Benim gözümden) doğANŞEHİR ve 93(1877) muhacirleri



Yüklə 2,37 Mb.
səhifə15/55
tarix30.07.2018
ölçüsü2,37 Mb.
#63474
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   55

Ve projelendirilen Adana-Malatya arası demir yolu çalışmaları 1929 yılında başladı. Her yer bir şantiye halinde.Viranşehir’e de bir şantiye kurulmuştur. Demiryolunda çalışan mühendisler ve işçilerin bir bölümü Viranşehir’de tesbit olunan üzerleri çinko çatılarla kaplı mekanlarda kalmaktadırlar. Bu mekanlardan biri de benim dedem Zaptiye Memet’in evinin alt katıdır. Demiryolu çalışmaları ve kasabada kurulan şantiyeler, kasabaya bayağı bir canlılık kazandırmıştır. Ka-saba halkından birçoğu taşeronluk ve işçilik olarak görev almaktadır. Gerek bu insanların kazançları ve gerekse şantiyede bulunan insanlarına yiyecek içecek temin eden kasaba halkının elde ettiği ufak da olsa bir gelir, insanların yüzünü güldürmüştür. Viranşehir adeta bir cazibe merkezi olmuştur. Nüfus birden patla-mıştır. O dönemler, 15 bin insan barındırmıştır Viranşehir.

Şantiyelerin etrafı aynen bir panayır alanı gibidir. Etraf yerli ve yabancı in-sanlarla doludur. Bazen yabancı çalışanlar için, tiyatro grupları gelmektedir. Ti-yatro derken çalgılı, türkülü ve dansözlü eğlencelerdir. Bu zamanlarda ise, mah-şeri bir kalabalık oluşurdu. Herkes merakla bu eğlencelerden faydalanmak ister-di. Tabiiki çocuklar ve yeni yetme delikanlılar çok arzu etmelerine rağmen bun-dan muaftırlar.Yine de bir yolunu bulup kaçamak yapanlar da yok değildir.

Zamanla çalışmalar hızlanır. Tren rayları döşenmeye başlanır. Gölbaşı-Kapı- dere arası geçit vermediği için tünel açma çalışmaları gündeme gelmiştir. Bu kısım, parasal ve güç hacmi açısından çok çetrefellidir. Bir ara bu işin, bu im-kanlarla başarılamayacağı dillendirilmeye başlansa da, o zaman Başbakan olan İsmet İnönü’nün ısrarı üzerine, çalışmalara devam edilir ve aşılmaz denen zor-luklar aşılır.Tren raylarının döşenmesi sürerken istasyon çalışmaları da son sürat devam eder. 1931 yılında Adana-Malatya arası demiryolu çalışmaları sonlan-dırılmıştır. Şimdi de, geçecek olan trenin heyecanı sarmıştır insanları. Herkesde büyük bir heyecan ve merak vardır ki hiç sormayın. Nasıl bir şey şu tren? Şu döşenmiş ince demir üzerinden, sağa sola devrilmeden nasıl gidecek?... Bir türlü akıl erdiremiyorlar, bazıları ise hiç kabullenemiyor “ Yok yahu olamaz böyle bir şey! Biz düzgün koca bir yolda yürümekte zorlanıyoruz, koca tren bu iki ince demir üzerinde nasıl gidebilir? Bu olacak bir şey değil.” diye hüküm yürütüyor-lardı.

Ve nihayet tren şu gün gelecek haberi, her tarafta insanlar arasında yayıl- mıştır. Tüm herkes, gerek kasaba ve gerekse civar kasaba ve köy halkları, daya- nılmaz bir merak ve heyecan içinde treni sabırsızlıkla beklemektedirler. O gün istasyon ana baba günüdür. Herkes işini gücünü bırakmış, istasyona treni görme- ye koşmuştur. Ön saflara yaşlı ve itibarlı kişiler, arka sıralarda da diğer halk ke-siminden insanlar dizilmişlerdir. Az çok tren hakkında bilgi sahibi olanlar iştah-la bir şeyler anlatmakta, diğer insanlar da heyecanla ve pür dikkat anlatılanları dinlemektedirler. Anlatanlar, bir şeyler bilmenin ve görmenin gururu ile kendile-rini kasmakta, diğer insanlar da onlara gıpta ederek, cahilliğin verdiği bir türlü ezikliği yaşamaktadırlar. Kafalarında oluşmakta olan merak ettikleri soruları sormaya, cahilliklerinin ortaya çıkmaması adına çekinerek, gelişmeleri oluruna bırakmaktadırlar.

Bir müddet sonra Karamançat-Büyükyazı tarafından tiz ve kuvvetli bir düdük sesi duyulur. Bu sesi ilk defa duyanlar irkilir, daha önce duymuş olanlar ise bir yandan kıpırdanıp bir yandan da bu sesin insanlar üzerinde yarattığı etkiyi göz- lemlemeye başlarlar. Onların duyduğu heyecan, gelecek olan trenden ziyade, insanlar üzerinde yaratacağı etki ve onların takınacakları tavır idi. İnsanlardaki heyecan doruk noktasındadır. İtişip, kakışmalar ve mırıldanmalar olağan bir şe-kilde gelişmektedir. Nihayet çok daha kuvvetli bir ses ve akabinde koca dev gibi simsiyah bir canavarın, fosuldayarak istasyona giriş yapması ile birlikte, insan-ların çoğu, korku, dehşet ve panik içinde sağa sola kaçışmaya, “ Kaçın canavar geliyooorrr!” diye bağrışmaya başlarlar. Bu arada koşuşturma sırasında, ayak altında kalıp ezilenler bile olmuştur. Meselenin özünü bilenler ise, yerlerinden kıpırdamadan ya olanlara gülmekte ya da “ Korkmayın, korkmayın! Sizlere bir zararı dokunmaz, kaçmayın gelin buraya” diye bağırarak onları uyarmaya ve cesaret vermeye çalışmaktadırlar.

Tren alkışlar arasında istasyonda durunca, korkup kaçanlar, trenin durması ve yapılan uyarılar üzerine, çekinerek ve ürkerek yavaş yavaş trene yaklaşırlar. Tüm dikkatlerini sarfederek treni incelerlerken, duruma vakıf olanlar ise trenden ziyade, onların tavır ve davranışlarını gülümseyerek ve biraz da küçümseyerek neşe içinde izlemektedirler. Tren bir müddet durduktan sonra, düdüğünü çalıp, gürültü ile hareket edince, yine bir grup insan kaçışmaya çalışsa da, ilki kadar etkili olmamıştı haliyle. Zira, korku ve heyecanlarını biraz olsun üzerlerinden atmışlardı.

Uzun zamandır insanların kafasını meşgul eden tren, nihayet insanlar tarafın- dan görülmüş, tanınmış, o koskoca tren, peşine taktığı vagonlarla birlikte, iki in-ce demir yolu üzerinde, sağa sola devrilmeden, arkasına taktığı bir çok vagon ile birlikte, insanların şaşkın bakışları arasında akıp gitmiştir. Başlangıçta Gogop Hasan’ın, askerden döndüğünde, köy odasında yaşlı insanlara anlatmaya çalıştı-ğı ve insanların inanmayıp kendini alaya aldıkları tren olayı, bir bir gerçekleş-miş, insanlar bizzat gözleri ile görerek olaya şahit olmuşlardır. Gogop Hasan, şimdi insanlar arasında daha dik ve mağrur bir şekilde gezinmekte ve içinden: “Yaaa, ben size önceleri anlatmıştım da sizler inanmamıştınız, benimle dalga geçmiştiniz, şimdi anladınız mı?” demektedir…

Tren olayına inanmayan, akıl erdiremeyen ve ilk istasyona girdiğinde korkup sağa sola kaçışan insanlar, şimdi posta treninin geldiği saatlerde istasyona do- luşmakta, trenin gelip gidişini, taşımakta olduğu insanları seyretmektedirler. O saatlerde istasyon, adeta bir piknik ve seyir alanıdır adeta. Bırakın erkekleri ve çocukları, kadınlar bile gruplar halinde gelip buranın sefasını sürmektedirler. Bazıları için ise burası, bir kazanç kapısı olmuştur. Kimi insanlar posta treni geldiğinde, yolculara su ve yiyecek bir şeyler satarak ev ekonomisine katkıda bulunmaktadırlar. Bunların içinde “Yumurtacı Hamdi”yi anmadan geçemeyiz. Yumurtacı Hamdi, istasyonun müdavimlerindendi. Evde haşlayarak pişirmiş olduğu yumurtaları tren yolcularına satarak geçimini sağlamaktadır. Buraya Van tarafından geldiği sanılmaktadır. Buradan evlenip çoluk çocuk sahibi olmuştur. Gözleri iyi görmediğinden “ Kör Hamdi” ya da “ Yumurtacı Hamdi“ olarak anılmıştır. Hamdi dayıya özenen bazı gençler de başkalarının kümeslerinden arakladıkları yumurtaları, istasyonda yolculara satmaya çalışmışlarsa da, bunlar kısa süreli olmuştur. Zira ya kümes sahipleri ya da kendi büyükleri tarafından fark edilerek cezalandırılmışlardır.

Bir keresinde de ben, bu işe heves sardım. Evden gizlice aldığım bir su kabı ve maşrapa ile istasyonun yolunu tuttum. İlk defa böyle bir iş yapacağımdan dolayı çok heyecanlı idim. Su kabını istasyonun çeşmesinden doldurarak bekle- meye başladım. Posta treni gelir gelmez de “ Soğuk su, soğuk suu, içen yok mu? diye bağırarak, aşağı, yıkarı koşmaya başladım. Nihayet bir yolcu “ Doldur ba-kalım” deyince maşrapaya suyu doldurmaya başladım. Heyecandan suyun yarı-sını da yere döktüm. Ben daha küçücüğüm, maşrapayı yukarı uzatıyorum. Yolcu almak için uzanıyor yine de muvaffak olamıyoruz. Nihayet istasyonda bulunan-lardan biri durumu fark edip yanıma geldi de, maşrapayı elimden alarak yolcuya uzatıverdi. Yolcu suyu içtikten sonra, içine 5 kuruş bırakarak aşağı bırakıverdi. Bu 5 kuruş, alın teri ile kazandığım ilk para idi.Tren hareket edip gittikten sonra kazanmış olduğum 5 kuruşla, mutlu bir şekide koşarcasına Şevki dayının dük-kanının yolunu tuttum. Elime para geçer geçmez hemen koşarak gittiğim yer, Şevki dayının dükkanı olurdu.Verdiğim para ile her zaman akideli şeker alırdım. Diğer şekerler çabuk erir biterdi. Oysa akideli şeker sert olur hemen çözülmezdi ve uzun süre bizleri meşgul ederdi.

Bu istasyondan bir defasında ulu önderimiz Atatürk geçti.Yurt gezilerinde bulunan Atatürk, Malatya ziyaretinden Adana’ya dönerken, buradan geçeceğini haber alan tüm kasaba ve yöre insanları istasyona doluşmuş ve Ata’yı bek-lemeye başlamışlardı.Tren istasyona geldiğinde trenin penceresinden kafasını uzatan bir yetkili “Atamız şu anda uyumaktalar lütfen uyandırmamaya özen gösterelim” demesi üzerine, istasyon sessizliğe bürünmüş ve biraz sonra da tren hareket ederek gitmiştir. Dolayısı ile ne bu yöre insanları Ata’yı, ne de Ata, yöre insanlarını görebilmiştir.

O zamanlar Başbakan olarak görev yapmakta olan 2. Cumhurbaşkanımız İs-met İnönü, 2 defa Viranşehir’e uğramış, yöre insanları kendisini coşku ile kar- şılamışlardır. Birincisinde istasyonda trenden inerek halkla sohbet etmiştir. “Burası neresi oluyor?” diye sorduğunda “ Burası Viranşehir’dir paşam” diye cevap verilmiş. Bunun üzerine İnönü “ Burası çok güzel bir yer, her taraf yem-yeşil cennet gibi. Bu isim buraya hiç yakışmamış, buranın ismi Viranşehir değil “Doğanşehir” olmalıydı, demesi üzerine; halkın da onayı ile o günden sonra DOĞANŞEHİR olarak anılmaya başlanmıştır. İnönü’ün 2. Ziyareti de kasaba arazisinin sulanması amacı ile yapılan tünel ve kanalın açılışı ile ilgilidir. Bu olayı detayları ile anlatmıştık.

- İLÇEDE İLK MOTORLU ARAÇLAR –

İşe öncelikle bisikletten başlayalım. İlk bisiklet Zaptiye Memet’in büyük oğ- lu dayım ve kayın pederim Ahmet Durak tarafından kullanılmıştır. İlk zamanlar insanlar, iki ince tekerlekle devrilmeden nasıl yürütüldüğüne bir anlam vereme- mişler, şaşkınlıkla izlemişlerdir. Ancak zamanla alışmışlardır. Pratik olarak, ”piskilet” diye adlandırılan bu araç’ın adı, halk arasında “Cansız At”dır… Bunun dışında Belediyeye ait bir kamyon vardı. Onu kullananlar; Hakkı Çavuş, sonraları Besnili Bekir Usta, bilahare Beşir Taner’dir. Zamanla hem araçlar ve hem de şoförler çoğalmıştır …

Y A N I K A H M E T ve Y E Ş İ L B A Ş

Bu arada Yanık Ahmet’in otobüsü “Yeşil Baş”ı unutmamak gerekir. Bu oto- büs her gün sabahleyin Malatya’ya gider, akşamüzeri de dönerdi. İlçede Malat- yaya çalışan tek araç o olduğundan, üzeri ve bagajı, ilçeden verilen siparişler ve içi de insanlarla tıklım tıkış dolu olurdu. O kadarki otobüsün içinde iğne atsan yere düşmezdi. Çoğu insan ayakta yolculuk ederdi. Hele hele biz çocukların ise oturarak yolculuk etme şansı hiç yoktu. Önceden koltuğun birine oturulmuş olunsa bile, Yanık Ahmet: “ - Hele yüven sen kalk da, emmin ya da teyzen falan otursun.” diyerek bizleri uyarır, bizler de gönüllü gönülsüz mecburen yerimizi verir, ayakta yolculuk ederdik… Yanık Ahmet ayakta bile rahat vermez ücret toplarken üzerlerimize basarak geçer, biz ise asla itiraz edemezdik. Yanık Ah-met’e niçin bu sıfat yakıştırılmış bunu tam olarak bilmememe rağmen, sura-tındaki belirgin bir şekilde görülen yara izlerinden dolayı olduğu kanaatindeyim. Büyük bir ihtimaldir ki, önceleri bit yanık olayı yaşanmıştır. Yoksa, insanın hemen aklına gelen, birine olan sevdasından mütevellid değil. Kendisinin Ela-zığ’ın Ağın ilçesinden olduğu bilinir, niçin geldiği ve buraya yerleştiği bilin-mezdi. Sanırım, nasibini burada aramayı uygun görmüş olmalı. Zira Doğan-şehir’in muhacir halkı, bir birlerine karşı değil de yabancılara karşı daima hoş-görülü olmuş ve onları rahatlıkla kabullenmişlerdir. Belli bir süre ilçede huzur içinde bir yaşam süren Yanık Ahmet, sonunda, ailesi ve çocukları ile Mersin’e göç etmiş, yakın bir dağ köyüne yerleşmişti. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, bir vesile ile bu aileyi ziyaret ettik. Kendisi köyde değildi. Hanımı, Allah selamet versin, bizleri görünce o kadar sevindi ve bizlere o kadar içten davrandı ki unutmak ve etkilenmemek mümkün değildi…

İlk çift motoru(Traktör)nu da Zaptiye Memet’in bir küçük oğlu Mustafa Du- rak (dayım) kullanmıştır. Şahsa ait ilk kamyon Lütfi ve Asım Durak’a ( Küçük dayım) aitti. Şoförlüğünü de yine kendileri yapmıştır. Bunlardan daha önce, Hakkı Çavuş’un belediyeye ait kamyon şoförlüğünü unutmamak gerek. Hakkı Çavuş daha sonra, ilçeye ilk sinemayı sokan insan olarak kabul görmüştür. Bilahare kamyonlar çoğalmaya başlamıştır. Ancak bunlar genellikle eski araba-lardır. Kolla çalıştırılırlardı. Bazan inadı tutan kamyonun saatlerce kolu çevrilir çalışması için yorulan bir başkasına devrederdi. İlk zamanlara ait kamyon şoför-leri, hatırladığım kadarı ile Hakkı Çavuş, Asım Durak, Lütfi Durak, Laz İbo Mustafa Esen, Mahmut ve Serdar Toraman, Arif Göldaş, Ünver Taştan (Savrel kamyonu epeyi iş yaptı ilçede). Söğütlü Bekir Usta, Şükrü Şahin v.s.

Tabii zaman değişti. Otobüsler kamyonlar, traktörler bir iken yüzlerce oldu. Hemi de birinci el ve kontağı bir çevirişte çalışan araçlar. Hergün Malatya’ya bir otobüs çalışırken şimdi 8-10 otobüs ve 20-30 tane münibüs harıl harıl çalış-maktadır, hem de birkaç sefer yaparaktan. Araçlarla birlikte, hali ile şoförler de çoğaldı. Direksiyonun başına geçen araba kullanır oldu. Bir zamanlar, ilçede bir iki tane araç bulunurken şimdilerde yüzlerce araç cadde ve sokaklarda fink atmakta. Arabaların çokluğundan insanlar kendilerini artık sakınır olmuşlardır.

V İ R A N Ş E H İ R D E S O S Y A L Y A Ş A M

Viranşehir’e gelmezden önce, memlekette iken yaşanan sosyal yaşam, ana- ne-görenekler, bazı alışkanlıklar ve özellikle konuşma şekli şiveler, olduğu gibi burada da devam ettirilmiştir. Buradaki tüm aileler, farklı-farklı köylerden de olsa, aynı yörenin insanları olduğundan, yaşam tarzlarında bir değişikliğin olma-masını doğal karşılamak gerekir. Ancak farklılık, birkaç laz ailesinde dikkati çekmektedir. Onların konuşma şekli tipik laz şivesidir. Ayrıca geldiklerinde bu-rada yaşayan kimselerin bulunmaması nedeni ile bir etkileşim de söz konusu olmamıştır.

Muhacir ailelerde ataerkil aile yapısı ağırlıklıdır. Az da olsa anaerkil aile yapısına da rastlamak mümkündür. Şayet ailede erkek baskınsa o aile, erkeğin adı ile anılmaktadır.( Kaya Hacı, Şükrü Hacı, Recep Hacı, Halit Ömer v.s.) Ve şayet ailede kadın baskınsa yani söz sahibi ise, o aile ; kadının ismi ile anılmak- tadır.( Fidan Hüseyin, Efruz Memet v.s.) ya da aile konumundan dolayı genel bir ad ile anılmaktadır. (Sadık Ağagiller, Hamit Ağagiller, Numan Ağagiller, Şa- hanlar v.s. )… Muhacir ailelerde bireyler arası adlandırmalar şöyledir: Babanın kız kardeşine bibi, erkek kardeşine emmi, babasına dede, annesine nene. Anne- nin kız kardeşine hala( teyze kullanılmaz, ancak yabancı yaşlı kadınlar için bu sözcük kullanılır.), erkek kardeşine dayı, baba ve annesine ise, aynen babanın baba ve annesinde kullanılan dede ve nene sözcükleri kullanılmaktadır. Eşin er-ek kardeşine kayın(kayınço), kız kardeşine baldız denmektedir. Erkek kardeşe gardaş, büyüğüne ede ya da abi, kız kardeşe bacı, büyüğüne abla denilmek- tedir. Kardeşlerin eşlerinin erkeğine enişte, dişisine yenge ya da elti denmektedir

Muhacir ailelerde, aynı yöre insanları olmalarına rağmen, farklı köylerden olmaları nedeniyle, kıskançlık ve çekememezlik belirgin bir şekilde gözlenmek- tedir. Herhangi bir aile ferdinin öne çıkması ve başarılı olması, diğer kesimden aileler tarafından önemsenmez, hatta küçümsenerek itibarsızlaştırılır. Bu özellik; insanlar üzerinde öylesine yoğun yaşanır ki, zamanla bu özellik kalıcı olarak insanları sarıp sarmalamıştır. Hatta öyle bir zaman gelir ki, aileler kendi ailesin- den birisinin dahi sivrilmesi, öne çıkmasını istemez. Bu bilinçle yetişen çocuk-lar ve gençler, sanki ön plana çıkmak suçmuş ve ayıpmış gibi, her halükârda geri planda olmayı yeğlemekte ve kendisini saklamaktadır. Ayrıca çocukların anne ve babası tarafından bir başkalarının yanında sevilmesi asla hoş karşılanma-maktadır. Ve bu düşünce, zamanla toplumda yaygınlaşmış, dolayısıyla insanlar-da içe kapanıklık, cesaretsizlik, özgüvensizlik hakim olmuştur. Bundan dolayı da toplumda geri kalmışlık ve başarısızlık kendini göstermektedir. Bu yüzdendir ki insanları mutlu, güler yüzlü ve sevinçli bir halde görmek pek mümkün olma-maktadır. İnsanlar, daima mutsuz ve yüzleri asık bir vaziyettedirler.

Muhacir insanlar, çocuklarına karşı sevgilerini göstermedikleri, onların başa-rıları karşısında duygularını belli edemedikleri gibi, çocuklar da o heyecan ve mutluluğu yansıtamamaktırlar. Ayrıca çocuğun başarısı karşısında, hem çocuk ve hem de anne baba, her ne kadar içten içe bir gurur, bir sevinç duygusu yaşa-mış olsalar bile, belli etmemek hususunda sanki suç işliyorlarmışcasına bir ezik-lik içerisinde olurlar …

İnsanlar arasında husumetliğin de yaygın olduğunu görmekteyiz. Bu husu-metlik farklı kesimler arasında olabildiği gibi, kendi aile fertleri arasında da vu-kubulabilmektedir. En basit bir meseleden dolayı yıllarca birbirleriyle konuş-mayan, birbirlerinden uzak duran ve birbirlerinin düğününe, cenazesine bile katılmayı ar eden aileler vardır. Kendi aile fertleri arasında dargınlıklar ve buna bağlı olarak kopukluklara da rastlanabilmektedir. Particilik yüzünden olsun ya da basit bir anlaşmazlık yüzünden olsun, meydana gelen dargınlık ve husu-metlikler, kardeşleri ve hatta evlat-ata ilişkilerini bile tahribata uğratmıştır. Babasının, annesinin, kardeşlerinin cenazesine bile katılmayan insanları bilirim. Ve “Sılay-ı Rahim”e, akraba ilişkilerine son derece önem veren bir dine mensup bu insanların, İslâmiyeti bu denli yoğun yaşamalarına, buralara yerleştikleri ilk andan itibaren yöre insanlarına öğretmek ve örnek olmak için çaba sarfetmele-rine rağmen, nasıl böyle bir çelişki içeriside olunabildiklerine bir türlü akıl erdi-rememişimdir..

Yakın akrabalar arası didişme ve çekişmeye kapı komşularımız Canpolat aile-sinde bir çok kere şahit olmuşumdur. Hacı Memet(çavuş) Canpolat’ın Pakize den olan Osman ve Ömer Canpolat ile Güleserden olan Bekir ve Ahmet Can-polat arasında gün geçmezki bir kavga, karşılıklı söz düellosu olmasın. Bir gü-rültü patırdıdır kopunca, anlardık ki Canpolat kardeşler ve eşleri yine birbir-lerine girmişlerdir. Sadece benim can dostum Ali Canpolat bu atışmanın dışında kalır ve olanlardan dolayı üzüntü duyardı. Bu kavgalar vurup kırma, yaralama şeklinde değil de karşılıklı atışma ve küfürleşme şeklinde geçerdi. Bazen bu atışmalara eşleri de iştirak eder, olay daha da alevlenir ve uzardı.

Hiçbir zaman benimsemediğim ve kabul edemediğim bu tür davranışlar, insanların gelişiminde olumsuz etkiler yaratmıştır. Bunun yanında insani sevgi- lerin baskı altına alınması da insanları olumsuz yönde etkilemiştir. Şöyleki; bir anne yada baba, büyüklerinin yanında kendi çocuklarını sevme serbestisine asla sahip değildir. Bu durum, anlayışla karşılanmaz. Zaten böyle bir şey de asla ger-çekleşmez. Bu durum öyle kanıksanmıştır ki, kimsenin bundan yakındığına şa-hit olunmaz. Özellikle çocuklar, bundan son derece olumsuz etkilenmektedirler.

Sevgiden yoksun olarak büyüyen bir çocuğun, nasıl bir ruh hali içerisinde olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yoktur sanırım. Anne ve baba nasıl ki çocuklarına sevgi göstermiyorsa, çocuklar da içlerinde yaşatmakta oldukları sevgiye bağlı duygularını bastırma gereğini duymaktadırlar. Sevgi gösterisi sa-dece dini bayramlarda, çocukların anne ve babalarının ellerini öpmeleri ve buna karşılık olarak da anne babaların, çocuklarını yanaklarından öpmeleriyle sınırlı tutulmaktadır.

Sevgiden ve şefkatten yoksun büyüyen çocuklar, içlerine kapanık, passif ve güvensiz bir görüntü çizmekte ve yaptıkları her işte başarıya pek ulaşamamak- tadırlar. Uzunca yıllar Doğanşehir muhacirlerinin arasından, herhangi bir alanda ön plana çıkmış birilerine pek rastlanmaması, Doğanşehir’in; Malatya’nın her bakımdan üst seviyede bir ilçesi olmasına rağmen, neden devlet hizmetlerinden yeterince yararlanamamasının temelinde, insanların birbirlerini çekememesi, öz güvenlerinin olmaması, umursamamazlık ve cesaretsizliklerinden kaynaklan-maktadır.

Birbirlerine karşı bu denli olumsuz bir tavır sergileyen muhacir halk, yaban- cılara karşı son derece saygılı, cömert ve yakındırlar. İlçede görev yapan me- murlar, ya da burada iş yapan yabancılar, halkın ilgisinden o kadar memnun kalırlar ki, buradaki rahat ve huzurlu yaşamı bırakıp da başka yerlere gitmeyi akıllarından bile geçirmezler. Hatta memurların emekliliklerini dolduruncaya kadar buradan ayrılmadıkları çok olmuştur. Tabiiki bu anlatılanlar eski dönem-leri kapsamaktadır. Muhacir kesimden insanların, ticaret hayatında başarılı olmadıkları bir gerçektir. Zaten bu işe soyunanlara pek rastlanmamaktadır. Eğer hasbel kader bir iş yapmaya karar verilmişse, kısa süre sonra iş yapılamadı-ğından vazgeçmek zorunda kalınmıştır. Bütün bunlara sebep ise, kendi insanının kendisini değil de yabancıyı tercih etmesi, işe sebat edememeleri ve bu tür işlere yatkın olmamalarından kaynaklanmaktadır. Oysaki yabancılar, kısa süre içeri-sinde, gösterilen ilgi nedeniyle, iyi para kazanıp işlerini büyütebilmektedirler.

Sevgiden yoksun büyüyen ve anne babalarıyle iletişim kuramayan çocuklar, daha ziyade dede ve ninelerinin sevgi ve şevkatlerine muhtaç durumundadırlar. Okullara “ Eti sizin kemiği bizim” diye kaydettirilen öğrenci, okulda maruz ka-lacağı olumsuz bir durum karşısında, ya da dışarıda bir olaya tesadüfen karış- mışsa, haklı dahi olsa, şikayette bulunma lüksüne sahip değildir. Aksi durumda anne ve özellikle babasının tepkisine maruz kalacağını ve kendisine sahip çı-kılmayacağını bilir. Dolayısı ile, büyüdüğünde ne kadar zeki olursa olsun, ru-hundaki bu duyguların etkisiyle, durgun, silik ve güvensizliği nedeniyle, istediği başarıyı ve cesareti gösterememektedir. Çocuklar büyüklerinin yanında daima saygı gereği sessiz olmak durumundadırlar. Özgürce konuşmak ve özellikle sesli bir şekilde ortama karışmak lüksüne sahip değildirler. Aslında böylesi bir ortam-da bulunulması bile olağan bir durum değildir. Ancak ve ancak, büyüklere hizmet amacı ile bulunabilirler. Belli bir yaşa gelmiş delikanlılar bile, bu durum-lara maruz kalırlar. Büyüklerin bulunduğu kahvehanelere yada köy odalarına girmek isteseler dahi, hoş karşılanmazlar. Ancak askerliklerini yapmış ve ev bark sahibi olanlara cevaz vardır …

Köy odaları daha ziyade eski dönemlerde kullanılırdı. Bu odalar köyün itibarlı ve ağa konumundaki insanların himayesinde idi. Bu odalar, köyün yaşlı insan-larına ve de dışarıdan gelen misafirlere hizmet verirdi. O zamanlar otel motel yoktu. Haliyle gelen yabancı misafirler, buralarda ağırlanırdı. Dolayısı ile bu odaların maliyeti kabarık olurdu ki, bunu da ancak ağa konumundaki insanlar karşılayabilirdi. Odalara sahip olmak ve işlevselliğini sağlamak, o kişiye sadece itibar sağlardı. Zaten bu amaçla kurulurdu odalar.

Aile ve çevresel baskı, yetişmekte olan çocuk ve gençleri sarıp sarmalar, ka-buğuna çekerken; onları ürkek, cesaretsiz ve güvensiz yaparken, yeni geliş- mekte olan bir jenerasyonun, adeta bir devrim niteliğinde, bu olumsuz olguları yerle bir ettiğine şahit olmaktayız. Başta Vahit Doğan-Vefa Erdoğan-Servet Özbey-Yaşar Güler –Ökkeş Özdemir- Erol Özdemir- Nevzat Aydoğan- Ahmet Şen- Beşir Taner, Fahri Yağcı ve Çam Hasan olmak üzere o dönemin gençleri, üzerlerindeki örtüyü atıp özgür yaşama yelken açmışlardır. İlçenin havası birden değişmiş, ölü toprağı serilmiş olan ilçede, yüzler gülmeye, kahkahalar atılmaya başlanmıştır. Onların grup halinde eğlenceleri, birlikte şarkı-türkü söylemeleri, şakalaşmaları, ahenkli bir ortam oluşturmaları, bir sonraki neslin yani bizlerin ilgisini çekmiştir. Onların yaratmış oldukları böylesine bir ortamı, ne önceki ve ne de sonraki jenerasyon asla sağlayamamıştır. Ancak, onların yakınlarında ve hatta bazen içlerinde bir süre bulunma ile iktifa edilmişdir.Tabii bu arada işler güçler de savsaklanmamış değildir. Gerek bu jenerasyonun etkisi ve gerekse okullarda okumak adına çevreden ve aileden uzak kalıp kabuk değiştiren genç-lerin etkisiyle, sonradan gelen jenerasyon da payını az çok almıştır. Ancak, onlar kadar etkili olunamamıştır. Onlar, çevrede bazı konularda sivrilip öne çıkarken, diğerleri biraz geride kalmışlardır.

Zamanla olumsuz olarak kabul ettiğimiz aile ve çevre baskıları, büyüklerin bu dünyayı terk etmeleri, yeni jenerasyonun da ortama ayak uydurmaları neticesin- de ortadan kalkmış, küslükler, çekememezlikler ve özellikle particilik tamamen sönmüştür. Ancak bir başka önemli tehlike kendini göstermeye başlamıştır. Ra- hat hayata, keyf ve eğlenceye adeta esir olan yeniler, çalışmak yerine hazırdaki- leri yemeğe başlamışlardır. Ailelere ait gayrimenkullar, birer birer elden çıkarıl- mış ve ucuz pahalı demeden dışarıdan gelen yabancılara satılmıştır. Bu durum, muhacir kesimin etkinliğini kaybetmesine ve sonunda da bazı diğer etkenlerin de devreye girmesi ile birlikte bitme noktasına gelmiştir…


Yüklə 2,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin