El-MÎZÂn fî tefsîR-İl kur'ÂN cilt: 4 Âl-i İmrân Sûresi'nin Devamı ve Nisa Suresi



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə76/77
tarix30.07.2018
ölçüsü2,2 Mb.
#64211
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   77

ayetlerİn AÇIKLAMAsı


Görüldüğü gibi bu ayetlerin daha önceki ayetlere olan konumu, amacı, öncüle olan konumu gibidir. Bu ayetler grubu müminleri Allah yolunda cihat etmeye teşvik ediyor, onlara coşku aşılıyor ve savaş için hazırlanmalarını emrediyor. Bu ayetlerin indiği günlerde müminler ağır bir mihnet altında idiler. Bu yıllar Peygamberimizin (s.a.a) Medine döneminin ikinci çeyreğini oluşturuyordu. Araplar Allah'ın nurunu söndürmek ve İslâm'ın yükselen binasını yıkmak için, her yandan Müslümanlara yüklenmişlerdi. Peygamberimiz bir yandan Mekke müşrikleri ve Kureyş tağutları (zorbaları) ile savaşıyor, bir yandan yarım adanın her yanına müfrezeler gönderiyor ve bir yandan da müminler arasında dinin temellerini yükseltiyor, güçlendiriyordu. Öte yandan Müslümanlar arasında münafıklar vardı. Bunlar oldukça güçlü idiler. Uhud Savaşı sırasında sayılarının Müslümanların yarısından pek de az olmadığı ortaya çıkmıştı.[70]

Bu münafıklar sürekli Peygamberimizin aleyhinde çalışıyor, durmadan ona zarar gelmesini bekliyor ve müminleri görevlerinden alıkoyuyorlardı. Çünkü müminlerin arasında kalbi hasta olan ve münafıkların sözlerine uyan kimseler de bulunuyordu. Müslümanların etrafında bir de Yahudiler vardı. Bunlar Müslümanlara eziyet ediyor, aralarında fitne tohumları ekiyor ve onlara saldırılar düzenliyorlardı. Medine Arapları eski zamanlarından beri Yahudilere saygı gösteriyor, onlara önem veriyorlardı. Bu Yahudiler, Müslümanların arasında yaydıkları sakat (batıl) görüşleri ve saptırıcı sözleri ile onların iradelerini zayıflatıyor, azimlerini kırıyorlardı. Öte yandan da müşrikleri Müslümanlara karşı cesaretlendirip yüreklendiriyor, onların karşısında direnerek kâfirliklerini ve inkârcılıklarını sürdürmeleri ve içlerinde bulunan müminleri fitneye düşürüp dinden döndürmeleri için onlara moral veriyorlardı.

Bu yüzden daha önce incelediğimiz ayetler, sanki Yahudilerin Müslümanlara yönelik komplolarını boşa çıkarmayı ve müminler arasına yaydıkları zararlı propagandanın etkilerini gidermeyi amaçlamıştır. O ayetlerde yer alan münafıklarla ilgili açıklamalar ise, durumlarının bilincinde olmaları, bünyelerine sızan ve toplumlarına işleyen yıkıcı hastalıktan sakınmaları ve çevrelerini kuşatan dış düşmanların komplolarının boşa çıkması, sıkıntılarının giderilmesi sonucu rahat bir nefes almaları için ve de dinin nurunun özlenen parlaklığına kavuşturulması amacıyla, sanki müminleri iyice uyarmak, mevcut durumu tam olarak anlamalarını sağlamak içindir. Müşrikler ve kâfirler istemeseler de Allah nurunu mutlaka tamama erdirecektir.

"Ey inananlar! Koruma araçlarınızı alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut topyekün savaşın." Ayette geçen "hızr" kelimesi "kendisi ile korunulan şey" demektir ki, o da koruma aracı olur; silah gibi. Bazıları da "hazer=sakınma" kelimesi gibi mastar olduğunu söylemişlerdir. Yine ayetteki "infiru=savaşa çıkın" kelimesinin kökü olan "nefr" kelimesi "belirli bir istikamete gitmek"tir. Bunun aslı "feze'=korkmak ve sığınmak"tır. Bir yerden gitmeye "oradan korkmak (ve kaçmak)" ve bir yere doğru gitmeye de "oraya iltica etmek, sığınma" denir. Yine ayette geçen "subat" kelimesi "subet" kelimesinin çoğuludur ve anlamı "parça parça (bölük bölük) topluluk" demektir. Buna göre "subat" arka arkaya topluluklar demektir. Öyle ki, ikinci gurup birinci guruptan ve üçüncü gurup ikinci guruptan ayrıdır. "bölük bölük savaşa çıkın" ifadesi ile "yahut topyekün savaşın." ifadesi arasındaki karşıtlık, yaptığımız bu anlam analizini teyit ediyor.



"Koruma araçlarınızı alın." cümlesinden sonra ayrıntılandırma niteliği taşıyan "bölük bölük savaşa çıkın" ifadesinin yer alması anlaşıldığı kadarıyla "korunma"dan maksadın, "koruma araçları" olduğunu ve bunun da cihada çıkmak üzere tam bir hazırlıktan kinaye olduğunu teyit eder. Buna göre ayetin anlamı şöyle olur: "Silahlarınızı kuşanın yani sefere çıkmak için hazırlanın ve düşmanınızın karşısına ya bölük bölük (müfrezeler hâlinde) veya hep birlikte (ordu düzeninde) çıkın."

Bilindiği gibi savaş hazırlığı, düşmanın asker sayısına ve gücüne göre değişen bir gerçektir. Dolayısıyla, "bölük bölük savaşa çıkın, yahut topyekün savaşın." ifadesindeki iki şıklılık, savaşa nasıl çıkılacağı konusunda bir serbest bırakma anlamına gelmez. Bu iki şıklılık düşmanın asker sayısı ve gücü açısındandır. Yani düşmanların sayısı az olunca müfrezeler hâlinde, çok olunca da hep birlikte savaşa çıkın.

Buna göre ayetin anlamı -özellikle bir sonraki "İçinizden bazıları vardır ki, (bu görevi) gayet ağırdan alırlar." ayeti göz önüne alınarak- Müslümanlara silah bırakmayı ve cihat konusunda ellerinden gelen gayreti göstermekten sıyrılmayı yasaklamak şekline dönüktür. [Yani Müslümanlar silahlarını yere bırakmamalı ve savaş hususunda ciddiyetlerini korumalıdırlar.] Aksi takdirde hak davanın sancağını dalgalandırmaya yönelik azimleri kırılır, şevkleri kaybolur, Allah'ın düşmanları ile savaşarak yeryüzünü onların pisliklerinden arındırma konusunda tembelliğe, ağır davranmaya veya hareketsizliğe uğrarlar.

"İçinizden bazıları vardır ki, (bu görevi) gayet ağırdan alırlar." Bazı müfessirler şöyle demişlerdir. "lemen" kelimesinin başındaki "lam" edatı, "inne" kelimesinin ismine dahil olduğu için "ibti-da lamı"dır. "leyubettienne" kelimesinin başındaki "lam" ise, "inne" kelimesinin haberine dahil olduğu için "kasem=ant lamı"dır. Ayetteki "leyubettienne" kelimesi fiil cümlesidir ve tekidi ifade eden şeddeli "nun" edatı ile tekit edilmiştir. Bu fiilin kökleri olan "tebtie" ve "ibta" da aynı anlama yani "yapılacak bir işi ağıra alıp geciktirmek, ertelemek" anlamına gelir.

Ayetteki "İçinizden" ifadesi bu kimselerin, [münafıklardan değil de] bu ayetin başında "ey inananlar!" diye seslenilen mümin kimselerden olduğuna delâlet eder. "İçinizden" ifadesinin zahirinden bu anlam çıktığı gibi daha sonra gelecek olan "Kendilerine, elinizi savaştan çekin... denilenleri görmedin mi?" (Nisâ, 77) ayeti de buna delâlet ediyor. Anlaşılan bu kimseler de müminlerdendi. Üstelik yüce Allah daha sonra şöyle buyuruyor: "Ne zaman ki, savaş onlara farz kılındı, içerinden bir gurup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar." (Nisâ, 77) "Onlara bir iyilik dokunsa..." (Nisâ, 78) "O hâlde dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar..." (Nisâ, 74) "Size ne oldu da Allah yolunda... savaşmıyorsunuz!" (Nisâ, 75) "İnananlar Allah yolunda savaşırlar." (Nisâ, 76) Bu ayetlerin arka arkaya gelmelerinden anlaşılacağı üzere bütün bunlar, aralarında bu ağır canlıların da bulunduğu müminleri savaşa teşvik etmek ve coşturmak içindir.

Üstelik bu ayetlerde bu ağır canlıların, sadece sözde iman etmiş görünen münafıklardan olduklarını gösteren açık bir delil yoktur. Tersine Allah'ın onlardan (ağır davranan kimselerden) naklettiği bazı durumlar, onların genel anlamda iman ettiklerine delâlet ediyor. Meselâ şu ifadeler gibi: "Eğer size bir felâket erişirse, 'Allah bana lütfetti...' der." (Nisâ, 72) "Rabbimiz, niçin bize savaşı farz kıldın...?" (Nisâ, 77)

Ancak, bazı tefsircilere göre ayetteki "İçinizden" ifadesinden maksat münafıklardır. Münafıkların müminlerden sayılmaları ise, ya onların mümin kitlenin bir parçasını oluşturduğu veya aynı soydan geldikleri -dolayısıyla münafıkların müminlerden olması soy açısındandır- veyahut münafıkların görünüşte kelime-i şahadet getirmeleri nedeniyle haksız yere kanlarının dökülmesinin haram olması, miras gibi şeriat hükümlerinde müminlerle ortak oldukları gerekçelerine dayanır. Daha önce değindiğimiz gibi bu tür görüşler Kur'an'ın zahirinden anlaşılan anlamlar üzerinde dayanaksız tasarruflardır.

Bu tefsircileri bu yoruma sevk eden faktör, onların Peygamberimizle (s.a.a) karşılaşıp ona iman eden bütün ilk dönem Müslümanlar hakkında besledikleri hüsnüzandır. Oysa ilk dönem Müslümanlarına dönük tarihî inceleme, onların Peygamberimiz zamanındaki ve daha sonraki tutumlarının analizi bu hüsnüzannı zayıflatır. Kur'an'ın onlar hakkındaki keskin hitapları da bu iyimser bakış açısını zayıflatır.

Günümüze kadarki dünya tarihi, temiz fertlerden oluşmuş hiçbir temiz ve mümin ümmetin veya topluluğun istisnasız olarak hiçbir ayak sürçmesine uğramaksızın hep davalarına sadık kalabildiklerine asla şahit olmamıştır. (Sadece Taff -Kerbela- vak'asında nakledilenler hariç.) Buna göre, ilk dönem Müslümanları da diğer insan toplulukları gibi aralarında münafıkların, hasta kalplilerin, nefsine (hevâ ve hevesine) uyanların ve kalbi temizlerin bulunduğu bir topluluktu.

İlk dönem Müslümanlarının ayrıcalıkları bir tek şuydu: Onların toplumları erdemli idi, önderleri Peygamberimizdi, varlıklarını iman nuru kuşatmıştı ve dinin egemenliği altında idiler. Bu onların toplum olarak durumu idi. Ama aralarında iyiler de vardı, kötüler de. Ruhî sıfatları arasında faziletler de vardı, rezillikler de. Ahlâkın ve melekelerin her türüne, her rengine onlarda da rastlamak mümkündü.

Kur'an'ın onların bu durumu hakkındaki vurgulaması ve nitelikleri ile açıklaması da bundan ibarettir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Muhammed, Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendileri aralarında merhametlidirler. Onları görürsün ki rükû etmekteler, secdeye kapanmaktalar, Allah'tan lü-tuf ve rıza dilemekteler. Yüzlerinde secde eserinin alametleri görünmededir... Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaadetmiştir." (Fetih, 29) Görüldüğü gibi yüce Allah, ayetin ilk yarısında Müslümanların toplumsal sıfatlarını ve faziletlerini mutlak olarak dile getirdikten sonra Müslüman fertlerin mağfirete kavuşup büyük mükâfat almalarını şarta bağlayarak ayeti noktalıyor.

"Eğer size bir felâket erişirse:" öldürülme ve yararlanma gibi, "Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım" der." Yani eğer müminlerle birlikte olsaydım onların başına gelen musibet, felâket benim de başıma gelecekti.

"Size Allah'tan bir lütuf gelince de," yani savaş ganimeti ve onun gibi bir şey elde edecek olursanız. Ayette geçen "fadl" kelimesinden maksat, mal ve benzeri şeylerdir. "sizinle onun arasında hiçbir dostluk yokmuş gibi, "Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da ben de büyük başarıya erseydim!" der." ifadesi, onların mümin olarak ne durumda olduklarını somut bir örnekle ortaya koyuyor. Bilindiği gibi, Müslümanlar bir tek el gibidirler, birbirlerine bağların en güçlüsü ile bağlıdırlar. Bu en güçlü bağ ise nesep, velayet, biat ve sevgi gibi diğer bağların tümünü etkisi altında bulunduran Allah'a ve onun ayetlerine olan imandır. Fakat bu kimseler, imanlarının zayıflığı yüzünden kendileri ile müminler arasında kendilerini mümin-lerle irtibatlandıracak en küçük bir bağ görmüyorlar ve bunun sonucu olarak yabancının başka bir yabancının kazandığı malı kazanma arzusu gibi onlar da müminlerle birlikte olmaya, onların cihadına katılmaya yönelik temenniler ediyor ve aralarından biri "keşke ben de onlarla beraber olsaydım da ben de büyük başarıya erseydim!" diyor.

Onların imanlarının zayıflığının belirtilerinden biri, ganimet meselesini büyütmeleri, mal ve maddiyat elde etmeyi büyük başarı kabul etmeleri, öte taraftan Allah yolunda müminlerin başına gelen öldürülme, yararlanma ve yorgunluk gibi sonuçları da felâket saymalarıdır.

"O hâlde dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar." Merhum Tabersî Mecma-ul Beyan adlı tefsirinde şöyle demiştir: "[Ayetin orijinalindeki 'yeşrûne= satanlar' kelimesi ile aynı kökten olan] 'şereytu' kelimesi 'sattım', 'işte-reytu' kelimesi ise 'aldım' anlamındadır.[71]

Dolayısıyla [ayetteki 'yeşrune' kelimesi, 'şereytu' kelimesinin mu-zari=gelecek zaman fiili olduğundan dolayı] 'yeşrune'l heyat-ed dünya bi'l ahireti' ifadesinin anlamı şöyle olur: Onlar, dünya hayatlarını satarlar ve onu ahiretleri ile değiştirirler. [başka bir deyişle, dünya hayatlarını ahiretlerine karşılık olarak satarlar]."

Bu ayet, cihada teşvik eden ve cihada çıkmayı ağırdan alanları kınayan yukarıdaki ayetlerin uzantısı ve ayrıntılandırmasıdır. Bu ayette Allah yolunda savaşmaya yönelik teşvik yenileniyor. Bunun için bu kimselerin tümü ile mümin oldukları ve Müslüman olmakla dünya hayatını ahiret karşılığında sattıkları vurgulanıyor. Şu ayette buyrulduğu gibi, "Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe, 111) Arkasından, "Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse..." ifadesi ile Allah yolunda savaşmanın sağlayacağı faydaya değiniliyor ve bu faydanın, sonuç ne olursa olsun büyük mükâfat olacağı belirtiliyor.

Böylece yüce Allah açıklıyor ki, Allah yolunda savaşmanın sonucu şu iki güzel akıbetin biridir: Ya Allah yolunda öldürülmek veya Allah'ın düşmanını yenilgiye uğratmak. Her iki durumda da bu savaşa katılan için büyük mükâfat vardır. Ayette bozguna uğrayıp savaş alanından kaçmak şeklindeki üçüncü şıktan söz edilmiyor. Böylece Allah yolunda savaşan bir mücahidin asla savaş alanından kaçmayacağına işaret edilmiş oluyor.

Ayette öldürülmek, düşmanı yenmekten önce getirildi; çünkü onun sevabı daha çok ve daha garantilidir. Sebebine gelince, Allah'ın düşmanını yenen mücahidin defterine her ne kadar büyük mükâfat yazılırsa da bu kimse sonraları iyi işlerin silinmesine neden olan kötü bir iş yapmak suretiyle bu iyi amelinin silinmesi ve iyi amelini kötü bir davranışın izlemesi tehlikesi ile karşı karşıyadır. Ama öldürülmede böyle bir ihtimal yoktur. Çünkü öldürüldükten sonra sadece ahiret hayatı var-dır. Buna göre Allah yolunda öldürülen kimse mükâfatının tümünü kesinlikle alır. Fakat Allah yolundaki savaşta düşmanı yenen kimsenin mükâfatını tam alabilmesi sonraki kendi tutumuna bağlıdır.

"Size ne oldu da Allah yolunda ve... mustaz'af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!" Ayetteki "mustaz'afîn" kelimesi "Allah" lafzına matuftur. Bu ayet soru cümlesi biçiminde savaşa yönelik bir başka teşvik ve özendirmedir. Bunun için şu vurgu yapılıyor: Sizin savaşınız yüce Allah yolunda yapılan bir savaştır. O Allah ki, sizin hayatta onun rızasından başka hiçbir maksadınız ve O'na yakın olmaktan daha sevindirici hiçbir mutluğunuz yoktur. Bunun yanı sıra sizin savaşınız zavallı ve zayıf düşürülen, ezilen erkekleriniz, kadınlarınız ve çocuklarınız uğrunadır.

Bu ayette bütün müminleri coşturma, heyecanlandırma ve özendir-me amacı vardır. İhlaslı ve temiz kalpli müminlerin hakka uygun hareket etmeleri, Rablerinin sözünü dinlemeleri ve çağrısına uymaları için onlara Allah'ı hatırlatmak yeterlidir. Daha düşük dereceli müminlere gelince, eğer onların harekete geçmesi için bu kadarı yeterli olmaz ise de, bu savaşlarının Allah yolunda cihat olmasının yanı sıra kâfirlerin baskısı altında ezilen erkekleri, kadınları ve çocukları uğruna olduğu gerçeği yeterli olmalıdır. Öyleyse akrabalık gayretleri uyanmalı, onlar hakkında taassup göstermelidir.

Gerçi İslâm iman dışında kalan bütün nesep ve sebep bağlarını kaldırmıştır; fakat imanla donandıktan sonra devreye girecek olan nesep ve kavmiyet bağlarını geçerli saymıştır. Buna göre Müslüman kişi, iman bağı ile bağlı olduğu din kardeşi için fedakârlıkta bulunmakla görevli olduğu gibi, Müslüman akrabaları olan erkekler, kadınlar ve çocuklar uğruna da fedakârlık yapmalıdır. Çünkü bu fedakârlık da sonuç itibarıyla Allah yolu uğruna fedakârlığa dönüktür; başka bir amaca değil.

Müminlerin yakınları ve parçaları olan bu mustaz'aflar yüce Allah'a inanmış kimselerdir. "Rabbimiz! Bizi..." ifadesi bunun delilidir. Bununla birlikte onlar eziliyorlar, işkence görüyorlar ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar." diye feryat ediyorlar, imdat çağrısı yapıyorlar.

Ayette "halkı, onlara zulmeden" denmiyor da bunun yerine, "halkı zalim" denerek zulüm kavramı mutlak anlamda kullanılıyor. Bununla o belde halkının ezilenlere çeşitli işkenceler ve eziyetler yaptıklarına işaret ediliyor ki, gerçekte de durum böyle idi.

Ayette mustaz'afların imdat çağrıları ve feryatları en güzel sözlerle, en hoş üslûpla ifade ediliyor. Dikkat edilirse, burada onların "Ey er-kekler, ey ağalar, ey kavmimiz, ey aşiretimiz!" gibi sözlerle feryat ettikleri nakledilmiyor; tersine onların Rablerine dua ettikleri ve "Rabbi-miz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar." diye gerçek mevlâlarını imdada çağırdıkları naklediliyor. Sonra da, "Bize katından bir veli (sahip) gönder, bize tarafından bir yardımcı yolla!" diyerek Peygamberimize (s.a.a) ve onun çevresindeki mücahit müminlere işaret ediyorlar. Görüldüğü gibi onlar sahip (veli) ve yardım edici istiyorlar; ama bu kurtarıcıyı ve yardım ediciyi sadece Allah'tan istiyorlar, başka bir kurtarıcıya ve yardım ediciye razı olmuyorlar.



Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   77




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin