Ey birâder bilesin ki, kâtib bizim anlattığımız şey üzerine olduğu vakit, o doğruluk kapısını çalar. Bu, kime olursa ona “Bir şeyi görmedim, illâ ki o şeyden evvel Allâh’ı gördüm” hâli hâsıl olur.
Biz kâtibin sıfatları hakkındaki beyânlarımıza devâm ile deriz ki: Bu kâtib halîfe olan rûhun kendi nefsi için seçtiği şerefli bir mevcûddur. Ve kendisine arkadaş olarak onu arkadaş edindi ki, o kâtib halîfenin nefs-i nâtıkası ya’nî konuşan nefsidir. Bundan dolayı o kâtibe, ezâya çok sabretmesi ve tahammüllü olması ve melekûte ve gayba âit sırları saklaması sûretiyle huyunun güzel olması vâcib olan işlerdendir.
Kısa ibâreler içinde bir çok ma'nâları düzgün ve anlaşılır olarak derecelendirir de, o ma'nâlardan açık bir şekilde haber verir. ‘Ikabından, ya'nî fitne çıkmasından, emîn olduğu makāmın dışında kitabına, ya'nî sûret âlemine, kesin bir şey yazmaz. Fitne çıkmasından, emîn olmadığı yerde sûret âlemi olan kitâbına sözlerden iki veyâ daha fazla ma'nâlara ihtimâli olan şeyi yazar. Nitekim (Sav) Efendimiz bir gün ashâb-ı kirâmı arasında buyurdular ki:
“Cehennem dağlarının birinin zirvesinden bir kaya kopup yuvarlandı. Yetmiş yılda cehennemin dibine ulaştı.”
Anlayanlar anladılar; anlamayanlar cehennem dağlarının iriliğine hayret ettiler. Daha sonra yetmiş yaşında olduğu halde münâfıkların reîsinin ölüm haberi duyuldu. Ve (Sav) Efendimiz bu mübârek sözleriyle bunu haber buyurmuşlar idi. Fakat münâfıkın ölümünün fitne çıkarmasından çekinerek kesin olarak haber buyurmadılar da, ikinci ihtimâle geçilmesi mümkün olan sözü kullandılar.
Ve muhammedî vârislerden olan kâmiller de böylece cevâmi'u’l-kelimdir. Onlar da sözlerini Resûlullâh (s.a.v)’in izine uyarak, îcâb eden hallerde ve makamda çeşitli ma'nâlara yüklenmek üzere söylerler. Tâ ki imâm olan rûha, onun kitapları olan sûret âleminin ba'zısında bir şey zâhir olup, sözün ihtimâli dâhilinde olduğu ma'nâların birisi, o zâhir olan şeyi verdiği zaman ve imâm da bu zâhir olan şeyi çirkin gördüğü zaman, imâm bu sözde bulunan ikinci ihtimâle geçsin!
Bu hâl evliyâullâhın hakîkatlere dâir söz söyledikleri veyâ yazdıkları zaman çok gerçekleşir. Nitekim Ebu’l-Vefâ hazretlerine birisi: “Mansûr’un Ene’l-Hak demesi hakkında ne buyurursun?” diye bir soru sormuş; hazret de: “Ene’l-bâtıl mı desin?” buyurmuşlardır.
Şimdi, “Ene’l-Hak” sözündeki “Hak” kelimesinden “zorunlu vücûd” hazretleri kastedilebileceği gibi, “bâtıl”ın karşılığı olan “doğru” ma'nâsı da kastedilebileceğinden; ve soruyu soranın isti'dâdı, veyâhut o andan çevrede olanların varlığı Mansûr’un sözünü îzâh etmeye müsâid olmayıp, fitne çıkması ihtimâl dâhilinde olduğundan, cenâb-ı Ebu’l-Vefâ “hak” kelimesindeki ikinci ihtimâle yöneldiler.
“Ve Allah Teâlâ kesîrü’l-afv ve’t-tecâvüzdür ya’nî affetmesi ve geçmesi çok olandır.”
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) hazretlerinin bu ibârelerinde de üzerinde konuşmakta olduğumuz bahse uygun olarak iki ihtimâl düşünülür.
Birinci ihtimâl şudur ki: İmâmdan kader sırrı gereğince fitne ve dalâlete sebep olan bir söz çıkarsa, kesîrü’l-afv ya’nî affetmesi çok olan Allah Teâlâ imâmın mâ'zeretine dayanarak onu affeder ve ondan geçer, demek olur.
İkinci ihtimâl şudur ki: Halîfe kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı halîfenin yaptığı gibi kendisini halîfe kılmış olan Hak Teâlâ da, hakîkat-i muhammediyye mertebesinden indirdiği ve muhammedî taayyünün saadetli ağzından çıkardığı kelâmında, bir çok yönler ve ihtimâller derecelendirmiş; ve onu kısa ibâreler ve sözlerin en iyisi ile ulaştırmıştır.
Ve “afv” sözlükte “bir şeyin en iyisi ve en güzîdesi” ma‘nâsına da gelir. Bundan dolayı Efendimiz (s.a.v)’in saadetli ağızlarından söz elbiselerine bürünerek çıkan Kur’ân’da, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bol bol ibârelerin en iyisini kullanmış ve tarz olarak ihtimâllere geçmiştir, ma‘nâsı da ulaşmıştır. Mesnevî:
Tercüme: “Gerçi Kur’ân Peygamber (s.a.v)in saadetli ağzından çıkmıştır. Her kim Hak söylemedi derse, o kâfirdir ve hakîkati örtücüdür.”
Şimdi sözlere ihtimâl dâhil olduğunda o sözün belirli bir şey’ üzerine delîl olması düşer. Örneğin Kur’ân-ı Kerîm’de kadına temâsın temizlenmeyi gerektirdiği beyân buyrulmuştur. Oysa “temâs” sözünde iki ihtimâl vardır:
Birisi, kadının vücûduna dokunma ile olan temâstır; diğeri cinsel ilişkiden kinâyedir. Bundan dolayı bu söz temâs ve cinsel ilişkiden birinin üzerine belirli olarak kat’î delîl değildir. Bu sebeple mezhepler arasında ihtilâf çıkmıştır. Şâfiîler “temâs” ma‘nâsına alıp temâs olduğunda tahâret yenilerler. Ve Hanefîler “cinsel ilişki” ma‘nâsına alıp, temâs ile abdest ve tahâret yenilemezler.
İşte bu bahsedilen haller kâtibin yazma işinde mahâreti ve zekî oluşudur. Ve harflerin ve ma’nâlarının i’tidâli arasını cem' etmesidir.
Kâtib yazmasında nefse uygunluğu ve kalbe bağlantısı olan açık alışılmış hitâb sözleri kullanır. Nefsin hallerine uymayan ve tuhaflığı dolayısıyla kalbe bağlantısı olmayan alışılmamış sözleri kullanmaz. Aksi halde yazmaktan ve hitâbdan amaçlanan şey oluşmaz. Nitekim Arab’ın çok güzel ve süslü hitâbı olanlarından birisi acâib bir kıyâfet ile eşeğe binmiş ve acâib görünüşü seyretmek için halk etrâfına toplanmış. Îmâ edilen bu çok süslü hitâb ile onlara alışılmadık sözler ile hitâb edip: “Size ne oldu ki, bir delinin başına toplandığınız gibi toplandınız? Dağılınız!” ma’nâsına gelen süslü kelimeler kullanmış. Halk bu alışılmamış sözleri işitince bu adama cinnîler musallat olmuş diyerek gülüşmüşler, ne demek istediğini anlamamışlardır.
Kâtibin yazma işinde kendine mahsûs bir üslûbu vardır. İlk olarak kitâbına hamd ü senâ ve salât ile başlar. Daha sonra imâmın adâletini ve onun güzel ve şerefli olan vasıflarını ve yüce olan makāmını beyân eder. Ve imâma ve onun makāmına yönelmeye rağbet ettirir. Ondan sonra da, gerek rağbet edilmiş olan hayır olsun ve gerek zemmedilmiş olan şer olsun, emrolunduğu şey ne ise onu zikreder. Ya'nî kâtib kitâbına kulun yakınlık gösterdiği ilâhî isim ne ise ilk olarak onunla başlar.
-
Sonra isimlere âit rubûbiyyeti ya’nî her bir ilâhî ismin kendine âît rabblığı dolayısıyla, âlemleri terbiye eden kendisiyle isimlenilene hamd edip "El-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn” yazar.
-
Daha sonra zâtî rahmet ve genele ve özele dönük sıfatlarıyla tecellî edici olan Allahü zü’l-celâl hazretlerini “er-Rahmâni’r-Rahîm” sözleriyle senâ eder.
-
Daha sonra “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi, yâ eyyuhellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ” ya’nî “Muhakkak ki Allah ve melekleri, Nebî'ye salat ederler. Ey îmân edenler, siz (de) O'na salât edin! Ve teslîm olmuş olarak salât edin!” (Ahzâb, 33/56) emrine uyarak salât ile başlar. Çünkü salât, Hak tarafından “rahmet,” ve meleklerden yana “istiğfâr” ve mü’minlerden yana “duâ”dır. Bu konudaki ayrıntılar Esrâr-ı Salât hakkında ben fakîrin yazdığı risâlede bulunduğundan, bu ayrıntıların burada verilmesi sözü gereksiz yere uzatmak olur.
-
Daha sonra imâm olan rûhun insânî memleketteki adâletini ve güzel ve şerefli vasıflarını ve onun makāmı olan illiyyîni beyân eder.
-
Ve ondan sonra onun şehirini ve köyünü imâm tarafına yönlendirmeye ve onun makāmı olan illiyyîn âlemine rağbet ettirir.
-
Ondan sonra da kulun sâbit ayn’ının ve hakîkatinin gereği üzere rağbet edilmiş olan hayırdan ve zemmedilmiş olan şerden her ne ile emrolunmuş ise onu zikreder.
Ebû Yezîd Bistâmî (kAs) hazretlerine: “Ârif isyân eder mi?” diye sordular, “Ve kâne emrullâhi kaderen makdûrâ” ya’nî “Allâh'ın emri, takdîr edilmiş bir kader idi” (Ahzâb, 33/38) âyet-i kerîmesini okuyarak cevap verdi.
Ubeydullâh Ahrâr (kAs) hazretleri Risâle-i Vâlidiyye’lerinde şöyle buyururlar: “Şeyh-i Ekber Muhyiddîn ibn Arabî (ks) ba'zı kitaplarında yazmışlardır ki, keşif erbâbının ba'zılarına isti'dâdlarında olan şey açılıp, kendi isti'dâdlarından âsilik çıkacağını görürler. Evliyâya göre ma’sûmluk şart olmayıp “kazâ ve takdîr olunan geri çevrilemez” hükmü gerçekleşeceğinden isyân zulmetinin gözükmesinden ve onun perde oluşundan rahatsız olurlar. Tövbe ve istiğfârın, o zulmeti yok edeceğini yakînen ve tahkîkan bildiklerinden, tövbe ve istiğfâr ile o zulmeti gidermek için, o sûretin hemen olamsını arzû ederler; ve o âsiliği işlerler. Şeyh Rükneddîn Alâü’d-devle hazretleri: “Bu söz insanı cür’etkâr kılar. Hallerini muhâfaza eden ve kendilerini karışıklıktan koruyan kimselere bu sırrı açmak câiz değildir” diye i'tirâz etmiştir.”
Ey birâder bilesin ki, kâtib bizim bu fasılda beyân ettiğimiz vasıflar üzere olduğu zaman, o doğruluk kapısını çalar. Ve bu vasıftaki kâtib her kime zâhir olur ve gerçekleşirse o kimseye “Bir şeyi görmedim, illâ ki o şeyden evvel Allâh’ı gördüm” deme hâli oluşur. Çünkü o kimse yukarıdan beri îzâh edildiği yönle bilir ki, varlığın vücûdu hayâlden ibârettir. Ve bu hayâlî sûretlerde zâhir olan Hakk’ın hakîkî vücûdudur. Bundan dolayı eşyânın sûretlerine baktıklarında irfânın tâm oluşu dolayısıyla ilk önce Hakk’ın hakîkî vücûdunu müşâhede eder; daha sonra eşyâ sûretlerini müşâhede eder. Bu ise cenâb-ı Sıddîk-ı Ekber Ebû Bekir (ra) efendimizin ârifâne meşrebleridir.
FASIL
KÎTAB HAKKINDADIR
Sağ kâtib olduğu zaman, biz hokkaya ve kaleme ve mürekkebe ve kendisine yazı yazılacak olan levhaya muhtaç oluruz. Hokka ve sağ ve “nûn” ve kalem-i a‘lâ ve levh-i mahfuz gibi; ve hâlde çizgi çizme benzeri olan şey gibi ve levhada benzerinin üst üste sıralanması ve levhada benzerleri yazılmışlardan çıkıp âlemleri vücûda getiren şeyin benzeri gibi. Şimdi burada levh-i mahfûzu ya’nî muhâfazalı levhayı ve mahvolma ve isbât levhasını iyi anla! Ve bizim onun yazısında sonu olmayan şey için onu ihtivâ edici olarak nasıl isbât ettiğimize bak! Oysa vücûda dâhil olan her şey sonludur. Bundan dolayı sonsuzun ve kutub gibi en küçük âlemde olan şeyin nasıl olduğunu tetkîk et! Ve belki bir çok sırlar gönülde ola. Ve o bir mevzi‘dir ki, ârif ilâhî bilgide oraya sığınmaya muhtâc olur. Şimdi levha yazma mahallidir. Biz ona “kitâb” ismini veririz. Ve deriz ki, o iki kısma ayrılmıştır: "Kitâb-ı merkūm” ve “kitâb-ı mastûr”dur. Allah Teâlâ “Vet tûri; Ve kitâbin mestûrin” (Tûr, 52/1-2) buyurur. Ve yine “Kitâbun merkūm” (Mutaffifîn, 83/9) buyurur. “Mastûr”a yemîn eder ve “merkūm”dan haber verir. Ve o siccînde ve illiyyîndedir. Şimdi “mastûr” rûhlar âlemindedir; ve “merkūm” gayb âleminde ve şehâdet âlemindedir. Ve Hâlık tarafından “merkūm,” doğru keşif yönünden ondan “mastûr”dur. Lâkin mele-i a‘lâ onu muâyene etmediği için onları kabûl edeni ancak tek bir yön olarak görür. Ve o emr âlem için “mastûr”dur. Ve ne zamanki insan ulvîliği ve süflîliği toplayıp iki yönde de vâkıf oldu; Bundan dolayı onun için “merkūm” oldu. Şimdi yazanın yönelip tasarruf ettiği şey ancak mastûrdur. Ve o zor bir yerdir; ipliklerin düğümlenme yeridir. Ve onun ba'zısı ba'zısına dâhil olur. Ve kitaptan yeryüzüne yönelik tasarruf edilen şey aynı şekilde “mastûr” oldu. Ve onları müşâhede edici olan kimse de yazıcının yönelip tasarruf ettiği yön i'tibârı ile “merkūm” oldu. Şimdi bu yeryüzüne dönük mastûr, hükümlere âit ilimlerin sâhibleri olan fıkıh âlimlerinin ilmidir ki, onların kalbleri dünyâ muhabbeti sebebiyle melekûtu görmekten örtülüdür. Şimdi melekler ulvî emr âleminden “mastûr”dadır. Ve fıkıh âlimleri süflî halk âleminden mastûrdadır. Ve tahkîk ehli iki yönü müşâhede sebebiyle “merkūm”dadır. Şimdi yeryüzüne yönelip tasarruf edilen şeyi hissen müşâhede ederler. Ve yazıcının yönelip tasarruf ettiği şeyi ki, o, muhakkak olan sır hakkında Arş’ın üstüdür; ve emr âlemlerinin ba'zısı hakkında semânın üstündedir. Onu kalben ve aklen müşâhede ederler. “Hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbüküm, kâlûl hakk” (Sebe’, 34/23) ya'nî “Hattâ onların kalblerinden korku kaldırıldığında: Nedir? derler. Rabb’inizdir, diye hitâb gelir. Haktır derler.” Onlara tecellî eder. O’na hitâb ederler; onlara hitâb eder. Bundan dolayı onlar perdeli olurlar. Perde yırtıldığı ve onlar hakkında sebepler ortadan kalktığı zaman halk edilmişler hakkında kader sırrının nasıl hükmettiğine bakarlar. Ve emri çıkış yeri üzerine tetkîk ederler. İsterlerse susarlar; ve isterlerse söylerler. Şimdi o onlara hitâb eyler. Onun kitâbı onların kalblerindedir. Ve o muhâfazalı levhalardır ki, her bir şey için vaaz ve tafsîl olarak her bir şey onda yazılmıştır. Ve onda okurlar; ve ondan haber verirler. Ve bu rabbânî hâtırlardır.
Ya'nî sağ el yazıcı olduğu zaman, biz hokkaya ve kaleme ve mürekkebe ve üzerine yazı yazılacak olan levhaya muhtaç oluruz. Çünkü “Ve huvellezî cealeküm halâifelardı” ya’nî “Ve O ki sizi yeryüzünün halîfeleri kıldı” (En'âm, 6/165) âyet-i kerîmesi ve “Muhakkak Allah Âdem’i sûreti üzere halk etti” hadîs-i şerîfi gereğince, biz yazmakta dahi bizi halîfe kılmış olan Hakk’ın sıfatları üzerineyiz. Nitekim âlemin vücûda getirilmesinde;
-
Bizim kayıtlı vücûdlarımıza karşılık “Hakk’ın mutlak vücûdu;”
-
Ve bizim sağ elimize karşılık “Hakk’ın vücûda getirme eli;”
-
Ve hokkamıza karşılık “nûn,” ya'nî isimlere âit bütün sûretlerin bir dîğerinden ayrılması olmaksızın bir arada oldukları hakîkat-i mu- hammediyye ve vahdet mertebesi;
-
Ve kullandığımız kaleme karşılık da “akl-ı kül;”
-
Ve mürekkebe karşılık da “madde”;
-
Ve kağıdımıza karşılık da “levh-i mahfûz,” ya'nî âlemin küllî nefsi vardır.
Ve aynı şekilde fiilde değil hâlde, ya'nî ilimde, çizgi çizme benzeri olan şey; ve levhada, ya'nî hâriçte, benzerinin üst üste sıralanması ve yazılması ve levhada yazılmış olan benzerden çıkarak âlemlerin vücûda getirilmesinden gerçekleşen şeyin benzeri, Âdem’in cüz’î nefsinde fiilen değil, hâl olarak bulunan çocuğunun sûretine;
-
Ve daha sonra o sûretin Âdem’in ma’lûm kalemi ile rahim levhasında yazılmasına;
-
Ve bu rahim levhasında yazıldıktan sonra doğan, âdemin benzerî sûretinden silsileler hâlinde çıkan onun benzerine karşılık gelir.
İşte burada levh-i mahfûzu, ya‘nî büyük ve küçük âlemin küllî ve cüz’î nefsinin bâtını olan ilmî sûretleri ve onların zâhiri olan mahvolma ve isbât levhasını iyi anla!
Ve bizim yazısında sonu olmayan şeyi ihtivâ edici olarak o levhayı nasıl isbât ettiğimize aklî bakış ile bak! Çünkü biz ilmimizde olan ma’nâlara, hokkanın içinde tek vücûd olan bir çok harfler ve kelimeler elbiselerini giydirerek kalem vâsıtasıyla kağıt üzerine nasıl sonu gelmeyecek şeklide yazar ve o kağıt üzerinde nasıl mahv ve isbât edersek, Hak da ilminde olan sûretleri öylece cisim kağıtları üzerine, unsurlar elbiselerini giydirerek sonsuz bir şekilde yazıp mahv ve isbât eyler. İşte bu îzâhtan sen levh-i mahfuzu ve mahv ve isbât levhasını iyi anla! Nitekim Hak Teâlâ “Yemhûllâhu mâ yeşâu ve yusbitu, ve indehu ümmül kitâb” ya’nî “Allah, dilediği şeyi mahveder ve dilediği şeyi sâbit kılar ve ümmül kitap, O'nun indindedir” (Ra’d, 13/39) buyurur.
Şimdi varlıksal sûretler tabîat levhasında bir taraftan mahvolur ve bir taraftan peydâ olur. Nitekim âyet-i kerîmede “Mâ nensah min âyetin ev nunsihâ ne’ti bi hayrin minhâ ev mislihâ” ya’nî “Biz bir âyetten neyi kaldırırsak veyâ neyi unutturursak, ondan daha hayırlısını veyâ onun benzerini getiririz” (Bakara, 2/106) buyrulur. Bundan dolayı tabîat sâhasında dokunmuş olan bir sûret bozulunca, onun benzeri peydâ olur. Ve hayâl levhası da böyledir. Ve sonsuz fezâda, ya‘nî Hakk’ın mutlak vücûdunun aynında, var olan âlemlerin sonsuz olan tamâmı böyle olduğu gibi, onlardan her birinin üzerinde var olan sûretler de sonsuz bir şekilde böyledir.
Oysa izâfî vücûda dâhil olan her şey sonludur. Çünkü her birinin öncesi ve sonrası vardır. Böyle olunca sonsuz fezâda ezelden ebede var olan sonsuz âlemlerin ve izâfî vücûdda taayyün etmiş olan “kutub” gibi en küçük âlemdeki çizgi çizmenin benzeri olan şeyin ve onun levhasındaki benzerlerinin yazılmasının nasıl olduğunu mukâyese ile tetkîk et! Belki bu tetkîkin esnâsında onlara âit bir çok sırlar gönül levhanda gerçekleşir ve nakşedilmiş olur da bu husûsta sende zevkî ya’nî bizzât hakîkatini yaşamaya âit ilim ve muhammedî irfân oluşur. Ve o gönül levhası öyle bir mevzi’dir ki, ârif o sırları bilmek husûsunda bu mevzi'ye sığınmaya muhtâç olur. Beyt:
Ne istersen yürü var ondan iste
Hudâ’nın ulu dergâhı gönüldür
Çünkü ârifîn gönül levhası kendi kitâbıdır. “Ikra’ kitâbek, kefâ bi nefsikel yevme” ya’nî “Kitabını oku! Bugün nefsine o yeter” (İsrâ, 17/14).
Şimdi “levha” yazma mahallidir. Biz o yazma mahalline “kitâb” ismini veririz. Ve deriz ki, o kitap iki kısma ayrılmıştır.
-
Birisi “kitâb-ı merkūm”; Ve diğeri “kitâb-ı mastûr”dur.
Nitekim Allah Teâlâ “Vet tûri; Ve kitâbin mestûrin” (Tûr, 52/1-2) ve aynı şekilde “Kitâbun merkūm” (Mutaffifîn, 83/9) buyurur.
-
Bu âyetlerde “kitâb-ı mastûr”a yemîn eder; ve “merkūm”dan haber verir.
-
Ve o kitâb-ı merkūm hem siccînde ve hem de illiyyînde olur.
-
Kitâb-ı mastûr rûhlar âleminde ve kitâb-ı merkūm gayb ve şehâdet âlemindedir.
Bilinsin ki, henüz gayrılık elbisesiyle taayyün etmemiş olan vâhidiyyet mertebesinde sâbit, isimlere âit sûretler soyut cevherler hâlinde olarak gayrılık elbisesiyle taayyün etmiş olan küllî rûh levhasında mastûr ya’nî satırlanmış olur.
Ve ondan sonra gayb âlemi olan mutlak misâl levhasında; ve daha sonra tabîat levhası olan şehâdet âleminde merkūm ya’nî yazılmış olur.
Mastûr ile merkūmun farkı budur ki;
-
Mastûr mahv kabûl etmez;
-
Ve merkūm mahv ve isbât kabûl eder.
Ve doğru keşif yönünden, Hâlık tarafına göre merkūm olanlar O’nun yönünden mastûrdur. Çünkü mahv ve isbât dahi Hâlık’ın meşiyyetine ya’nî üst irâdesine göre olur.
Lâkin mele-i a'lâ, ya'nî melâike-i kirâm, mastûr ve merküm i'tibârlarını muayene etmediği için, gerek mastûru ve gerek merkūmu kabûl edeni, ancak tek bir yön görür, ya'nî bir âlem görür.
Ve o tek bir yön de rûhlar âlemidir ki, isimlere âit sûretler onda mastûrdur ya’nî satırlanmıştır. Çünkü mele-i a'lâ indinde zaman ve mekân i'tibârları yoktur.
Fakat insan mele-i a'lânın tersinedir. Çünkü insan ulvîliği ve süflîliği toplamış olduğu için, emr âlemi ile halk âleminden ibâret olan iki yöne de vâkıf olduğundan melekler indinde mastûr ya’nî satırlanmış olan şey, insan için merkūm ya’nî yazılmış oldu. Beyt:
Tercüme: “Ey Sâib, insanlık mertebesini meleklerden arama! Çünkü sırsız bir ayna ne sûret gösterebilir!...”
Şimdi yazıcının, ya'nî “külle yevmin hüve fî şe’n” ya’nî “O her an bir iştedir” (Rahmân, 55/29) gereğince ilâhî isimlerin yönelip tasarruf ettiği şey ancak mastûr ya’nî satırlanmış olandır.
Ve ilâhî isimlerin tecellîleri her içinde bulunulan yurda göre başka bir rengi taşıdığından, yazıcının yönelip tasarruf ettiği tecellî mahalli zor bir yerdir. Ve o yer ipliklerin düğümlendiği mahalle benzer ki, ba'zısı ba'zısına dâhil olur. Ya'nî mastûr ile merkūm, o zor yerde bir diğerine girift bir haldedir.
Nitekim ümmü’l-kitâbdan yeryüzüne yönelik tasarruf edilen şey mastûr ya’nî satırlanmış oldu. Çünkü his gözü bunların menşe’ini ve kaynağını göremez, ancak hissî sûretleri görür. Fakat bu hissî sûretlerin kaynağını basîret gözüyle görür. Keşif ehli indinde, yazıcı olan ilâhî isimlerin yönelip tasarruf ettiği yön i'tibârı ile bu yeryüzüne dönük mastûr ya’nî satırlanmış olan, merkūm ya’nî yazılmış olan oldu.
Ve bu yeryüzüne dönük olarak mastûr olan, hükümlere âit ilimlerin sâhibleri olan fıkıh âlimlerinin ilmidir ki, onların kalbleri dünyâ muhabbeti sebebiyle perde içinde olup melekûtu, ya'nî zâhir âlemin bâtınını, müşâhede ve muâyene edemezler.
Şimdi;
-
Melekler yukarıda beyân edildiği şekilde ulvî emr âleminden mastûrda kâimdirler;
-
Ve fıkıh âlimleri süflî halk âleminden mastûrda kâimdirler.
-
Ve tahkîk ehli ise iki yönü, ya'nî hem melekût âlemini ve hem de mülk âlemini müşâhedeleri sebebiyle merkūmdadır. Bundan dolayı yeryüzüne yönelip tasarruf edilen şeyi ve onda var olan sûretleri hissen müşâhede ederler.
Ve yazıcının, ya'nî ilâhî isimlerin, her yurdunda yönelip tasarruf ettiği şey ki, o şey ezelde tahakkuk etmiş olan sır, ya'nî sâbit aynlar hakkında Arş’ın üstüdür. Ya'nî cismâniyyetin ve izâfî vücûdların üstüdür.
Ve emr âlemlerinin, ya‘nî şe’n âlemlerinin, ba'zısı hakkında semânın üstüdür. Ya'nî halk âleminin üstünde olan mutlak misâl âlemidir.
O şeyi kalben ve aklen müşâhede ederler. Hattâ kalblerinden korku ve ürküntü kaldırıldığında:
-
“Bu zâhir olan nedir?” derler.
-
Hak Teâlâ’dan “Rabb’inizdir” diye hitâb gelir.
-
Onlar da: “Bu keşif bâtıl değil, haktır” derler.
Bu “Hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbüküm, kâlûl hakk” (Sebe’, 34/23) ya'nî “Hattâ onların kalblerinden korku kaldırıldığında: Nedir? derler. Rabb’inizdir, diye hitâb gelir. Haktır derler” âyet-i kerîmesi Sebe sûresinde olup, cenâb-ı Şeyh (ra) burada bâtın ma’nâsını tefsîr olarak verirler.
Şimdi Hak onlara tecellî eder.
Onlar tecellî etmiş olan Hakk’a hitâb ederler;
Ve Hak Teâlâ da onlara hitâb eder.
Bundan dolayı bu tecellî içinde varlıklardan ve eşyâdan perdeli olurlar.
Ve bu varlıklar ve izâfî vücûdlar perdesi yırtıldığında ve onların indinde sebepler ortadan kalktığı zaman, halk edilmişler hakkında kader sırrının nasıl hükmettiğine bakarlar; ve emri çıkış yeri üzerine tetkîk ederler. Ya'nî şehâdet âleminde var olmuş olan halk edilmiş ferdlerin sâbit ayn’larını müşâhede edip, ezelde ve başlangıçta hangi ilâhî ismin görünme yeri olduğuna vâkıf olurlar. Mesnevî:
Tercüme: “Kâmiller senin adını uzaktan işitirler. Senin atkı ve çözgünün dibine kadar vâkıf olurlar. Ya'nî senin madde beden kâlıbında bulunan isimlere âit tecellîleri ve misâl alemine âit sûretini ve rûhunu ve sâbit ayn’ını ve sâbit ayn’ının hangi ismin görünme yeri olduğunu görürler. Belki senin doğmandan nice senelerce önce seni her yurdundaki hallerin ile berâber görmüş olurlar.”
Ve bu kader sırrının onlar üzerinde sebepler perdesi arkasından nasıl hükmettiğini görüp, onları bütün fiillerinde ve hareketlerinde ma'zûr görürler. Çünkü bu eşyânın hepsi ilâhî isimlerin görünme yeri olup, hakîkatte bütün hareketlerin ve sâkinliklerin hakîkî vücûda âit olduğuna vâkıf olmuşlardır.
Bu keşif ehli isterlerse bu müşâhedelerinden bahsetmeyip sessiz kalırlar; ve isterlerse hâlin gereğine göre söylerler. Çünkü onların söylemeleri de söylememeleri de Hakk’ın tecellîlerinin gereğindendir. Bu gibi zâtların sözleri kendilerinden değildir.
Şimdi O, ya'nî Hak Teâlâ, harfsiz ve sessiz onlara, ya'nî basîret gözlerinden perde kalkmış olan keşif ehline, hitâb eder. Hakk’ın kitâbı bu gibi saâdet sofrası zâtların kalblerindedir. Çünkü isimlerine âit toplayıcılıyla Hak Teâlâ kâmillerin kalblerine tecellî edicidir. Nitekim hadîs-i kudsîde “Yerime ve göğüme sığmadım; velâkin mü’min kulumun kalbine sığdım” buyrulur. Bu halde olan kâmillerin kalbleri bir takım levh-i mahfuzlar ya’nî muhâfazalı levhalardır. Her şeye âit vaazı ve tafsîli ihtivâ edici olduğu halde, her bir şey onda yazılmıştır.
Çünkü Hak Teâlâ’nın isimlere âit toplayıcılıyla tecellî ettiği bir kalbde, isimlere âit görünme yerlerinden ibâret olan her bir şeyin tafsîlâtıyla berâber bulunması ve yazılmış olması tabiîdir.
Ve isimlere âit sûretler basılmış olan kalbler muhâfazalı levhalardır. Çünkü isimlere âit sûretler sâbit ayn’lardan ibâret olup hepsi eşyânın hakîkatleridir. Ve hakîkatler ise aslâ değişim kabûl etmez. Ya'nî örneğin Mudill ismi Hâdî ismine, ve Dârr ismi Nâfi' ismine değişemez. Bundan dolayı bu kâmiller, her bir şeyi tafsîlâtıyla berâber, muhâfazalı levhalardan ibâret olan kalblerinde okurlar; ve bu Hak kitâbı içeriğinden haber verirler. Ve bu haber verdikleri şeyler rabbânî hâtıralardır.
Bilinsin ki, bu müşâhede bu kitâbın beşinci bölümünde beyân edildiği üzere tahkîk ehlinin “küllî muhakkak üçüncü fenâ” dedikleri makām sâhiblerine mahsûstur. Onlar nefy etme ashâbı olup Hakk’ın gayrını unutmuşlardır. Ve cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimiz Mesnevî-i Şerif’lerinde onların hâline işâreten buyururlar. Mesnevî:
Tercüme: Hissiz ve kulaksız ve fikirsiz olunuz, tâ ki “İrci'î!” ilâhî hitâbını işitesiniz."
Ve bu makāmın altında bulunanların kalblerine olan ilâhî tecellîlere, his ve şehâdet âleminin görülür ve işitilir olan sesleri ve bunlardan hâsıl olan aklî tefekkürler karıştığından, onların kalbleri muhâfazalı levhalar değil, belki mahv ve isbât levhaları olur. Ve onların hâtıraları sırf rabbânî hâtıralar olmayıp, melekî ve nefsânî ve şeytânî hâtıralar ile karışık olur. Bundan dolayı onların verdikleri haberler de ona göre olur.
Dostları ilə paylaş: |