139
belirliyordu:
On ikinci imamın gaybeti zamanında, İran İslam
Cumhuriyeti’nde velâyet-i emr ve ümmetin imâmeti adâlet ve takvâ sahibi,
zamanının şartlarına agâh ve cesur fakîhin uhdesine verilmiştir (Anayasa,
bölüm: 1, madde: 1 ve 5).
İran’ın resmî dini İslam ve İsnâaşerî mezhebidir.
Ve bu madde, ebediyen değiştirilemez (Anayasa, bölüm: 1, madde: 12).
Dolayısıyla Humeynî’nin velâyet-i fakîh teorisi, yani fakîhin, sadece sosyal
ve dinî konularda değil, siyasî alanda da İmam’ı temsil yetkisine sahip
olduğu düşüncesi, sistemin merkezine oturtulmak suretiyle, İran, geleneksel
kollektif merceiyyet (gerekli şartları taşıyan merci-i taklidlerin, yani
müctehidlerin müşterek temsil yetkisine sahip olması) anlayışını terk ederek,
imamın bütün yetkilerini tek bir fakîhin uhdesine bırakan tekelci merceiyyeti
uygulamaya başladı. Bu yüzden velâyet-i fakîh nazariyesi, başlangıçta,
Humeynî’nin dışındaki bütün taklid mercilerinin tepkisini çekmiştir.
4 Haziran 1989 tarihinde vefat eden ve kefeninden bir parçaya sahip
olabilmek için insanların birbirini ezdiği büyük bir merasimle defnedilen
Âyetullah Rûhullah el-Mûsevî el-Humeynî’den sonra, Anayasanın 110.
maddesi gereğince, Rehberlik, yani dinî-siyasî önderlik makamına Âyetullah
Ali Hüseyin Hameneî (1989--) getirilmiş ve Cumhurbaşkanlığı’na da
sırasıyla Ali Ekber Hâşimî Rafsancânî (1989-1997), Muhammed Hâtemî
(1997-2005) ve nihayet Mahmud Ahmedî Nejâd (3 Ağustos 2005--)
seçilmişlerdir. Fakat İran’ın devrim sonrası kaydettiği gelişmeler ile Şiîliğin
durumu, henüz tam anlamıyla istikrara kavuşmuş değildir.
Dostları ilə paylaş: