırasında üçüncü ögeye dokunmamak gereğini çok iyi anladığını da görmüş oluyoruz. Öyle ise çağdaşlaşmak, en ileri uygarlığı kendi değerlerimizle benimsemek anlamına gelir. O uygarlık tarafından ezilmemek için ve şu anda ondan üstünü de bulunmadığından, onun iyi yanlarını almak, ulusal değerlerimizle beslemek ve sonunda "en uygar ve en refahlı, mutlu ulus olarak varlığımızı yükseltmektir (1937)". Öyle ise Türk devrimi bilinçli bir çağdaşlaşma için gerekli kültür değişikliğini hedef almaktadır; bunu sağlamak için yapılmıştır.

Evrensellik ve İnsan Sevgisi

Türk devrimin temelleri İnsanlığın binlerce yıldan beri işlediği değerlerden çıkmıştır. Bunu unutmadığınızı sanıyoruz. Özellikle altı Atatürk ilkesinin dünyanın uygar kesimlerinde tartışmasız kabul edilip uygulandığını veya doğru bulunduğunu anlatmıştık. Gerçekten Türk devrimi ilerlemek ve gelişmek isteyen bütün toplumlarda uygulanabilecek esasları içermektedir. Doğaldır ki bu esaslar her toplumun kendi özelliklerine göre yorumlanabilirler. Demek ki, Türk devrimine temel olan değerler evrenseldir. Atatürk bu evrensel değerleri Türk ulusunun bünyesine uydurmuştur.

Bu evrenselliği artıran bir başka özellik, Atatürk'ün bütün insanları büyük bir İnsanlık ailesinin eşit haklara sahip bireyleri olarak görmesidir. İnsanlar bu ailenin üyesi olarak evrensel görevler yüklenmişlerdir: "Dünyada insan diye yaşamak isteyenler,insan olmak niteliklerini ve gücünü kendilerinde görmelidirler (1937)". Demek ki "insan olma" onuruna her birey sahip bulunmalıdır. Hiç kuşkusuz, bütün insanlar kendilerini İnsanlık ailesinin bir üyesi saymayabilirler:

"İnsanlar geleneklerini, ahlaklarını, duygularını, eğilimlerini hatta düşüncelerini besleme ve eğitmede içinden çıktığı ve içinden yetiştiği toplumun Genel eğiliminden kurtulamazlar. Ama, bazı büyük yaradılışta olanlar vardır ki, onlar yalnız bağlı oldukları topluma değil, bütün İnsanlığa karşı kalplerini ve ruhlarını aynı durumda tutarlar (1922)". Öyle ise önderlerin bu çeşit duygularla bezenmiş olmaları yerinde bir istek sayılmalıdır: "Ulusları yöneten adamlar doğaldır ki ilkönce ve ilkönce kendi ulusunun varlık ve mutluluğunu geliştirmek isterler. Fakat aynı zamanda bütün uluslar için aynı şeyi istemek gerektir... Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve ulusu bunun organı saymak gerektir. Bir parmağın ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir (1937)". İnsan, insan olmak erdemi ile mutlu ve neşeli yaşamalıdır: "Uluslar acı ve üzüntü bilmemelidir. Şeflerin görevi yaşamı neşe ve coşkuyla karşılamak konusunda ulusuna yol göstermektir (Aynı konuşma)".

Öyle ise Türk devriminin temel nitelikleri arasında insan sevgisinin çok büyük bir yeri vardır. Bundan dolayıdır ki Atatürk zorbalıkla ve acı vererek ulusları yönetmenin şiddetle karşısındadır. Şu sözleri çok önemlidir: "...İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirlerine boğazlatmak, insancıl olmayan ve son derece üzüntüyle karşılanacak bir yöntemdir. İnsanları mutlu kılacak tek araç, onları birbirine yaklaştıracak, onları birbirlerine sevdirecek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçları sağlayan davranış ve güçtür. Dünya barışı içinde insanların gerçek mutluluğu bu yüksek ülkü yolcularının çoğalması ve başarıya ulaşmasıyla gerçekleşecektir (1932)".

Tarihte insan sevgisini böylesine yücelten bir başka devrimci göremiyoruz. Bu yargımız kesindir. O'nun insan sevgisi ile dolu ulusçuluğu, bazı çevrelerin anladığı aynı kavramdan ne kadar farklı. Bu tür, insan sevgisine dayanan bir ulusçuluk her çeşit iç ve dış sorunun karşılıklı anlayış, içtenlikli ve denk bir özveri içinde barış ile çözülmesini sağlayacaktır. Ama ne yazıktır ki, 21. yüzyıla giren bugünün dünyası üzerinde yaşayanların büyük bir çoğunluğu henüz böyle bir olgunluğa erişmekten çok uzaktır. Atatürk'ün bu eşsiz özlemi hem ulusumuz, hem de insanlık için ne zaman gerçekleşecektir acaba?



Devrim İlkelerinin Bütünlüğü

Atatürk ilkelerini açıklayan ünitelerimizde, bunların aslında, bir bütünün parçaları olduğunu sık sık belirtmiş ve ünitemizin başında da aynı görüşümüzü Genelemiştik. Bu konu üzerinde şimdi biraz daha ayrıntılı olarak duralım. İlkönce, daha önce işlediğimiz altı ilke ile arasındaki ilişkileri gözden geçirelim: Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Gerçek bir devletin, içinde yaşayan topluma dayanması, onun ihtiyaçlarına göre davranması gerektir. En iyi devlet biçimi sayılan cumhuriyet ulusa dayanmaz, onun özeliklerine uymazsa, yani ulusçuluk ilkesini gerçekleştirmezse, ulusal nitelikli değilse, hiçbir değeri yoktur. Böyle bir devletin doğrudan doğruya halkın içinden çıkması, yalnız onun dertleriyle uğraşması, yani sözün kısası halkçı olması gerektir. Böyle bir devlet, halkın her gereksinimi ile ilgilenecek, gücünü her sorunun çözümünde gösterecek, yani devletçilik özelliğine sahip bulunacaktır. Doğaldır ki ulusçu, halkçı, devletçi bir cumhuriyette yurttaşların kutsal vicdanlarına müdahale edilirse, devlet belli bir dinin kurallarına uyularak yönetilirse, o zaman özgürlük, yani en iyi rejim olan demokrasi, yoktur. Öyle ise böyle bir cumhuriyetin laik bir yapı taşıması gerektir. Bu ahenk, düzen içinde ilerleyen devlet eğer eski bir sistem yıkılarak kurulmuşsa, o zaman dayandığı yeni ilkelerin korunması, geliştirilmesi, olumlu yeniliklere açık olması da aranır. Böyle bir koşul devrimcilik niteliği ile yerine getirilir. Demek ki bu altı ilke içiçe geçmiştir. Öyle ki, birinin eksikliği gelişme ve ilerleme hızını keser ve toplumu giderek geriliğe iter.

Bu altı ilkeden beşinin akılcılık, bilimcilik ve ulusçuluktan kaynaklandığını biliyoruz. Dürüst ve bilimsel bir ulusçu görüşten çıktıkları için Atatürk ilkeleri bütün insanlığa seslenir ve insan sevgisini dile getirir. Devrim ilkelerini zaman içinde değerlendirirken, onların tam anlamıyla bir bütün oluşturdukları gerçeğini de unutmamak gerektir. Tek tek ancak belli bir sınır içinde değer ifade eden bu ilkelerin birleşmesi güçlü, sağlam, kalıcı bir yaşam görüşünü bize verirler ve her zaman uygulanabilirler.

TÜRK DEVRİMİNİN SONUÇLARI

Şimdi, bu ünitenin çerçevesi içinde Türk devriminin ulusumuza getirdiklerini biraz somut biçimde açıklayalım ve sonra da bu büyük olayın dünyadaki tepkilerini açıklamaya çalışalım.

Ulusal (Milli) Devlet

1919 yılında başlayan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi içinde tarihimizde ilk kez ulusa dayanan bir devlet kurulduğunu biliyorsunuz. Kurtuluş Savaşı'nın başarı ile sonuçlanması üzerine bu ulusal devlet hızla gelişti, pekişti. Cumhuriyet biçimi ile bugüne değin varlığını sürdüren ulusal devlet ile bazı önemli sonuçlar doğdu:

• Kurtuluş Savaşımız ulusal devletle başarıya ulaştı. Çökmüş ve yaşamını tamamlamış Osmanlı Devleti bu mücadeleyi başlatma, yürütme ve sonuca götürme olanağından yoksundu. Öyle ise bağımsızlığımızı bize kazandıran ulusal devletimizdir. Bu, tam bağımsızlıktır. Osmanlı Devleti'ni yüzlerce yıl durmadan artarak bir ahtapot gibi saran kapitülasyonlar yokedilmiştir. Yarı bağımsızlık sona ermiştir. Bu sonuç ulusa dayanan yeni devletçe alındı.

• Egemenliğin doğrudan doğruya ulusa ait olması, siyasal bilincimizi geliştirmiş ve güçlendirmiştir. Cumhuriyet ulusa kendi kendini yönetme erdemini getirdi. Böylece demokrasi yolu iyice açıldı. Bugün cumhuriyet kavramı Türk ulusunun bilincine tam anlamıyla yerleşmiş, mükemmel bir devlet biçimini simgeliyor.

• Ulusal devlet laiktir. Devletin ile toplumun gelişmesi akılcı ve bilimci yöntemlere bırakılmıştır. Türk yurttaşı dinini dilediği gibi benimseyebilir. Bir vicdan ve ruhsal iş olduğundan yurttaş bu konuda tamamen özgürdür. Laik devlette Müslümanlaşma sürecinin de Atatürk sayesinde tamamlandığını söylesek acaba şaşırır mısınız? Lozan Barışı'na "Türk-Yunan Ahali Değiş-Tokuşu"nun konulması Atatürk'ün isteğidir. Anadolu'nun ve Doğu Trakya'nın pek çok yerleşme bölgesindeki Rum yurdumuzu terketti. Bu konuyu rakamlarla açıklarsak yurdumuzun Türkleşme-Müslümanlaşma sürecinin nasıl tamamlandığını daha iyi anlarsınız: 1927 sayımına göre Türkiye'nin nüfusu 13.500.000 kişiden ibaretti.. Lozan Barışı yapıldığı sırada bu sayının biraz daha az olduğu tahmin edilebilir. Büyük taarruz sırasında 300.000 kadar Rum Türkiye'yi terketti. Lozan değiş-tokuşu ile de 1.300.000 dolaylarında Rum göç ettirildi. Onlara karşılık Yunanistan'dan gelen Türk sayısı 400.000'dir. Demek ki yurdumuzun Türklüğü onda bir gibi önemli bir oranda arttı. Bu gelişmenin ulusal devletin kökleşmesine etkisi inkar edilemez. Bugün yaşı yetmişin üzerinde olanlar Türkiye'nin pek çok yerindeki Rum kiliselerini anımsarlar. Bugün artık kiliseler yurdumuzdan uzaklaştı ise, bu, yalnız ve yalnız Lozan'daki büyük başarının sonucudur. Bugün laik Türkiye'de yurttaş dinini dilediği gibi anlıyorsa bu da Cumhuriyetin erdemidir. Zira demokraside, hele vicdan konusunda hiçbir zorlama olamaz!

Tarih Bilincinin Gelişmesi

Atatürk'ün, Türk ulusçuluğunu en sağlam çizgiye oturturken kullandığı belli başlı yöntem tarih bilincimizi geliştirmesi olmuştur. Gerçek ulusçuluk, bir ulusu oluşturan bireylerin tarihin derinliklerinde birleşmesiyle gerçekleşir. Ulusçuluk akımını geliştiren Batı uluslarının çoğunun tarihi Türklerinki kadar derinlere ve eskiye uzanmaz. Bu, bilimsel, önemli bir gerçektir. Ulusçuluğun siyasal ideolojisini doruk noktasına çıkartan Fransızların tarihi bugünden en fazla 1500 yıl geriye gider. Türk tarihinin ise bugüne kadar bilebildiğimiz kadarı ile 2500-3000 yıllık köklü bir geçmişi vardır. Yeni araştırmalar bu zaman diliminin büyümesi olasılığını göstermektedir. Türkler ayrıca "devlet kurma" yeteneği çok üstün ve ilerlemiş bir ulustur. Denilebilir ki Türkler kadar coğrafya alanı bakımından çeşitli bölgelerde devletler kurmuş, yaşatmış bir başka uluslar topluluğu yoktur. Türkler kurdukları devletlerle yeni görüşler, yaşam biçimleri getirmişler, uluslararası kültür alış-verişinde önemli rol oynamışlar, köklü uygarlıklar kurmuşlardır. Bu son derece önemli olan gerçekleri Türklerin bilincine yerleştirenin de Atatürk olduğunu özellikle belirtmeliyiz.. Bu sayede Türklerin ulusçuluk anlayışı, bu köklü gerçeklerin ortaya çıkarılması ile son derece geniş boyutlara erişmiştir. 19. yüzyıl sonunda sayıca çok sınırlı bir avuç aydın tarafından temsil edilen ve gerçek niteliği henüz belirmemiş Türk ulusçuluğu O'nun çabalarıyla geniş toplum kesimlerine yayılmıştır. Böylece ulusal birliğin sağlamlaştırılmasında da çok önemli adımlar atılmıştır.

Atatürk tarafından uyandırılan esaslı tarih bilincinde geçmişi inkar yoktur. Tam tersine, geçmişe bir bütün olarak kesinlikle sahip çıkma vardır. Doğaldır ki, binlerce yıllık tarihinde bir ulusun karanlık ve aydınlık dönemleri bulunur. Bu açık bir gerçektir. Geçmişi bilimsel yöntemlerle inceleyip, sıkıntılı dönemlerin nedenlerini araştırma Atatürkçü ve insan sever ulusçuların görevidir. Tarih bilincinin bir yararı da bu noktada yatar. Tarih bilincinin gelişmesi eğitim devriminin yöntemleriyle sağlanmıştır. Bu gelişmenin doğal bir başka sonucu da, Türk dilinin benliğini bulmasıdır. Bütün bu söylediklerimizi özetlersek, Türk ulusçuluğunun pekişmesinde ulusal tarih bilincindeki gelişmenin payı çok büyüktür.


Yüklə 2,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin