Jack London Martin Eden



Yüklə 1,69 Mb.
səhifə35/36
tarix24.12.2017
ölçüsü1,69 Mb.
#35856
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   36

Başını arkaya yasladı ve gözlerini kapadı, göz bebeklerinin üstündeki, gözyaşlarıyla bulanan ince zardan güneş ışığının süzülüşünü seyrederek üzüntüsünü unutan, ağlayası bir çocuk gibi Martin de gözkapakla-nnın altında şekillenen, aralarından kızgın güneş ışıklarının elendiği ot yığınlarını seyrederek, hastalığını ve Ruth'un varlığını unuttu. Bu yeşil yapraklar hiç de dinlendirici değildi. Gün ışığı çok çiğ, çok parlaktı. Ona bakarken canı yanıyordu, ama yine de, neden olduğunu bilmeksizin bakmaya devam etti.

Kapının tıkırtısıyla kendine geldi; Ruth kapıda duruyordu.

Gözleri yaşlarla dolu olarak sordu Ruth:

596


Jack London

— Nasıl çıkacağım burdan? Korkuyorum. Martin ayağa fırladı:

— Affet beni. Kendimde değilim, biliyorsun. Burada olduğunu unuttum.

Elini alnına götürdü:

— Görüyorsun iyi değilim. Seni eve kadar götüre-yim. Servis kapısından çıkarız. Kimse görmez bizi. Peçeni indir, korkacak bir şey kalmaz.

Ruth, Martin'in koluna sımsıkı girdi, birlikte yarı aydınlık koridorlardan geçip dar merdivenlerden indiler.

Kaldırıma çıktıklarında Ruth, elini Martin'in kolundan çekmeye çalışarak:

— Artık emniyetteyim, dedi. Martin:

— Hayır, hayır, seni eve kadar götüreyim, diye cevap verdi.

Ruth:


— Hayır, lütfen bırak, diye itiraz etti. Hiç gerek yok buna.

Tekrar elini Martin'in kolundan kurtarmaya çalıştı. Martin'in kafasını bir an için bir merak kurcaladı. Şimdi dışarıda, emniyette olduğu halde, korkuyordu Ruth. Kendisinden kurtulmak için adeta bir paniğe kapılmıştı. Buna hiçbir sebep bulamadı ve Ruth'un sinirliliğine verdi. Böylece Ruth'un elini çekmeye çalışmasına aldırmadan onunla birlikte yürüdü. Tam bir bloğun yarısına kadar yürüdükleri sırada, bir kapı eşiğinin içine çekilen, uzun paltolu bir adam gördü. Geçerken yan gözle bir bakış attı; adamın kalkık yakasına

597

Martin Eden



rağmen Ruth'un kardeşi Norman olduğuna emindi Martin.

Yürüyüşleri sırasında Ruth'la Martin, pek az konuştular. Ruth sersemlemiş bir halde, Martin de duygusuz. Bir defasında Martin Ruth'a tekrar Güney Denizlerine döneceğini söyledi, bir defasında da Ruth, Martin'den ona geldiği için kendisini affetmesini istedi. Bütün konuşmaları bu kadarla kaldı. Kapıda birbirlerinden usulüne göre ayrıldılar. Tokalaştılar, birbirlerine iyi geceler dilediler, Martin şapkasını çıkardı. Kapı kapandı, Martin bir sigara yaktı ve oteline gitmek için döndü. Norman'ın içeri süzüldüğü kapı aralığının önüne geldiğinde durdu, alaylı alaylı içeriye baktı.

Yüksek sesle:

Ruth bana yalan söyledi, dedi. Beni, büyük bir cesaret gösterdiğine inandırmak istedi, ama bütün bu arada kendisini getiren kardeşinin, yine kendisini geri götürmek için beklediğini biliyordu.

Boğulur gibi gülmeye başladı:

— Ah, şu zenginler! Meteliksiz olduğum vakitler kızkardeşleriyle görünmeye layık değildim. Bankada hesabım olunca, kızkardeşini kendi elleriyle getiriyor bana.

Yürüyüp gitmek üzere topuklarının üstünde döndüğü sırada, aynı yönde giden bir sarhoş, Martin'in omuzlan üstünden dilendi.

— Şey, beyim, bana bir yirmibeş sent verebilir misin, kendime yatacak bir yer bulayım? dedi.

Ama Martin'i bir anda geri döndüren söylediği sözler değil de, adamın sesi oldu. Döner dönmez de Joe'yu kolundan yakaladı.

598


Jack London

— Hot Springs'te ayrıldığımız günü hatırladın mı? diyordu Joe. O zaman söylemiştim tekrar karşılaşacağımızı. Böyle olacağını adım gibi biliyordum. İşte şimdi karşı karşıyayız.

Martin hayranlıkla baktı:

— Çok iyi görünüyorsun. Kilo da almışsın. Joe'nun yüzü şişmanlıktan parlıyordu.

— Tabii aldım, dedi. Serseriliğe başlayana kadar yaşamak nedir bilmezdim. Şimdi eskisine nazaran onbeş kilo daha şişmanım, her zaman da saat gibiyim. O eski günlerde kan kusuncaya kadar çalışıyordum canım. Serserilik bana yarıyor ne de olsa.

Martin:


— Yine de yatacak yerin yok, diye alay etti.

— Ne? Yatacak yer mi arıyor muşum? Joe kıç cebine el atıp,bir avuç dolusu bozuk para çıkardı:

— Memurların aldığı rüşvet hiç kalır bunun yanında. Sen kalantor gözüktün de ondan yanaştım sana, yoksa.

Martin güldü kabul etti.

— Avucunun içinde bir sürü koca göbekli sarhoş görüyorum ben, diye imada bulundu.

Joe parayı tekrar cebine attı.

— Benim avucumda göremezsin. Mosmor olmak yok benim kitabımda; hoş, kimsenin mani olduğu da yok ya, ben istemiyorum işte. Seni son görüşümden beri yalnız bir kere sarhoş oldum, o da aç karnıma içtiğim için tuttu. Hayvan gibi çalıştığım zaman hayvan gibi içiyorum, insan gibi olduğum zaman da insan gibi içiyorum. Arada sırada bir, iki kadeh atıyorum şöyle

599


Martin Eden

canım çektikçe, hepsi o kadar.

Martin ertesi gün onunla buluşmayı kararlaştırıp oteline gitti. Otelin yazıhane kısmında durup vapur seferlerine bir göz attı. "Mariposa" beş güne kadar Ta-hiti'ye her gün kalkıyordu.

Katibe:


— Yarın telefon edip bana bir kamara ayırtın. Sakın güvertede olmasın, aşağıda istiyorum, en alt kamaralardan, iskele tarafında olsun, unutmayın, iskele tarafında. Şunu kaydediverseniz bir yere daha iyi edersiniz.

Odasına döndüğünde hemen yattı. Bir çocuk kadar sakin uyudu. Akşamki olaylar onda hiçbir iz bırakmamıştı. Joe'yle karşılaşmadaki sıcaklık gelip geçiciydi. Bir an sonra çamaşırcının varlığı ve onunla konuşma mecburiyeti canını sıkar olmuştu. Beş gün sonra sevgili Güney Denizlerine doğru yola çıkacak olması da ona bir şey ifade etmiyordu. Onun için de, gözlerini kapayıp sekiz saat deliksiz normal ve rahat bir uyku çekti. Huzursuz değildi. Me durumunu değiştirdi yatakta, ne de rüya gördü, uyku Martin için bir unutturma vesilesi haline gelmiş ve Martin her sabah üzüntüyle uyanır olmuştu. Hayat onu üzüyor, sıkıyor, vakit geçirme kaygısı ise sinirlendiriyordu.

600

XLIV


Beyni yılların, insanların ve olayların arasında mekik dokuyor, ruhu en acımasız günleri yaşıyordu. Artık hiçbir şey onu mutlu etmiyordu. Hayatta amacı kalmamış, bütün yetilerini kaybetmişti. Yaşamak yalnızca ve sadece acı veriyordu. Bu acı onu boğuyor, dert ve kederini artırıyordu. Bu karmaşalı günlerde hayatla bağlantılarını sağlayan küçücük öğelerde yok olmuştu. İşte çok sevdiği eski iş arkadaşını görmek bile onu sevindirmemişti. Buna karşın ertesi sabah Joe'yi gülerek karşıladı ve ona:

— Yirmi sekizinci Sokakta bir Fransız var. Küpünü parayla doldurmuş, şimdi Fransa'ya dönüyor. Çok şeker, yeri de güzel bir buharlı çamaşırhane var. Eğer bir yere yerleşmek niyetindeysen, işte sana başlangıç için fırsat. Al şu parayı bakayım; bununla kendine bir elbise al, saat onda o adamın yazıhanesinde bulun. Çamaşırhaneyi bana o aradı buldu, seni de götürüp gösterecek. Eğer beğenirsen ve sence bu paraya de-ğiyorsa al. Parasını kafana takma, neyse ben ödeyeceğim.

İçinde öfke kıvılcımlanmaya başlayan Joe, kelimelerin üzerine basarak:

601


Martin Eden

— Bana bak, Mart, buraya seni görmeye geldim. Anladın mı? Çamaşırhane umrumda değil. Eski arkadaşlığımız anısına konuşmaya geldim, sen de kalkıp bana çamaşırhane bakıyorsun. Bak sana söyleyeyim ben ne yapacağım o çamaşırhaneyi. Al o çamaşırhaneyi sen, cehenneme git.

Joe kapıdan dışarı çıkmak üzereydi ki, Martin atılıp onu omuzlarından yakalayarak döndürdü.

— Beni dinle, Joe, böyle davranmaya devam edersen kafana yumruğu yersin. Hem de eski arkadaşlığımızın anısına sıkı yapıştırırım. Anladın, değil mi?

Martin'in tüm bedenini yakalanmış olduğu Joe, ondan kurtulmaya çalıştı, Martin'in elinden kurtulmak için sağa sola çırpındı durdu, birbirlerinin koluna yapışmış halde, odanın ortasında fırıldak gibi döndüler, bir sandalyeyi parçalayarak yere yuvarlandılar. Joe, kolları iki yana açılmış ve Martin tarafından bastırılmış, aynı zamanda Martin'in dizi de göğsünün üstünde olduğu halde altta kalmıştı. Nefes almak için zorla soluyan Joe'yu bırakan Martin:

— Seninle bir dakika konuşacağım. Bana edepsizliğini söktüremezsin. Önce şu çamaşırhane işini bitirmek istiyorum. Ondan sonra gelirsin, seninle eski arkadaşlığımızın hatırı için konuşuruz. Sana çok işimin olduğunu söylemiştim. Şunlara bir bak.

Hizmetçilerden birinin kalabalık bir mektup ve dergi yığını halinde getirdiği sabah postasını gösteriyordu.

— Bunlara bakarken aynı anda seninle nasıl konuşabilirim? Sen git hallet şu çamaşırhane işini ondan

602

Jack London



sonra otururuz seninle. Joe isteksizce:

— Tamam, dedi. Beni başından savmak istiypr-sun sanmıştım, ama galiba yanılmışım. Ama ayakta dövüşte beni yenemezsin, Mart. Sana yumruğumu gösteririm.

Martin gülümseyerek:

— Bunu bir gün eldivenle dövüşür anlarız, dedi.

— Olur, dedi Joe, şu çamaşırhaneyi çalıştırmaya bir başlayayım. Kolunu uzatarak:

— Şu kolu görüyor musun? dedi. Seni toz eder vallahi.

Kapı, çamaşırcının arkasından kapanınca Martin rahat bir nefes aldı. Gittikçe insanlardan uzaklaşır bir hale geliyordu, insanlara nazik davranmak günden güne ona daha güç gelmeye başlamıştı. Onların varlığa Martin'i sıkıyor, konuşmak zorunda kalmak da rahatsız ediyordu. İnsanlar huzurunu kaçırıyordu, onlarla temasa gelir gelmez de kurtulmak için hemen mazeretler uydurmaya başlıyordu,

Mektupları hemen açmadı, yarım saat kadar hiçbir şey yapmadan, koltuğunda tembel tembel oturdu; bu süre içinde de arada sırada yarı oluşmuş, belli belirsiz birtakım düşüncelerin aklının içine süzüldüğü oldu; daha doğrusu geniş aralıklarla bu düşünceler aklının, titrek ışıklarını oluşturdu.

Mektuplarını gözden geçirmek için kalktı. Bir düzine yazı isteği vardı, bunları bir bakışta tanıyordu; profesyonel dilenme mektupları vardı; daimi hareket oluşturan çalışır bir model sahibi, ya da dünyanın yüzünün, içi boş bir kürenin iç yüzü olduğunu iddia

603


Martin Eden

edeninden, komünist kolonisi kurmak amacıyla Aşağı Kaliforniya Yarımadasını satın almak için ekonomik yardım isteyenine kadar çeşitli delilerden gelen mektuplar vardı. Ayrıca onu tanımak için yanıp tutuşan kadınlardan gelen mektuplar da vardı ki, bunların içinden bir tanesi Martin'i çok güldürdü. Kadın inancının sağlamlığının, aynı zamanda da saygı değer bir kişi olduğunun delili olarak, kiliseye kabul kartını göndermişti mektubuyla birlikte.

Editörlerle, yayıncılardan gelen mektuplar da epey fazlaydı; birinciler, yazıları için, ikinciler de kitapları için yalvarıyorlardı. Postaya verebilmek için Martin'in bütün varını yoğunu aylarca tefecide alıkoyan, küçümsenmiş zavallı yazıcıkları içindi bu yalvarmalar. İngiltere'de yayımlanan ya da yabancı dillere çevrilen eserleri için beklenmedik çekler, peşin ödeme teklifleri de vardı. İngiltere'deki kitaplarından üçünün Almanca'ya tercüme haklarını sattığını, İsveç, Bern Anlaşmasına dahil olmadığından oradaki baskılardan bir şey bekleyemeyeceklerini bildiriyordu. Aynı şekilde Rusya da Bern Anlaşması dışında kaldığı için bu memleket de Rusça tercümelerine izin vermesini kendisinden istiyordu.

Martin basın bürosundan gelen yazıları incelemeye başladı ve kendi hakkında yazılanları, Martin Eden modasının bir kudurganlık halini aldığını okudu. Bütün yaratıcı faaliyeti, muhteşem bir fırtına gibi kitleyi sürükleyivermişti. Her şeyi açıklar gibiydi. Tıpkı ölümüne yakın bir sırada, sürü dürtüsüyle harekete gelen kitlelerin kitaplarını kapıştıklarını gören Kipling gibi o da kitleyi ayağa kaldırmıştı. Martin, Kipling'i okuyan, onu tanıyan, ama hiç anlamayan o aynı kitlenin nasıl

604

Jack London



birkaç ay sonra birdenbire bütün hışmıyla onun üzerine atılıp paramparça ettiğini hatırladı. Bu düşünceyle sırıttı. O kim oluyordu da birkaç ay sonra aynı şey onun da başına gelmesin? Pekala, o da kitleye bir oyun oynayacaktı işte. Güney Denizlerine gidip, saz duvarlı şatosunu kuracak, inci ticareti, kobra ticareti yapacak, içinde mercan kayalarının üstünden aşacak, köpek balığı, bonite yakalayacak, Taiohae vadisinin bitişiğindeki vadinin kayalık sırtlarındaki uçurumlarda dağ keçisi avlayacaktı.

Bunlar aklına geldiğinde, içinde bulunduğu durumun ümitsizliği üzerine çöküverdi Martin'in. Duru gözlerle, Gölgeler Vadisinde olduğunu gördü. İçindeki bütün hayat eriyor, kayboluyor, ölüme doğru sürükleniyordu. Ne kadar uyuduğunu ve ne kadar çok uyumak istediğini fark etti. Eskiden, uykudan nefret ederdi, uyku onun hayatının kıymetli saatlerini çalıyordu o zamanlar. Günde dört saat uyumak, hayatından kıymetli dört saatin eksilmesi demekti onun için. uykuya nasıl da kinlenmişti! Şimdi ise hayata kini vardı. Hayat iyi değildi; hayatın damağında bıraktığı tat acıydı, işte onu dehşete düşüren de buydu. Hayatı öz-lemeyen hayat, bitmeye yüz tutmuş demekti. Belli belirsiz bir korunma içgüdüsü onu heyecanlandırdı, bir an önce gitmesi gerektiğini anladı. Odasına bir göz attı; eşyasını toplamak ona sıkıcı geldi. Bu arada da donanımını tamamlaması gerekiyordu.

Şapkasını başına geçirip dışarı çıktı. Bir tüfekçiye girerek sabahın geri kalan kısmını orada geçirdi. Otomatik tüfekler, cephane, balık avı takımları satın aldı. Ticaret yöntemleri değiştiği için, ticari mallarını sipariş etmeden önce Tahiti'ye varması gerektiğini biliyordu.

605


Martin Eden

Bunlar nasıl olsa Avustralya'dan getirilebilirdi. Bu hal çaresini bulunca, keyiflendi bayağı. Şimdiye kadar hep herhangi bir şey yapmaktan kaçınmıştı, şu anda da bir şey yapmak hoş değildi. Rahat Morris koltuğunun kendisini beklediğini bilmekten doğan bir huzur içinde, memnun, oteline döndü, odasına girip de Joe'nun kendisini beklediğini görünce içinden homurdandı.

Çamaşırhane yüzünden sevinç içindeydi Joe. Her şey tamamdı, ertesi gün de çamaşırhanenin sahibi oluyordu. Öbürü, konuşmaya devam ederken Martin yatağına uzanıp gözlerini kapadı. Düşünceleri uzaklara kaymıştı, o kadar uzaklara kaymıştı ki, düşündüğünün bile farkında değildi. Büyük bir çaba göstererek cevap verdi. Yine de bu, bir zamanlar o kadar çok sevdiği Joe idi. Ama Joe hayatla doluydu. Bu hayatın gürültülü bir şekilde yorgun kafasına çarpışı Martin'in canını yaktı. Yorgun hassasiyetinde sancılı bir yara açıyordu her çarpma. Joe, ilerde bir gün karşılıklı eldiven giyeceklerini hatırlatınca, Martin nerdeyse haykıracak hale geldi.

— Sakın unutma Joe, çamaşırhaneyi Shelly Hot Springs'te kararlaştırdığımız yöntemlerle çalıştıracaksın. Fazla mesai yok. ütü makinelerinde çocuk çalıştırmak yok. Hiçbir yerde çocuk çalıştırılmayacak. Ücretler de namuslu olacak.

Joe başıyla onayladı ve bir not defteri çıkardı.

— Şu yazdıklarıma bak. Bu kuralları bu sabah kahvaltıdan önce belirledim. Bakalım sen nasıl bulacaksın?

Joe yazdıklarını okudu, Martin de onayladı. Bir ta-

606


Jack London

raftan da acaba ne zaman çekilip gidecek diye düşünmeye başladı.

Daldığı uykudan akşam üzeri uyandı. Yavaş yavaş gerçek hayata döndü. Odaya göz gezdirdi. Joe'nun, kendisi uyuduktan sonra usulca çekilip gittiği anlaşılıyordu. Joe anlayış göstermiş diye aklından geçirdi. Sonra gözlerini kapadı, yeniden uyudu.

Sonraki günlerde Joe'nun işlerini yoluna sokması, çamaşırhaneyi devralması, Martin'i çok rahatsız etti; hareketine bir gün kala da gazeteler onun Maripo-sa'da yer ayırtmış olduğunu bildirdiler. Korunma içgüdüsü kendini yokladığı bir seferinde gidip doktora iyice bir muayene oldu. Sağlığında hiçbir bozukluk bulunamadı. Kalbi ve akciğerleri demir gibiydi. Doktorun bildiği kadarıyla her organı normaldi ve normal çalışıyordu.

Doktor:

— Hiçbir problem yok Mr. Eden, dedi. Hiçbir şeyiniz yok. Aslan gibisiniz. Doğrusunu söyleyeyim, sağlığınızı kıskandım. Muhteşem. Şu göğüs kafesine bakın. Bunun sırrı da midenizde. Fizik olarak, binde bir, on binde bir rastlanan insanlardansınız. Kaza filan ge-çirmezseniz yüz yaşma kadar yaşarsınız.



Martin, Lizzie'nin haklı olduğunu farketti. Fizik olarak sapasağlamdı. Bozulan "düşünce mekanizması" idi, bunun tedavisi için de Güney Denizlerine gitmekten başka çıkar yol yoktu. Ama asıl dert, şimdi tam hareket anında canının gitmek istemeyişiydi. Güney Denizleri de artık onu burjuva medeniyetinden fazla çekmiyordu. Hareket anını düşünmekte bile bir zevk bulamıyordu; diğer yandan hareket etme, ona

607


Martin Eden

bir et yorgunluğu gibi geliyor, gözünü yıldırıyordu. Eğer şu anda vapura binmiş gidiyor olsa, kendini daha rahat hissedecekti.

Son gün korkunç bir mahkeme günü gibi geçti. Hareket edeceğini gazetelerde okuyan Bernard Hig-ginbotham, Gertrude ve bütün aile bireyleri, Herman von Schmidt ile Marian da dahil güle güle demeye geldi. Sonra, bitirilmesi gereken işler, ödenmesi gereken faturalar, tahammül edilmesi gereken sonu gelmeyen röportajlar vardı. Lizzie'ye gece okulunun kapısında damdan düşer gibi Allahaısmarladık deyip sa-vuşuverdi. Otelde, kendisini geçirmeye gelebilmek için bütün gün canını dişine takıp çalışmış olan Joe'yu buldu. Bu bardağı taşıran son damla oldu, ama Martin, sandalyenin kollarını sıkıp yarım saat onunla konuştu ve onun anlattıklarını dinledi.

— Joe, bu çamaşırhaneye bağlı olmadığını biliyorsun. Hiçbir engelleyici kural yok. Canının istediği zaman satar, parayı yersin. Canın ne zaman sıkılır da kaldırım tepmek istersen, al başını git. Seni ne mutlu edecekse onu yap.

Joe başını iki yana salladı:

— Teşekkür ederim, artık kaldırım mühendisliği yok benim için. Bir yanı hariç, serserilik güzel şey o da kızlar. Elimde değil ne yapayım, ben kızlara düşkünüm. Onlarsız yapamıyorum, ama serserilik ettiğin müddetçe de onlarsız yapmak zorundasın. İçersinde danslar edilen, partiler verilen evlerin önünden geçip de kadınların kahkahalarım işittiğim, pencerelerden, onların beyaz elbiselerini, gülen yüzlerini gördüğüm zamanlar, o anlar bir cehennem azabı veriyordu bana. Ben dansları, piknikleri, mehtap sefalarını, böyle şey-

608

Jack London



leri çok severim. Ben çamaşırcılık için yaratılmışım, pantolonumun ceplerinde de koca koca dolarlar şın-gırdasın, tamam. Dün bir kız gördüm, hem biliyor musun, hemen evlenmeyi kafama koydum kızla. Bütün gün bunu düşünüp hayal kurdum. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel gözler, işittiğin en güzel ses bu kızda; bebek gibi. Abayı yaktım ona, bunu bil bak. Sahi bu kadar paran varken neden evlenmezsin sen? Memleketin en iyi kızını alabilirsin.

Martin gülümseyerek başını salladı, ama içinden de acaba erkekler neden evlenmek isterler, diye düşündü. Hayret verici, akıl almaz bir şey gibi göründü bu ona.

Hareket saati geldiğinde, Mariposa'nın güvertesinden, rıhtımdaki kalabalığın arkasına gizlenen Liz-zie'yi gördü. Onu da yanına al, düşüncesi geçti kafasından. Son derece mutlu olacak. Bir an için bu düşünce onu ayartır gibi oldu, bir an sonra da bir dehşet halini aldı. Bunu düşünmek bir panik yarattı. Yorgun ruhu itiraz çığlıkları koparıyordu:

Kendine gel, sen çok hastasın, çok hastasın, diye homurdanarak küpeşteden ayrıldı.

Vapur karadan iyice ayrılana kadar kamarasında kapandı. Öğle yemeğinde, yemek salonuna inince, kendisine kaptanın sağındaki şeref yerinin ayrıldığını gördü; çok geçmeden de kendisinin vapurda büyük bir şahsiyet olduğunu anladı. Ama halinden bu derece memnun olmayan hiçbir büyük adam seyahat etmemiştir herhangi bir vapurda. Öğleden sonraki vaktini güvertede bir koltukta, çoğunlukla gözleri kapalı, kestirerek geçirdi, akşamleyin de erkenden yattı.

609


Martin Eden

i

üçüncü gün, deniz tutmasından kurtulan bütün yolcular ortaya çıktılar; Martin de ne kadar çok gör-düyse bunları, onlardan o kadar çok nefret etti. Bununla beraber, onlara karşı haksızlık ettiğinin de farkındaydı. İyi, nazik insanlardı, onun için onlara şükranlarını sunmaya zorladı kendini ve bunu en iyi şekilde yaptı, tam bir burjuva gibi, iyi, nazik ve kendi sınıflarının bütün psikolojik krampları, bütün akli boşluk-larıyla davrandı onlara. Martin'le konuştukları zaman küçük, yüzeysel kafaları boşlukla dolu olan bu insanlar, onu sıkıyordu; öbür yandan başlarında kavak yelleri esen gürültücü gençlerin taşkın enerjisi onu sersemletiyordu. Hiç sakin durdukları yoktu bunların; güvertede nal oyunu oynuyorlar, halka atıyorlar, bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, ya da sıçrayan yunusları, ilk geçen uçan balık sürüsünü görmek için küpeştelere koşuşuyorlardı.



Martin istediği kadar uyudu. Kahvaltıdan sonra güvertedeki koltuğuna oturup bir türlü bitiremediği dergisini bitirmeye çalıştı. Sayfalar onu yordu. İnsanların nasıl bu kadar çok yazacak şey bulduklarını düşüne düşüne uykuya daldı, öğle yemeği çanı onu uyandırdığında sinirlendi, uyanık olmakta tat yoktu.

Kendini bu miskinlikten kurtarmak için, bir keresinde baş kasaraya, tayfaların yanma gitti. Ama kendisinin baş kasaralarda yaşadığı zamandan beri denizciler değişmiş gibi geldi ona. Bu vurdumduymaz, öküz kafalı hayvan gibi yaratıklarla kendisi arasında hiçbir yakınlık bulamadı. Tamamıyla umutsuzluğa kapılmıştı Martin. Yukarıda kimse onu o olduğu için istemiyordu, bir zamanlar kendisini isteyenlerin yanına dönmesine de imkan yoktu. Martin de onları istemi-

610

Jack London



yordu. Birinci sınıf kamaralardaki aptal yolcularla, gürültücü gençlere nasıl tahammül edemiyor idiyse, bunlara da tahammül edemiyordu.

Ona göre hayat, bir hastanın gözlerini acıtan parlak, kuvvetli bir ışık gibiydi. Bilinçli her anında çevresindeki hayat çiğ, parlak bir ışık halinde üzerine dökülüyordu. Acı veriyordu. Dayanılmayacak kadar acı veriyordu hayat. Bu, Martin'in hayatında birinci sınıf bir kamarada ilk seyahatiydi. Deniz üstündeyken, her zaman ya baş kasaralarda, ya dümen dolabının başında olmuş, ya da kömür deposunun karanlık derinliklerinde bulunup, kömür vermişti ocağa. İşte kendisi de buradaydı şimdi; kaptanın sağında, şeref makamında oturan, o dünyanın merkezini oluşturan, geminin büyük adamıydı, ama kaybettiği cenneti bulmak için, dönüp dönüp boş yere baş kasaradan tarafa, külhan ağzına doğru bakıyordu. Yeni bir cennet bulamamıştı kendine, şimdi ise kaybettiği eski cenneti de bulamıyordu.

İlgisini çekecek, kendisini bu durumdan kurtaracak bir şey bulmaya çalıştı. Vapurun ufak subaylarıyla aynı masada yemek yemeyi denedi, ama oradan kurtulduğu zaman memnun oldu. Vardiyasını tamamlamış bir serdümenle konuştu; akıllı bir adam olan serdümen, hemen Martin'e sosyalist propagandası yapmaya girişti ve eline zorla broşürler tutuşturdu. Köle ahlakını savunan bu adamı dinledi ve dinlerken de bezgin bezgin kendi Nice felsefesini düşündü. Ama ne değeri vardı ki bunların? Gerçekten şüphe ettiğini söyleyen Nice'nin delice bir sözünü hatırladı. Kimbilir belki de Nice haklıydı? Belki de hiçbir yerde gerçek yoktu? Gerçekte bile gerçeklik yoktu belki de, belki

611


Martin Eden

de gerçek diye bir şey yoktu? Ama kafası çabucak yoruldu ve gidip kendisini koltuğuna atarak kestirdi.

Yolculuk sırasndaki berbat durumu yetmiyormuş gibi, buna yeni bir perişanlık daha katıldı. Tahiti'ye vardığında ne olacaktı? Karaya çıkması gerekecekti. Ticari mallarını ısmarlaması, Markiz adalarına gidecek bir yelkenli bulması, tamamlanması gözüne korkunç görünen binbir iş yapması gerekecekti. Arada sırada kendini bile bile zorlayıp düşünecek olduğu zamanlar, içinde bulunduğu dehşet verici ümitsizliğin farkına varıyordu. Hakikaten, Gölgeler Vadisinde bulunuyordu, içinde bulunduğu asıl tehlike de bundan bir korku duymayışındaydı. Bir korkabilseydi, o zaman hemen hayata yönelecekti. Korkmadığı için de gitgide bu gölgenin içine gömülüyordu. Hayatın alışageldiği o eski şeylerinde hiçbir tat bulmuyordu. Mari-posa şimdi kuzeydoğu rüzgar alanında bulunuyordu; Martin'i yalayan bu tatlı rüzgar, onun sinirine dokundu. Bu, eski günlerinin, gecelerinin eski arkadaşının sıkıcılığından kurtulmak için koltuğunun yerini değiştirdi.

Mariposa hattı durgun havasına girdiği gün, Mar-tin'in perişanlığı her zamankinden daha fazla bir hal aldı. Artık uyuyamıyordu. Gözlerinden uyku akıyordu, ama o mecburen uyanık durup, hayatın parlak ışığına katlanmak zorundaydı. Sinirli sinirli bir aşağı, bir yukarı dolaştı. Hava yapışkan, rutubetliydi, yağmur fırtınaları da nefes aldırmıyordu. Hayat Martin'in içinde sancıyordu. Bu sancı canını iyice yakana kadar güvertede dolaştı durdu, sonra tekrar dolaşmak zorunda kalıncaya kadar koltuğuna oturdu. Hiç değilse dergisini bitirmeye zorladı kendini, vapurun kütüphanesin-


Yüklə 1,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin