Atatürk İlkeleri ve İnklap Tarihi


Türkiye Cumhuriyetin’de Laikliğin Gelişimi



Yüklə 2,15 Mb.
səhifə37/40
tarix29.10.2017
ölçüsü2,15 Mb.
#19570
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40

Türkiye Cumhuriyetin’de Laikliğin Gelişimi

Yeni Türk Devleti 1920 yılının 23 Nisan günü kurulduğu sırada laiklikten söz etmek mümkün değildi. Bildiğiniz gibi ilk günlerde hedef "padişah ve halifeyi" kurtarmaktı. Diğer taraftan Türkiye Büyük Millet Meclisi bir süre din esaslarına uygun olarak çalışmak zorundaydı. Laikliğe geçiş sorunu zaferin kazanılmasından sonra belirdi. Osmanlı Saltanatı "tanrısal" idi. Osmanlı Anayasası’na göre padişah "mukaddes [kutsal]" sayılırdı (Madde 5). Devletin yapısı da yukarıda açıkladığımız gibi, dine dayanıyordu. Şimdi egemenliğin doğrudan doğruya ulusa ait olduğu bir devlet kurulmuştu. Böyle bir devlette artık "tanrısal" değil "ulusal" kaynak egemenliği doğuruyordu. Bu nedenle zaten salt bu açıdan bile laikliğin benimsenmesi bir zorunluluktu. Atatürk daha gençliğinden beri belirlediği bu hedefe, sözünü ettiğimiz zorunluluk ortaya çıkınca cesurca yürüdü ve adım adım laiklik ilkesini gerçekleştirdi. Bu adımları özellikle birinci kitaptaki son ünitelerde ayrıntılı olarak incelemiştik. Sizleri o bahisleri tekrar okutmaya başlamadan önce bazı ufak bilgiler verelim: Egemenliğin ulusa ait olması zaten laik bir devletin kurulduğunu gösteriyordu. Gerek Saltanatın, gerek ardından Halifeliğin kaldırılması bu durumun mantıksal sonuçları idi. Bildiğiniz gibi 1924 yılında tamamlanan bu ilk adımların ardından aynı yıl yeni Anayasa [1924 Anayasası) yapıldı. Bu Anayasa’nın ilk biçiminde devlet dini vardı. Türkiye Büyük Millet Meclisinin baş görevleri arasında "dinsel hükümlerin yerine getirmesi" bulunuyordu. Ama aynı Anayasa Türk yurttaşlarına geniş bir din ve vicdan özgürlüğü tanımıştı. Ardından, 1926 yılında Türk Medeni Kanunu kabul edildi: Dinsel hükümler dışında kalan önemli özellikler taşıyordu bu yasa. Her şeyden önce kadına meslek seçme özgürlüğü getiriyordu. Aile yapısını tek eşlilik esasına dayandırıyordu. En önemlisi 266. Madde hükmüydü. Bu hükme göre 1. Çocuğun dinsel eğitimi ana-baba tarafından saptanacaktı ve 2. Reşit dinini seçmekte özgürdü. Maddenin ilk bölümü o güne kadar devlete ait olan dinsel eğitim hakkını ana-babaya veriyordu. Devletin yapısı "İslam" olduğu halde ana-baba çocuklarına diledikleri dinsel eğitimi verebilirlerdi. Ama çocuk rüşt yaşına eriştiği zaman "dinini seçmekte özgürdü". Bu hüküm laiklik için temel taş sayılır. Böylece Anayasa’daki din ve vicdan özgürlüğü somut uygulama alanı buluyordu. Bu gelişme "devlet dini" ile ilgili anayasal hükümleri gereksiz kılıyordu; başka bir deyişle bu hükümler yeni uygulama ile bir çelişki yaratıyordu. Bu çelişki 1928 yılındaki Anayasa değişikliği ile giderildi. İşte bu tarihten itibaren atılan adımlar 1937 yılında tamamlanmıştır ve derslerimizin ilgili bahislerinde yeterince açıklanmıştır.


Türk Devriminin düşünce ve eylem alanındaki en önemli temel taşı laiklik olduğundan hemen her devrim atılımı onunla ya doğrudan doğruya veya dolayısı ile ilgilidir. Bu nedenle belli başlı devrim adımlarının anlatıldığı bahisler de laiklik ilkesinin açıklanması için gereklidir.

Atatürk’te Laiklik Anlayışı

Atatürk’ün şu sözleri (Atatürk'ün bu bahiste yer alan sözleri Genelkurmay Başkanlığı'nın derlemesinden aktarılmıştır. "Atatürkçülük-Atatürk'ün Görüş ve Direktifleri", Ankara 1983 s 1983 ve s 452.) laiklik anlayışını özlü biçimde veriyor: "Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve tefekküre [düşünceleri derinleştirmeye] muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasde ve fiile dayanan taassupkar [gerici] hareketlerden sakınıyoruz. Mürtecilere [gericilere] asla fırsat vermeyeceğiz". Şimdi bu sözleri açıklamaya çalışalım. Bu açıklamada O’nun aynı konudaki başka sözlerini de kullanalım:

- Atatürk’ün laikliği kesinlikle dine karşı değildir. Din bir vicdan işidir. Herkes vicdanına uyup uymamakta özgürdür. Atatürk din gerçeğini inkar etmez. Hatta dinin değerini de belirtir. "Din lüzumlu bir müessesedir [kurumdur]" der. Fakat O’na göre din sadece "Allah ile kul arasındaki bağlılıktır". Atatürk din kavramı üzerinde çok ciddi biçimde durmuştur: "Allah mefhumu [kavramı] insan beyninin çok güç kavrayacağı metafizik [fizik ötesi] bir meseledir" demekle bu konu üzerinde ne kadar derin düşündüğünü göstermiştir. O, ayrıca İslam inini, çeşitli konuşmalarında "akla en uygun, en mükemmel din" diyerek övmüştür de. Fakat İslamlık, Genel görüşüne uygun olarak "Tanrı ile kul arasındaki bir ilişkiden" ibarettir. Laiklik bu ilişkiyi koruyup geliştirmeye çalışır: "Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi ne bir din ne bir mezhep kabulüne icbar edebilir [zorlayabilir]". "Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, hakiki dindarlığın gelişmesi imkanını da temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, terakkinin [gelişmenin] ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış şark [doğu] kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz". Bütün bu sözlerden çıkan sonuç şudur: Atatürk’ün laikliği dine karşı değildi; tersine O, dine sevgi ve saygı göstermektedir.

- Laiklik tam bir inanç özgürlüğü ortamında, ulus ve devlet işlerini din işlerinden ayırmaktan başka bir şey değildir. Atatürk din-devlet birliğinin sonunda dinin üstünlüğü ile bittiği gerçeğini açıkça görmüştü. Vicdan işi olan din, kendi kalıplarını devletin ve bireyin üstüne geçirince toplumsal gelişme duruyordu. Ankara Hukuk Fakültesi’ni açarken (5 Kasım 1925) verdiği ünlü söylevinin bir yerinde bakınız ne diyor: "...uluslararası Genel tarihin akışında Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul’un fethini gözlerinizin önünde canlandırınız. Bütün cihana karşı İstanbul’u sonsuzluğa değin Türk alemine mal etmiş olan kudret ve kuvvet, aşağı yukarı aynı yıllarda icat edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için hukuk uzmanlarının uğursuz direncini kırmayı başaramamıştır". Bu çok ağır ama aynı derecede çok doğru olan saptama sözü edilen "hukuk uzmanları", Osmanlı Devleti’nde her işe karışan ulemadan başkaları değildir. Bildiğiniz gibi İslamlıkta hukuk ile din birdir. İşte, dinsel devlet düzenini yönlendiren bilginlere karşı Fatih’in İstanbul’u alan eşsiz gücü bile aciz kalmıştır. Tarihimizde bu konuyla ilgili daha yüzlerce örnek bulunduğunu bilirsiniz. İşte laiklik bu sakıncaları giderecekti. Devlet bilim ve akıl ile yönetilecek, ulus da kendini bu yolda geliştirecekti. Bu gelişme içinde dinin yeri, başka kimsenin el atmadığı vicdanlardı. Fakat din duygusu vicdanlarda gerçekten rahat da kalmalıydı: "Laiklik yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir". Zaten. demokratik rejimi benimsemiş bir toplumda başka türlü bir davranış da düşünülemez.

- Dine saygının ve din-devlet işlerinin ayrılmasının doğal sonucu din adına siyasal sömürü yapılmamasıdır.: "Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz". Ayrıca, din, halkı sömürme aracı da yapılamaz: "Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete muhalifiz ve buna müsaade etmiyoruz...". Özetleyecek olursak, laiklikte herkes kendi vicdanının gereğini rahatça yerine getirmeli, kimse tarafından rahatsız edilmemeli, din siyasete de karıştırılmamalıdır. Kendi yazdığı ve pek çok kez kul andığımız ünlü ders kitabında şöyle diyor (s. 56): "Türkiye Cumhuriyeti’nde her reşit dinini intihapta (seçimde) hür olduğu gibi, muayyen (belli) bir dinin merasimi de serbesttir, yani ayin hürriyeti masundur (korunma altındadır). Tabiatıyla ayinler asayiş ve umumi adaba (Genel edebe) mugayir (aykırı) olamaz., siyasi nümayiş (gösteri) şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere artık, Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez".

Yukarıda verdiğimiz açıklamalardan kavranılacağı gibi Atatürk’ün laiklik anlayışı son derece açık ve seçik biçimde ortaya konulmuştur. Kendisi din ve devlet ilişkileri üzerinde daha pek çok düşünce ileri sürmüşse de, O’nun laiklik anlayışının Genel çizgileriyle ifadesi yukarıdaki açıklamalarla kavranılabilir.

Öyle ise, son derece akla uygun, hiçbir aşırı yanı bulunmayan bu laiklik anlayışı niçin hep tartışmalara yol açmaktadır? Bu soru uzun ve doyurucu araştırmalardan sonra yanıtlanabilir. Fakat burada belki, laiklik üzerindeki tartışmaların Genel nedeni sayılabilecek şu noktalara da dikkati çekmek gerekebilir: Hiç kuşkusuzdur ki, laiklik ilkesi yerleştikçe pek çok çevrenin maddi çıkarları tehlikeye düşmüştür; bunun üzerine hemen, laiklik ile dinsizlik terazinin aynı kefesine konulmuştur. Ancak tartışmaların bizce asıl kaynağı İslamlığın özelliğinden doğmasıdır. Bildiğiniz gibi İslam dininin ana kaynaklarında hem din hem de dünya işleri içiçe geçerek düzenlenmiştir. İslamlığın dine ve bizim bugünkü hukuk, yönetim, eğitim gibi konulara aynı değerdeki hükümlerle eğilmesi ve hepsini bir bütün olarak görmesi tartışmaların ana kaynağıdır. İslamlığın bütün buyruklarını çok kesin kabul edenlere göre din-dünya ayrımı olamaz. Eğer dinin, dünyaya ilişkin kural arı kaldırılsa, bütünlük bozulur, din de ortadan kalkar denilmektedir. Bu düşüncelere kapılanlar isteyerek veya istemeyerek laiklik tartışmasını dramatik boyutlara ulaştırmaktadırlar. Halbuki İslam dininin bu tartışmaya son verecek açık kural arı vardır. Her şeyden önce "ümmetim bir yanlış üzerinde birleşmeyecektir" Hadisine dayanılarak yapılan icmalar canlandırılabilir ve bu yolla din-dünya işleri birbirinden ayrılabilir. Bütünüyle din hükümlerinden oluşan Mecelle şöyle der:"Zamanın değişmesi ile hükümler de değişir". (Mecelle İslam aleminin ilk ve son Medeni Kanunu'dur. Osmanlı Devletin’de, 19. Yüzyılın en büyük din bilgini olan Ahmet Cevdet Paşa'nın Başkanlığını yaptığı bir komisyon tarafından hazırlanmıştır. Bu konuyu biliyorsunuz. Anımsamak için Hukuk Devrimi Ünitesini tekrar okuyunuz. Yukarıda aktardığımız ünlü 39. Maddenin tam ifadesi şöyledir: Ezmanın tagayyürü ile ahkamın tagayyürü inkar olunamaz.) Din bilginlerimiz bu tür yolları deneyerek, toplumumuzu gereksiz yere zedeleyen bu tartışmayı , en koyu dindarları bile doyurucu bir yanıtla kesmelidirler. Böylece Atatürk’ün laiklik anlayışı, bir büyük Müslüman ulusta, kalkınmanın, çağdaşlaşmanın en önemli itici gücü olacaktır; tıpkı Atatürk zamanında ve şimdi de tekrar gerçekleştiği gibi... Çünkü, Türk ulusu demokrasiyi vazgeçilmez bir yaşam biçimi olarak benimsemişse, din ve vicdan özgürlüğüne saygı göstermek zorundadır. Bu davranışın sonucu ise laikliktir.

Atatürk İlkeleri (6) / İnkılapçılık (Devrimcilik) -28

"İNKILAP" VE "İNKILAPÇI" KAVRAMLARINA YİNEL BİR BAKIŞ

Ufak çapta ve pek bilinçli olmayan, Genellikle yarım kalan devrimlere dünya tarihinde rastlıyoruz. Fakat, toplum yapısını köklü olarak değiştiren ve dünyadaki pek çok kurumu ve ulusu etkisi altına alan, bu niteliği ile "ilk gerçek devrim" olma özelliğini de kazanan olay büyük Fransız İhtilali ile doğmuştur. Çok çetin ve önemli sorunları çözmeye uğraşan bu devrimin yürütücüleri ilkönce kendi kamuoylarında, sonra da giderek dünyanın pek çok ülkesinde "devrimci=İnkılapçı" sözüyle anılmaya başlamışlardır.

Devrimleri yapıp yürütenlere "devrimci" demek doğaldır. Ama burada bir ayrım da yapmak gerekmektedir: Devrimi kendinden önce beliren düşünce akımlarına veya kendi görüşlerine göre başlatan bir kadro bulunduğunu biliyorsunuz. Bu kadro devrime yön verir; onu belli bir yola sokar. İşte bu ana kadroyu oluşturanları, devrimcilerin tanımı içinde ayrı ve seçkin bir yere oturtmak gerektir. Bu ana kadroya bağlı, onun belirttiği yoldan yürüyen, devrimi çeşitli alanlarda uygulayan ve uygulatan kişiler de devrimcidirler. Ama bu ana kadro olmasa idi onlar ortaya çıkamazlardı.

Şimdi bir önemli soruna daha geçelim: Bir devrim başarı ile sonuçlanır, hedeflerin çoğu gerçekleşir, bu arada zaman geçer de devrimin ana kadrosunu ve o kadroya bağlı olanları içeren kuşak ömrünü tamamlarsa, durum nasıl değerlendirilmelidir? Başka bir deyişle, devrimi yapan ve yürüten kuşaklar ölürse onların çocuklarına da devrimci" demek mümkün olacak mıdır? Çünkü devrim daha önce yapılmış ve kurumlar bir ölçüde yerleşmiştir.

Çok önemli olan bu sorunun yanıtını başarılı sayılabilecek her devrim için ayrı ayrı vermek gerekmektedir. Devrimi yapıp yürüten kuşak ortadan kalktıktan sonra, istenilen, özlenilen hedefe ulaşılmışsa daha sonra gelenler zaten artık bir 'devrim" ortamı içinde değildirler. Onlar, içlerinde yaşadıkları düzeni sanki hep öyle kurulagelmiş sanırlar. Eğer devrim topluma kendi kendini yenileme, yani evrimle gelişme gücü aşılamışsa, sonradan gelen kuşaklarda devrimcilik niteliği de , mantıklı düşünülürse, ortadan kalkar. Ama, devrimi yapıp yürüten kadronun ömrünü tamamlamasından sonra da belli kurumlar toplum içine henüz tam olarak oturmamış bulunabilirler. O zaman, yeni gelen kuşaklara devrimi sürdürmek görevi düşer. Bu görev bilincini de doğal olarak, devrimi yapıp yürüten kuşak, genç kuşaklara aşılamış olacaktır. Her devrimi yürüten kadroda bu önlenemez eğilim vardır. Devrimci kadro, tarih karşısındaki rolünü tamamlayabilmek için kendi yaptıklarının bilincini sonraki kuşaklara aktaracaktır. Çünkü Genel olarak hiçbir devrim, tek kuşaklık zaman dilimi içinde tam olarak yerleşemez.

Öyle ise bu sorunun yanıtı bir ölçüde kuramsal sınırlar içinde kalıyor. Yani, asıl devrimci kuşaktan sonra da istenilen düzen tam olarak kurulamayacaktır. Ama kuşaktan kuşağa aktarılan devrim bilinci sonucunda istenilen hedefe tam olarak ulaşıldığı takdirde, yani devrim kurumları iyice oturup evrimsel bir gelişme sürecine girildiğinde, gelecek kuşaklardaki devrimcilik niteliği kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Devrimi yapıp yürütenlerden sonra "devrimcilik" niteliği kaç kuşak sürer? Bu da her devrime ve o devrimin gerçekleştiği toplumun yapısına göre değişir. Bildiğiniz gibi, özet olarak tanımlamak gerekirse devrim, kısa sürede gerçekleştirilen ve bir ölçüde toplumu zorlayarak yerleştirilen bir değişikliktir. Bu değişikliği yapan kuşaktan sonra gelenlerde, eğer "devrimcilik" nitelikleri sürecekse, onlar nasıl davranmalıdırlar? Başka bir deyişle, ilk kuşaktan sonra gelenlerde devrimcilik niteliğinin ölçüsü ne olacaktır? Hemen belirtelim ki bu ölçü, ilk kuşaktakilerden farklıdır. Eğer ilk kuşak devrimi başlatmış ama bütünü bakımından tamamlayamamışsa, orada devrim zaten daha bitirilmemiştir; "kısa sürede ve çabukluk içinde hedefe ulaşma" gerçekleşmemiştir. Aslında ilk kuşak, kendi anlayışına ve ideolojisine göre bir bütün olarak devrimi yapıp hiç olmazsa temeli bakımından bitirmek zorundadır. Ondan sonra gelecek devrimci kuşaklarda tekrar "çabuk değiştirme" ihtiyacının bulunmaması da gerektir. Neden? Çünkü bir toplum sürekli olarak böyle bir gerilim içinde tutulamaz. Bu nedenle temeli bakımından bitirilen devrimde ilk kuşaktan sonra gelenlere düşen bir başka görev vardı: Eğer bu kuşak, devrimcilik bilincini almışsa, bir yandan temel üzerine gerekli yapı çıkılacak yahut tamamlanacak, diğer yandan devrim tepkilere karşı korunacaktır. Eğer ilk kuşak sağlam bir temel atıp onun üzerindeki yapının ilk taşlarını da koymuşsa, ikinci kuşaktakiler bu yapıyı zaten tamamlamak zorundadırlar. İş artık yürüyecektir; yarım kalamaz. Aksi takdirde temel çürür; devrim ortadan kalkar. Bu nedenle ikinci kuşak çabuk olmasa bile bu yapıyı rahatça tamamlamak zorundadır. Bu rahatlığı ise tepkilere karşı koyarak sağlayabilir. Şimdi bu son nokta üzerinde biraz duralım:

Yüzlerce yıllık toplumsal kurumların kısa bir süre içinde değişmesi, devrim geçiren toplumun bazı kesimlerinde rahatsızlık yaratır ve bu da çok doğaldır. Bu rahatsızlık çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir: Çıkarlar yokolmuştur; kişilerin bağlandığı bazı değerler kalkmış, yerlerine anlayış bakımından hemen benimsenemeyecek bazı yeni değerler konulmuştur. Ayrıca her toplumsal kesimin özelliklerine göre de tepkiler doğabilir: Bazı kesimler devrimi bütünüyle desteklerken, bazı kesimler bütünüyle reddederler. Kimi kesimlerde ise şaşkınlık, duraklama belirir. Bazı kesimler ise devrimin bir bölümünü kabul edip bir bölümünü benimsemeyebilir. Tepkici kesimler, eğer başarılı bir biçimde gerçekleşmişse devrimin ilk evresinde direnemezler. Devrimci ilk kuşağın yarattığı coşku karşısında seslerini kısmayı yeğ tutarlar veya gösterecekleri tepkinin derecesini kestiremezler. İlk kuşak çekildikten sonra devrimin coşkusunda doğal bir durulma başlar. Şimdi tepkici kesimler için bir rahatlama ve toparlanma dönemi açılmıştır. Böylece örgütlü veya örgütsüz tepkiler başlar. En köklü devrimlerden Fransız değişikliğine karşı 1814-1830; 1832-1848 yılları arasında tepkiciler başarılı olmuşlar ve siyasal iktidarı ele geçirmişlerdir. Ama ilk tepkiler 1830'da, ikinciler 1848'de, yeni devrimci kuşaklar tarafından ve her seferinde daha rahat ve kolay biçimde yokedildiler. 19. yüzyıl ortalarından sonra bütün uygar aleme yayılan bu devrim kendi öz ülkesinde bile ancak 1871 yılından sonra tam olarak kurumlaşıp kök saldı.

Öyle ise devrimlere karşı tepkileri doğal kabul ediyoruz. O halde, ilk kuşaktan sonraki devrimcilere düşen görev bir yandan yapıyı sağlamlaştırırken bir yandan da tepkileri elden geldiği kadar önleyerek yeni toplumsal kargaşalara yol açmamaktır. Devrim geçiren her toplum içindeki kuşaklar bu önleyicilik görevini, kendi toplumlarının ve zamanın özelliklerine göre yerine getirirler. Ama sosyolojik açıdan, tepkilerin azaltılması, hatta önlenmesi için her zaman uygulanacak bir yöntem de vardır: O da devrimin başarısını, "iyiliğini" somut örneklerle kanıtlamaktır. "İyi" evrensel bir kavramdır. Akla ve insanın soylu niteliklerine uygun olma "iyi"nin ölçüsüdür. Tepkilerin azaltılması, hatta yokedilmesi sözü geçen kesimleri devrimin iyiliğine inandırmakla kabildir. Ama bu Genel kuraldaki "inandırma" işinin her toplumun kendi özelliklerine uygun yöntemler kullanılarak gerçekleştirilebileceğini de unutmamak gerektir.

Türk devrimi de aynı evreleri geçirmektedir. Türk Devriminde ana kadronun "tek kişi"den oluştuğunu biliyoruz. Atatürk bir yandan, ilk kuşak içinde kendi ülküsüne bağlı kişileri nitelik ve nicelik bakımından artırırken, bir yandan da yaptığı büyük kültür değişikliğinin çok kısa bir süre içinde yerleşemeyeceğini bildiğinden kendisinden sonra gelecek devrimcileri yetiştirmeye çalıştı. O, bu yetiştirme işlevine ilkönce "Türk Devriminin niteliklerini" yani "iyiliğini" açık ve seçik anlatmakla başlamıştır. Şimdi Atatürk'e göre Türk devrimini bölüm bölüm tanıyalım.

ATATÜRK'E GÖRE TÜRK İNKILABI [DEVRİMİ]

İlkönce Atatürk'ün şu sözlerini okuyalım:

"...yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve modern ve bütün anlam ve görünüşü ile uygar bir toplum durumuna ulaştırmaktır (1925)". "Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük (1924)" (Atatürk'ten alıntılar şu kitaplardan yapılmıştır: Genelkurmay Başkanlığı, Atatürk'ün Görüş ve Direktifleri, Ankara 1983, s.112-119; Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara 1956, s.41-44; Arı İNAN, Düşünceleriyle Atatürk, Ankara 1983, s.87-88).

Atatürk'ün, Türk devriminin neden yapıldığını anlatan pek çok sözü daha vardır. Ama yukarıdakiler, hepsinin çok güzel bir özetidir. Evet, Türk halkını bütünüyle çağdaş, günün koşullarına uygun, bütün anlamı ve biçimleri, görünüşü ile uygar bir toplum durumuna getirmek için Türk devrimi yapılmıştır. Herhalde böyle bir toplum durumuna gelmemek istenilmeyecek bir hedef değildir. Öyle ise Atatürk, Türk devrimi ile son ünitemizde inceleyeceğimiz "çağdaşlaşmayı" amaçlamaktadır. Ama bu çağdaşlaşma belli alanlarda değil, bütünüyle bir değişme olacaktır. Bu da çok büyük bir kültür değişikliğidir. Daha önceki ünitelerimizde öğrendiğiniz üç ana ögesiyle gerçekleşecek bir kültür değişikliği, "bir çağdan geçip yepyeni bir çağa ulaşma". Yepyeni bir çağın kültürünü alıp özümseyerek çağdaşlaşma. İşte Türk devriminde bu ana temele dayanılmakta, bu ülküyü gerçekleştirme amacı güdülmektedir.


Atatürk devrimlerin Genel tanımını çok açık bir biçimde verir: "İnkılap mevcut kurumları zorla değiştirmek demektir (1933)". Bu tanımı açıkça ortaya koyduktan sonra, onu Türk devrimine uygular: "Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri (kurumları) yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara (uygar gereklere) göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmak... Türk devrimidir (1933)". Yüzlerce yıllık toplum kurumları Türk ulusunun gereksinimlerini karşılayamaz duruma geldi. Ulus gerilemeye başladı. Öyle ise o kurumlar bir devrimle, yani zorla yıkılacak ve yerlerine en yüksek uygarlık düzeyini gerçekleştirecek yeni durumlar konulacaktır. Atatürk devrimdeki "yıkmayı" sadece Türk ulusunu geri bırakmış kurumlar için gerekli görmektedir. Yani ulusun yüksek manevi değerlerine dokunulmayacaktır.
Yıkılacak kurumların da yerlerine hemen yenileri konulacaktır. İşte bu tam bir devrim sürecidir. Bakınız O, daha 1918'de neler diyor: "Benim elime büyük bir yetki ve kudret geçerse, ben toplumsal hayatımızda arzu edilen devrimi bir 'coup=[darbe]' ile uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira, ben bazıları gibi kamuoyunu, dinbilginleri çevresini yavaş yavaş benim düşüncelerim düzeyinde fikir oluşturmaya ve düşünmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle bir harekete karşı ruhum isyan ediyor..". Bu düşüncelerinden açıkça anlaşılıyor ki genç Mustafa Kemal Paşa'da tam bir devrimcilik ruhu vardır. O. Türk toplumunun bir evrimle gelişemeyeceğini kavramıştır. Bu konuda Yine şöyle diyor: "Türkiye'yi derece derece mi ilerletmeli yoksa ani olarak mı? İki sistem var. Biri bilinen Fransız ihtilalindeki yöntem: Rejimler değişecek, ihtilallere karşı mukabil ihtilaller yapılacak. Sağ solu tepeler, sol sağı süpürürken bakılacak ki birbuçuk yüzyıllık bir zaman geçmiş. Bu milletin damarlarında o kadar bol kan ve önünde o kadar geniş zaman var mı? (1922)". Türk devriminin yapılışında düşünceleri açısından derin etkisinde kaldığı Fransız ihtilalinin başı bozukluğunu Atatürk benimsemez. O, barış, düzen ve disiplin adamıdır. Fransız ihtilali gerçekten çok sıkıntılı ve sancılı uzun bir evreyi kapsar. Türk ulusunun ise o kadar zaman kaybına ve sıkıntıya tahammülü yoktur. Önder, gerekli gördüğü kurumu hemen değiştirecek ve iş bitecektir.
Atatürk, kadrosuzluğun farkındadır. Devrimi başlatıp yürütmeyi, üstün dehası ile üzerine almaktadır.

Fakat, daha önce de gerekli olan yerlerde belirtildiği gibi O, devrimin başarısı için ulusa dayanmak gereğini de anlamıştır: "...Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların, yaptığı siyasal ve toplumsal devrimlerin gerçek sahibi kendisidir. Sizsiniz. Milletimizdeki bu yetenek ve gelişme var olmasaydı, onu (devrimi) yaratmaya hiçbir güç ve kudret yeterli gelmezdi. Herhangi bir olgunlaşma aşamasındaki bir insan toplumunu bulunduğu durumdan kaldırıp damdan düşer gibi filan olgunluk aşamasına iletmek imkansızlığını herhalde açıklamaya gerek yoktur (1925)". Öyle ise "eskiyi yıkıp yerine yenisi koyarken" devrimci Atatürk bunu ulusun yeteneğine ve bu hareketi "anlamasına" dayandırmıştır. Ulusun gerçek ihtiyaçlarını sezip ona göre davranmıştır: "İnkılap hareketlerinde dikkat edilecek nokta, insan cemiyetlerinin emellerini, fikirlerini teşhis ettikten sonra, onlara yenileri kabul ettirmektir (1930)". İşte, Türk devrimi, bilinen devrim tanımı içindedir. Ama devrimin yapılması ve gelişmesinde kendiliğinden gelişen kurallara göre değil, Önder'in ulusun "yeteneği ve gelişme gücüne" dayanarak gerçekleştirdiği esaslara uyulmuştur.



Türk Devrimi [İnkılabı] Nedir?

Atatürk, devrimin bilimsel tanımını yaparken onu "ihtilal"den ayırmaya özen gösterirdi: "Türk inkılabı nedir? Bu inkılap kelimenin ilk bakışta dolaylı olarak işaret ettiği ihtilal anlamından başka ondan daha geniş bir değişikliği ifade etmektedir (1925)". Gerçekten bu sözler, derslerimizin başında öğrendiğiniz "ihtilal-devrim" farkını açıkça ortaya koyuyor. Bazı devrimlerin temelinde (Fransa'da olduğu gibi) kanlı ve kargaşa içinde geçen bir ihtilal vardır. Türk devriminde ise böyle bir karanlık ihtilal evresi bulunmaz. İhtilal başlarken hemen düzenlemeye, yani devrim aşamasına geçilmiştir. Bu düzenlemede esas alınan noktalar ise bellidir: "Milletin varlığını sürdürebilmesi için kişiler arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri gelen biçim ve esasını değiştirmiş, yani millet, din ve mezhep bağlantısı yerine, Türk milliyeti [ulusallığı] bağı ile bireylerini toplamıştır (1925)". Yapılan iş esasta büyük bir sistem değişikliğidir. Daha önceleri de belirttiğimiz gibi, ulusçuluk ilkesi, bu sistemin dayandığı ana temelin içindedir; belki bu temelin çimentosudur. Bu temel üzerindeki yapı da zamana uyularak geliştirilebilir. Bunun için de çağa ayak uydurmak gereklidir; kalkınmanın ve gelişmenin esası olan bilim ve güç burada yatar: "Millet uluslararası Genel mücadele alanında hayat sebebi ve kuvvet sebebi olacak bilim ve aracın ancak çağdaş uygarlıkta bulunabileceğini değişmez bir gerçek olarak ilke saymıştır (1925)". Öyle ise Türk devrimi, Genel kurallara uygun, ama düzensizlik evresi geçirmeyen köklü ve büyük bir toplumsal sistem, başka deyişle geniş bir kültür değişikliğidir.



Yüklə 2,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin