DİBEK — Gaayet büyük taş havan; içinde buğday dövülüp bulgur yapılanlarına «Bulgur Dibeği», kavrulmuş kahve dövülüp toz kahve yapılanlarına da «Kahve Dibeği» denilir. Dibekler şahsen tedârik edilmezdi, zîrâ bir evin ihtiyacının kat kat üstünde idi, onun içindir ki bulgur dibekleri hayır sahihleri tarafından bir camie ve mahalleye vakıf olarak konulurdu; böyle bir dibek Bulgurlu Köyünde cami yanında halâ durmaktadır (B.: Bulgurlu, cild 7, sayfa 3113; Bulgurlu Camii, cild, 7, sayfa 3117). Bulgur fabrikalarının bulunmadığı, bulgurun dibekde dövüldüğü devirlerde bu vakıf bulgur dibeklerinin Istanbulun günlük hayatında ne kadar önemli olduğu aydın görülür, îstanbul-da dibek adına nisbetle anılagelmiş 7 sokak adı vardır: Dibek çıkmazı, Dibek Sokağı, Dibekci Ahmed Sokağı, Dibekci Ali Sokağı, Dibekci Kâmil Sokağı, Dibekli Camii Sokağı, Dibekta-şı Sokağı (Bütün bu isimlere bakınız).
Irgad makuulesinden bir takını garibler de mahallelerin dibekciliği ile geçinmişlerdir.
Kahve dibekleri ise devlet malı idi, İstan-bulda Eminönünde «Tahmis» denilen yerde idi.
Mîrî Kahve Dibekleri — Kahvenin kav-ruldukdan sonra çeşidli şekillerdeki değirmenlerde çekilerek toz hâline getirilmesi geçen asır sonlarında başlamış ve yayılmışdır (B.: Kahve). Kahvenin Türkiyeye girdiği Kanunî Sultan Süleyman devrinden XIX. asır sonlarına kadar Türkiyede, dolayısı ile İstan-bulda kahve büyük taş dibeklerde dövülerek toz hâline getirilmiş ve böylece, zamanımızda da pek makbul sayılır, hep dibek kahvesi pişirilerek içilmişdir.
Kahve dibeklerinin mîrî oluşu, kavrulmuş kahveye dibeklenirken, toz hâline getirilirken hilekâr esnafın kahveye nohud ve arpa gibi şeyler katmasını önlemek içindir. Bu devlet kontrolü kahve maddesinde dibekle kalmamış, kahvenin kavrulması işini de alarak, Istanbulun en büyük zabıta âmiri olan Yeniçeri Ağasının emrinde bir «Kahve Ocağı»na vermişdir. Yeniçeri zabitlerinin nezaretinde de bir takım ır-gadların çalışdırıldığı bu ocak, Eminönünde idi ve bulunduğu yer kendisine nisbetle «Tahmis» adını almışdı. Tahmis arabca, nebatî dâneleri (Kahve, nohud, fındık, arpa gibi) kavurma de-mekdir. Tahmis Ocağı, Mısır Çarşısının batıya açılan kapusunun karşısında idi ki zamanımızda o mevkide Kuru Kahveci Mehmed Efendinin
l
DİBEK
4546 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
— 4547 —
DİDON
dükkânı bulunmaktadır, Mısır Çarşısının batı kenarından geçen cadde de «Tahmis Caddesi» adını taşır.
Tahmis ocağında kahve gaayet büyük tavalarda kavrulurdu. Günde ikibin okka kadar kahve kavrulup dibeklendiği söylenir ki tüccardan ve kahvecilerden alman tava ve dibek ücretleri Yeniçeri Ocağı gelirleri arasında küçümsenmeyecek işdi.
Sahhaflarşeyhizâde Esad Efendi «Üssü Zafer» isimli meşhur eserinde son yeniçerilerin kabadayılıklarını ve türlü rezaletlerini anlatırken Tahmis Ocağı hakkında da şunları yazıyor : «Tahmisde kahve kavurup döven ocağa mansub eşhas saf kahveye nohud vesaire gibi şeyler karışdırmasın diye onlara nezâret için hergün dört nefer sakallı usta (yeniçeri aşçısı) gönderilirdi ve asıl hileyi bu adamlar yapardı. Tahmisde günde 2000 okka kahve ka-vurulur, dibeklenirdi, bu ikibin okka hâlis kahveye üçde biri belki dahaziâye miktarda nohud ve şâire katarlar bu suretle elde ettikleri ziyâde kahveyi satarak bedelini dibekcilerle paylaşırlardı. Kahveci esnafı bunu bilir fakat âciz kalmış önüne geçemezlerdi..»
DÎBEK CAMÎt — (B.: Emin bey Mescidi).
DİBEK ÇIKMAZI — 1934 Belediye Şehir Rehberine göre (pafta 10/83) Fatih kazasının Şehremini nahiyesinin Arpaemini Mahallesinde Millet Caddesi üzerindedir. Yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi. (Kasım 1966).
DlBEKCİ AHMED SOKAĞI — 1934 Be lediye Şehir Rehberine göre Üsküdarda Çavuş-deresi Sokaklarından (Pafta 27); yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi (Kasım 1966).
DlBEKCİALİ SOKAĞI — 1934 Belediye Şehir Rehberine göre (Pafta 10/70) Fatih kazasının Şehremini nahiyesinin ibrahim çavuş Mahallesi sokaklarından; Mevlevihane kapusu Caddesi ile Yayla Caddesi arasında uzanır; yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi (Kasım 1966).
DlBEKClKÂMlL SOKAĞI — Beşiktaşda Vişnezâde Mahallesi sokaklarından, Spor Caddesi ile Çatlakçeşme Sokağı arasında uzanır,
Çekirdek Sokağı ile kavuşağı vardır; isimsiz iki çıkmaz ile meydanımsı bir açıklık olur ve sonra tekrar bir olup sona erer; bahsedilen meydanımsı açıklık yerinde Beşiktaş Kireçhâ-ne Sokağı ile yine isimsiz bir geçidle bağlan-mışdır (1934 Belediye Şehir Rehberi, pafta 20/172). Spor Caddesinden gelindiğine göre iki araba geçecek genişlikde, paket taşı döşeli olarak başlar; Çekirdek Sokağı kavuşağından sonra daralır; ahşab ve kagir büyüklü küçüklü evler arasından geçer; Ekmekcibaşı Camii bu sokak üzerindedir ve bir kasab dükkânı vardır, kapu numaraları l—17 ve 2—34 dür (nisan 1966).
Hakkı GÖKTÜRK
DÎBEKLl CAMİ SOKAĞI — Bayazıdda Tavşantaşı Mahallesi sokaklarından; 1934 Belediye Şehir Rehberine göre Tatlıkuyu hamamı Sokağı ile Büyük Haydar Efendi Sokağı arasında uzanır, Yenidevir ve Pehlivan sokakları ile kavuşaklan vardır, Kürkcübaşı Sokağı ile dört yol ağzı yaparak kesişir (Pafta 3/26); yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi (Kasım 1966).
DİBEK SOKAĞI — 1934 Belediye Şehir Rehberine göre Galatanm Hacımimi Mahallesi sokaklarından (Pafta 15/135); yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi (Kasım 1966).
DİBEKTAŞI SOKAĞI — 1934 Belediye Şehir Rehberine göre Heybeli Adanın sokaklarından; Köyün tepedeki kenarında, Değirmen Mevkii denilen yerdedir (Pafta 33); yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi (Kasım 1966).
DÎDAR BEY — 1908 ile 1918-1920 arası gazetecilerinden; Enis Tahsin Til (B.: Til, Enis Tahsin) «Gazeteler ve Gazeteciler» adı altında yayınladığı hâtıralarında bu meslekdaşı hakkında şunları yazıyor: «Topal, sessiz, son derece terbiyeli ve yaman bir gazeteci idi; uzun yıllar Bâbiâli muhabirliği yapmışdır, Babıâli koridorlarında dolaşır, olan biten her şeyi öğrenirdi. Akşamları not defteri ile gazeteye gelir, bir köşede sessizce yazılarını yazar, yazıla-mayacak haberleri de ağızdan anlatırdı. Babıâli ricalinden, sefirlerden, sefaretler erkânından tanımadığı yokdu, kendisini herkese sev-
dirmişdi, sefaret baştercümanları ile kol kola dolaşdığı sık sık görülürdü».
Hayatı hakkında başka bir kayde rastlanmadı.
DİDON, DİDONLAR — Kadimden Birinci Cihan Harbine kadar İstanbul halkı,, halkın da bilhassa avam tabakası önce yalnız fransızlara, 1853-1855 Kırım Harbinden sonra da bütün av-rupalılara «didon» diye gelmişdir; orta ve yüksek tabaka ağzında «fransiz» isminden bozma olarak farnsızlara ve yine bütün avrupalılara alem -olmuş «frenk» tâbirinin bir müteradifidir.
«Didon» düzme ismi, fransızların avam kısmının, bilhassa îstanbula gelmek fırsatını bulan gemicilerin sohbet arasında sık sık kullandıkları «diş done» tâbirinden doğmuşdur.
Lâle Devrinde İstanbulda ilk yangın tulumbasını îcad eden ve yangın tulumbacılığı teşkilâtının kurulmasına ön ayak olan Gerçek Davud Ağa bir fransız mühendisi idi (B.: Da-vud Ağa, Gerçek; Tulumbacılar); daha o zaman istanbul halkı yangın tulumbasına: «Didonun Tulumbası »adını takmış, bu nisbetden de o ilk tip yangın tulumbalarına «Didon Tulumba» denilmişdi.
Kırım Harbi dönüşünde müttefik devletler (Fransa, İngiltere, Sardunya) askerleri bir müddet dinlenmek üzere İstanbulda kalmışdı; bu ikaamet avam arasında dedikodulara se-beb oldu: «Bir adama gel demesi kolay, git demesi zordur.. Didonlar İstanbulun havasından hoşlandılar, bakalım nasıl gidecekler!.» denildi, ve ittifakı akdeden Mustafa Reşid Paşa aleyhine bir cereyan hâsıl oldu; Paşa, îstanbul-daki elçiler nezdinde şahsî nüfuzunu kullanarak bu yabancı askerlerin İstanbulu hemen terk etmesini temin etmişdi.
Kılığı, kiyâfeti, tuvaleti, tavır ve hareketleri avrupalılara taklid olan Türkler de halkça hoş görülmemiş, onlar da «Didon sakallı herif..», «Didon kılıklı Çapkın..» gibi tâbirlerle tezyif edilmişdir. Üsküdarlı kalender halk şairi Tophane ketebesinden Âşık Râzi 1885-1890 arasında alafranga bir gene ile şöyle alay ediyor :
Nevcivanım şıkdır şık, arına şalgam baba turp Faytonla geçerken gör kibârâne oturup
Gezmiş tozmuş Londura Paris Berlin Viyana Dir Avrupa bir yana ille Paris bir yana
İki dirhem naz ile bir çekirdek cilvesi Küçük Beyin şampanya bizler kahve telvesi
Puduralı yanaklar gül penbesi dudağı Hem nigâhı mestâne içmiş Martel Konyağı
Tatlı suyun frengi Mişon Kaspar Andondur Bizim beyi sorarsan çıt kırıldım Didondur
Kapatması metires uşağın adı vale Fransızca konuşur yanaşma ispir ile
j ."S' '•:•'•'',•
Didon Beyim şıkdır şık elfaak sîne bülbülü Lâkin soymaya kalkma sakın ol gönce gülü
Lavantalı tekedir Pârisde beş yıl tamam «Lö bo jön om» unutmuş neymiş yıkanmak
hamam
Kapkara kabuk tutmuş ayaklarının kiri Tahta fırçası ile yıkatmak monşeri
Aynı vadide şu kıtalar da Âşık Râzinindir. (B.: Mustafa, Arabacı):
Sırma püskül bıyıklı Arabacı Mustafam Tığ gibi çakı gibi bir oynaşım var ana Gözleri camekânlı düzeni bozuk endam Diddon kılıklı kâtib koca mı olur bana
Hani hanım kız diyen, gelin kız diyen sazı Nerde dal fes altında reyhan misâli kâkül Güllü mintan al kuşak gümüş topuk şehbazı Değişmez redingotlu huıbıla deli gönül
Didon bilir frenkce arabacım kuşdili Biri baston oynatır biri şaklatır kamçı Mustafam sîne üryan sırma nakış cevreli Didon Beyin eksiği koltuk altında haçı
Sen bu sevdadan vaz geç kıyma kızına ana Ayırma Mustafamdan tamah ederek mala Kaynanam görümceler hepsi süslü kolama Kaçarım inan olsun bitli bir kürd hammala
Câriye değilim ben adım Benli Pakize Kenarın yosmasıyım ben Didonla olamam istemem yalı konak kulübe yete bize Arabacıgüzeli Mustafam da Mustafam
DİDON SAKAL
— 4548
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 4540 —
DİKENLİ BALIK
Ahmed Dikbaşın macerası Son Gazetesi yaprağında
ikisi de iki büyük Türk aydını idi, A. Derviş Paşa son yıllarında tamamen matruş olarak yaşadı, M.A. Aynî bey meşhur sakalını ölünceye kadar muhafaza etti.
Gene kuşakdan muharrir Ümid Deniz de didon kesimi sakalı ile meşhurdur. İstanbulun tipik simalarından Nazmi Acar da didon sakallı idi (B.: Aynî Mehmed Ali, cild 3, sayfa 1619; Âsaf Derviş Paşa, cild 2, sayfa 1088; Acar, Nazmi, cild l, sayfa 177; Deniz, Ümid).
DİKBAŞ (Ahmed) — 1966 yazında irâdesi dışında hayatına mal olacak büyük bir maceranın kahramanı olmuş 16 yaşında esnaf çırağı bir küçük delikanlı; 7 ağustos pazar günü Fenerbağçe Plajından kiraladığı sandalla denize açıldıkdan sonra anî olarak kopan fırtınaya tutulmuş; rüzgârla, dalgalarla, akıntı ile Marmara Adasına kadar sürüklenerek 42 saat aç ve susuz denizde kalmış ve ikinci gece içinde «Kılavuz Ali Paşa» muhribi tarafından gö-
kurtulan genç, sinir krizleri geçiriyor
,. 42 saat azgın denizle boğuşan AhmeJ Dlkbaj'ın İçinde bulunduğu "ölüm Sandalı" haritadagörljldü-
16 yakındaki Ahmet DÎKBAS 9^ 9'kt Fenerbalıçeplâjından Marmara adalarına kadar süruklenmî jHr
îstanbulun ayak takımı Didon'a benzeyen bir ismi de 1918 mütârekesinden sonra Rus kadın ve kızlarına takmışdı. Bolşeviklerden kaçarak memleketlerini terk eden zengin ve asil tabakalara mensub ruslar ilk konak yeri olarak Istanbula sığınmışlar, ve o sırada, Birinci Cihan Harbinin gaalibi devletlerin askerî işgaali altında bulunan İstanbulda geçinebilmek için pas-tahâneler, lokantalar, barlar açmışlar, bu yerlerin garsonluk ve konsommatrisliklerini kendi kızları, kadınları, delikanlı ve şâbı emred oğulları yapmışdı (B.: Beyaz Ruslar, cild 5, sayfa 2624); hizmet ederken teşekkür karşılığı «ha-roşo» kelimesini çok sık kullandıkları için mülteci rus kadın ve kızlarına «Haraşo», Didon gibi bir alem olmuşdu.
DlDON SAKAL'— Fransız kesimi bir sakal şekline memleketimizde ayak takımı ağzında verilmiş isim; çenenin ucunda, bitiminde bırakılmış bir tutamcık sakal ki fransızlar Barbiş (Barbiche) der. Bizde aşırı alafrangalığın damgası olarak 1908 meşrutiyetinden sonra ve pek az kimse tarafından bırakılmışdır. îlk tecrübe eden gençler dile düşmüşler, hic-vedilmişlerdir :
Gördün mü sen Pârisde tahsil etmiş çakalı Çenesinde Didonon bir top keçi sakalı!.
Gençliklerinde barbişleri ile tanınmış iki meşhur sîmâ Prof. Dr. Âsaf Derviş Paşa ile Prof. Mehmed Ali Aynî Bey olmuşlardı; her
rülerek kurtarılmışdır. Ahmed Dikbaş macerasını gazetecilere şöyle anlatmişdır:
«Pazar günü iznimi denizde geçirmek istedim. Fenerbahçe plajında bir süre yüzdük-den sonra yarım saatliğine sandal kiraladım. Biraz açıldıkdan sonra birden bire rüzgâr sertleşti. Küreklere bütün gücümle asıldığım halde sanki ters çekiyormuşum gibi Burgazadası istikâmetine sürüklenmeye başladım. Vaziyetimin kötülüğünü anladım; bu sırada 100 metre kadar ötemden birkaç yelkenli geçti, beni alıp kurtarmaları için onlara el salladım, ama ' yanlış anladılar, aynı şekilde el sallayarak selâmladılar ve uzaklaştılar.
«Bütün gücümle kürek çekiyordum; fakat artık adalar da gözden kaybolduğundan istikâmetimi şaşırdım, ve yavaş yavaş gece bastırdı; hava bayağı soğumuştu; üzerimde bir mayo dan başka bir şey olmadığı için esen sert poyraz rüzgârı, bütün gün yanmış olan sırtıma kırbaç gibi vuruyordu. Nihayet gece yarısına doğru öyle yoruldum ki, ne olursa olsun diyerek kürekleri bıraktım ve olduğum yerde kestirmeye başladım. Bir saat sonra büyük bir gürültü ile uyandım, yine fırtına çıkmış, sandalım denizin üstünde bir fındık kabuğu gibi kalmışdı; muvazeneyi temin. etmek için bir sağa bir sola yatıyordum.
«Artık ümidi kesmiştim. Yanan sırtımın derisi su toplamış, avuçlarımın içi ise kürek çekmekten parçalanmıştı. Kendimi kaderimin götüreceği yola bıraktım. Sağdan soldan geçen büyük gemilere bağırmaktan sesim de kısıl-mışdı, Gün ağardığında etrafta bir tek kara parçası bile görünmüyordu. Karnım acıkmış, gözlerim kararmaya başlamıştı. Artık kurtulamayacağımı zannediyordum. Yakıcı güneş sırtımı tekrar kavurmaya başladı. Bir yandan sandala dolan suları başaltmaya çalışıyordum, o gün de öyle geçdi ve ikinci gece oldu. Bari hava yine patlamasa diye düşünürken üzerimde bir projektör'ün ışığının gezinmekte olduğunu gördüm. Beni bulmuşlardı. Büyükçe bir harp gemisi yanıma kadar geldi. Küpeşteden: •— Denize atla yüzerek gel!., dediler. Kendimi sevinçle sulara attım. Gözlerimi Kılavuz Ali Paşa Muhribinin revirinde açtım. Meğer ben denize atlar atlamaz bayılmış ve dibe doğru inmeye başlamışım, iki bahriyeli beni güçlükle kurtararak gemiye almışlar..» (Son Gazete-si).
Gazete şu notları ilâve ediyor: «Ahmed Dikbaş Taksimde bir evde bekâr uşağı arkadaşları ile kalmakdadır. Hayatından ümid kesilmiş, plajda bırakdığı elbise ve çamaşırları arkadaşlarına teslim edilmişdi. Kaldırıldığı has-tahânede asabî krizler geçiren Ahmed: «Bir daha sandala binmek mi, büyük konuşmayayım ama, sandal değil, denizi bile görmek istemiyorum!.» demişdir.
Burhaneddin OLKER
DİKENLİ BALIK — «istanbul Balıkhanesine gelen balıklardan; Kırlangıç fasîlerinden-dir. Ekseriya yeşil renkde ve 8-10 santim boyunda bulunan dikenli balığın vücûdu pul yerine bir takım kemik levhalarla kaplı olup yelesi üç aded büyük ve müteharrik dikenlerden
Dikenli Balık (Resim: K. Deveciyandan)
ibaret, ve karın yüzgeçleri de ikişer aded dikenden müteşekkildir. Sırt ve makad yüzgeçleri bir şekil ve büyüklükde ve kuyruğa yakındır. Yumurta atacağı zamanlarda rengi daha ziyâde parlar, erkeğinin üzerinde azıcık penbe-lik ve mavilik peyda olur. Tatlı sularda bulunur, ve balıkların yumurta ve tohumlarına pek zararlıdır.
«Yumurtasını nisan-mayıs aylarında döker. Erkek balık ot ve ağaç köklerinden iki kapulu bir yuva yapar, sonra bir dişi balığı tâkib ederek o yuvaya sokar; dişi yumurtasını yuvada döküp çıkınca erkek de yumurtanın üstüne sütünü döker. Yuva yumurta ile dolunca erkek yuvasının kapularından birini kapar, diğeri ağzını yavrular çıkıncaya kadar bekler.
«Dikenlerle mücehhez ve pek cessur olduğu için, kendisinden pek büyük düşmanlara karşı dayanır ve onları uzaklaşdırır. Eti makbul olmadığı için sureti mahsusada avlanmaz» (Karakin Deveciyan, Balık ve Balıkçılık),
DİKER (Mustafa Hayrullah)
— 4550 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
— 4551 —
DİKİLİ TAŞ
DİKEE (Mustafa Hayrullah) — Çağdaş Türk tababetinin büyük hekimlerinden biri; asker hekimlerimizden kiymetli bir asabiye mütehassısı ve istanbul Üniversitesi Tıb Fakültesinin büyük hocalarından Ordinarius Profesör; Şehremaneti memurlarından Mehmed Salih Efendinin oğludur; İstanbul'da Bayezid'de Boğanağa Mahallesinde 30 Ekim 1875 de dünyaya gelmiştir. Üsküdar'da İmrahor'da Rüstem Paşa iptidaî mektebinde, Fatih Askerî Rüştiye-si'nde, Mülkiye Idadîsi'nde okumuş, Askerî Tıbbıye'ye ,girmiş, ve 1897 de Tabib Yüzbaşı olarak mezun olmuşdur.
Sırası ile 1897 de Manastır Askerî Hasta-hanesinde, 1898 de Arnavutluk'da Işkodra fırkası tabur hekimliğinde ve 1900 de Kastamonu'da During Paşa'nın Frengi Mücadele Teşkilâtında çalışmış, 1905 de Kasımpaşa'deki Bahriye Merkez Hastahanesine tayin edilmiş-dir. Mektep ve meslek hayatında temiz ve merd karakteri ve çalışkanlığı ile temayüz eden Dr. Mustafa Hayrullah Bey 1910 senesinde Bahriye Nezareti tarafından Akliye ve Asabiye ihtisası yapmak üzere Fransa'ya .gönderilmiştir. Paris'de üç sene kalmışdır; ilk sene Paris Üniversitesi Tababeti Adliye ve Akliye Enstitüsüne giderek Prof. Gilbert Ballet'nin servisinde akıl hastalıkları tahsil etmiş, aynı zamanda enstitünün bütün derslerini takib etmiş ve kanunî imtihanları da muvaffakiyetle vererek adlî tıp diplomasını almıştır.
Geri kalan iki, sene içinde de bir tarafdan Prof. De j erine, diğer tarafdan da Magnan ve Ernest Dupre'nin yanında çalışarak sinir hastalıkları ihtisasını vermiştir. Böylece üç sene sonra büyük bir ilim hamulesi ile memlekete döndüğü zaman Bahriye Nezaretince yine Deniz Hastahanesine Asabiye Mütehassısı olarak tâyin edilmiş ve aynı zamanda Müderris Râşid Tahsin Bey'in istifası ile boş kalan Sıhhiye Müdüriyeti Tababeti Adliye Encümenine âza seçilmiştir. Adlî Tababet sahasında memleketde ilk neşredilen eser onun «Tababeti Adliyei Me-cânin» adlı kitabıdır. Birinci Umumî harpden sonra teessüs eden Adlî Tıp Müessesesinin kurucularından biri de yine Dr. M. Hayrullah'-dır.
Birinci Dünya harbi sonlarında Firkateyn Tabibliğine (Yarbaylığa) terfi eden Dr. M, Hayrullah harbi müteakip o. senelerde «istan-
bul Akliye ve Asabiye Hastahanesi» ismini alan Zeyneb-Kâmil Hastahanesine, Dr. Mazhar Osman Bey'in istifasını müteakip Başhekim olmuş, ve biraz sonra da Avni Mahmud Bey'in tekaüd olması üzerine Toptaşı Timarhanesi'ne de Başhekim tayin edilmiştir. Hayrullah Bey bu idarî vazifeleri sırasında ayrıca «Mecmuai Seririye» isimli ilmî bir dergi de yayınlamış-dır.
İstanbul Darülfünunda 1924 senesinde kadroların genişlemesi dolayısıyle Nöro-Psişi-yatri'den ayrılarak müstakil bir kürsü haline konan Nöroloji dersine Müderrisler Meclisindeki 37 kişilik ekseriyetden 30 nün reyi ile l Temmuz'da muallim seçilmiş ve bunun üzerine Albay rütbesi ile askerlikden ayrılmışdır. 1933 Üniversite inkılâbında Profesör unvanı ile kürsüsünü muhafaza etmiş ve 1936 da da Ordinaryüslüğe yükseltilmiştir. 1939 da 65 yasını ikmal etmesi hasebi ile tekaüd olması icab ederken tedris heyeti Profesörler Meclisi kararı ile iki sene daha uzatılmış ve böylece l Ağustos 1941 tarihine kadar kürsüsü başında kalmıştır. Aynı sene Kastamonu mebusluğuna, ve mütaakip yedinci devrede de 'Istaııbiil; -Milletvekilliğine seçilmiştir. Fakat her şeye rrağmen o kliniğin nıütevazi bir öğrencisi; y kütüphanelerin de yorulmaz bir müdavimi olmuştur. Çok değerli olan şahsî kütüphanesini istanbul, Tıp Fakültesine, e.ski kliniğine hediye etmiştir.
194p, da zevcesini kaybetti, son yıllarını tam bir yalnızlık içinde geçirdi ve 23 ağustos 1950 de vefat etti, kabri Feriköy Mezarlığında-
Eserleri: «Tababeti Adliyei Mecânin», «Freud'ün Psikolojası hakkında tecrübeci te-tebbüiyye», «Pazartesi Takrirleri», «Emrazı Asabiye» 2 cild; «Yarının hekimlerine Tabâbe^ ti Addliye ve Akliye Dersleri», «Gazi İnkilâbr nın Psikolojisi», «Sinir Hastalıkları Ders Kitabi» (Prof. Esad Raşid Tuğsavul ile birlikde), «Semiyoloji» (Prof. Neşet Ömer Irdelp ile birlikde M. Chiray ve P. Chene'den terceme), «Sinir Hastalıkları» (Ribaud'dan terceme), «La Şuur» (Yung'den terceme, eserin asıl adı Sub-eonsience) ; yabancı ve türk basınında meslekî makaleler.
Prof. Dr. Bedî SEHSÜVAROĞLÛ
DİKİCİ SOKAĞI — 1934 Belediye Şehir Rehberine göre Yedikulede İmrahor Mahallesi sokaklarından; Bakkal Sokağı ile Eski Çubukçu Sokağı arasında uzanır (Pafta 11/60). Yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi (Kasım 1966).
DÎKİLİAĞAÇ SOKAĞI — 1934 Belediye Şehir Rehberine göre Eyyub civarında Üçşa-hidler ile Rami Yenimahallesi arasındadır; Rami Kışlasının şimal cebhesi önünden geçen Muhacir Sokağı ile İslâmbey Caddesi arasında uzanır uzun bir yoldur; Boşnak Hızır Sokağı ile dört yol ağzı yaparak kesişir, Paşababa, Süleyman Çelebi ve Cumacamii Sokakları ile ka-vuşakları yardır (Pafta 9/128 ve 123). Yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi (Kasım 1966).
DiKiLi KAYA — «Dikili Taş» da denilir, Yukarı Boğazda Rumelikavağı Köyünün açığında bir deniz kayası olup Mehmed Enîsî Bey «Çanakkale ve Bahrisiyah Boğazlan Rehberi» isimli eserinde şu malûmatı veriyor: «Karadeniz Boğazında seyreden bir gemi, üzerinde bir alâmeti farika bulunan bu kayanın doğusundan ve batısından geçebilir; Boğazın Rumeli yakası sahili ile bu kaya arasındaki geçidde 9-13 kolaç derinlik vardır. Yerine gidilip görülme imkânı bulunamadı (1964).
Bibi.: M.Enîsî, Çanakkale ve Bahrisiyah Boğazları ile Marmara Denizi Rehberi; Mehmed Eşref, istanbul civarı haritası,
KIŞLA JStfLIKAYA
'TABYA
YENİMAHALLE
Dikili Kaya
DlKİLt TAŞ — Sultanahmed Meydanım tezyin eden üç kadim âbideden biri (diğer ikisi Burmalı - Yılanlı Sütun ile Örme Sütun); İs-tanbula Roma imparatorluğu zamanında milâdın 390 yılında imparator Birinci Teodosios tarafından Mısırdan getirtirilmiş ve bugünkü yerine diktirilmiş gaayet sert penbe graııitden dört yanı hiyeroglif kitâbeli ve üst ucu dört yanlı ehran (piramit) şeklinde yontulmuş yekpare taş. Mısırda Yukarı Mısır bölgesinde Eski Mısır İmparatorluğunun en haşmetli devrini temsil etmiş İmparator Üçüncü Tutmozisin (M.Ö. 1400) devlet merkezi olan Teb şehri civarında yaptırdığı muazzam mabedin önünde bulunuyordu; bu hükümdarın Mısır tahtına oturduğunun 30. yılı hâtırası olarak dikilmiş-di.
Dostları ilə paylaş: |