Muhabbetname



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə72/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   ...   68   69   70   71   72   73   74   75   ...   83

TASAVVUFTA GÂYE NEDİR


Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’inde emredilenleri yapmamızı, yasak edilenlerden kaçınmamızı istemiştir. Allah’a ve Resulüne inanan ve gönül veren kardeşlerimiz bu emir ve yasakların mânâsını bilmeden de yapsalar, yine de inanmış bir müslüman olmuş olabilir. Kur’ân-ı Kerîm dört ilim üzerine ancak bilinir ve yaşanabilir.

1- Şerîat ilmi (emir ve yasaklar)

2- Tarîkat ilmi (ahlâk güzelliği ve hâllenme)

3- Hakîkat ilmi (âyet ve hadislerin sırlarına vâkıf olma)

4- Mârifet ilmi (sıfat ve esmâların sırlarına vâkıfiyet)

İşte “Ben de bu sayılan maddelerdeki ilimleri isti’dâdım nisbetinde öğrenmek ve yaşamak istiyorum. Ben Allah’a inanıyorum. O’nu göremiyorum. Görmeden ve bilmeden O’na inanmam ve O’nu lâyıkiyle sevmem ne derece doğru olur. Ben Hz. Muhammed’i görmedim, görmeden onu sevmem taklîdi bir sevgi olmaz mı. Ayrıca namaz kılıyorum. Namaz mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise Hakk’la beraber olmak ve onunla konuşmaktır. Ben onunla konuşmak istiyorum. Kıyamın, rükûnun, secdenin mânâlarını bilerek ve görerek Rabbimle beraber olmak ve onunla nasıl konuşulduğunu öğrenmek istiyorum. Allah madem ki Zâtını bu mukayyed Âdem ve âlemde, zerreden küreye kadar ilân etmiştir, o halde, onları seyrederek, lâyıkiyle bilip görerek, kulluk yapmak istiyorum. Hz. Muhammed Nûr-i Muhammediyyesiyle, Hakîkat-i Muhammediyyesiyle diri ve ölmemiştir. Hâzır ve nâzırdır. O’nu da görerek sevmek ve O’nun ümmeti olarak yolunda gitmek istiyorum.” diyerek bilmeden yapılan ibâdetlerle itminan olmuyorsan, Enbiya Sûresi 7. âyet “Senden önce de Biz, sadece kendilerine vahiy gönderdiğimiz birtakım erkekler gönderdik; bilmiyorsanız, haydi bilgisi olanlara sorun!”, Maide Sûresi 35. âyet “Ey îmân edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesîle arayın, O'nun yolunda cihad edin ki, mutluluğa erebilesiniz” gibi bir çok vesîle âyetleriyle, bu yoldaki hakîkata vuslat bulacağımızı Cenâb-ı Hakk’ın emrettiğini bilmemiz gerekiyor.

Günümüzde Resûlullah Efendimizin vârisi olan Hakk Mürşîdleri vasıtasıyla bu Tevhîd ilmine vâkıf olmak mümkündür. İşte onun için, tasavvuf, görmeden, lâyıkiyle bilmeden, zâhir şerîatı uygulamaktan ibaret değildir. Cenâb-ı Allah’ı Zât yönüyle değil, sıfatlarında esmâ alarak fiilleriyle âsârını bilmek ve görmek, Hz. Muhammed’in zâhir ve bâtın olan aynalarından Cenâb-ı Hakk’ı nasıl zuhûra getirdiğinin tahsilini yaparak, bilerek değil, bizzât görerek yaşama geçmek ve zevk etmek için tasavvufa girilmelidir. Hakk’ı ve Hz. Muhammed’i görmeden taklîdî ibâdetler içinde yaşamını sürdürenler, yalnız kitabî bilgilerle zanlarındaki bir Allah’a inanmışlardır. Halbuki âyet-i kerîmede, “Allah’ın indinde hüsn-ü zann da, su-i zan da itibar edilecek bir şey değildir.” buyrulmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ı sadece bilmek şerîattır. Görmek ise, bu yolda irfâniyet ve kemâlât yolcusu olduğu için tarîkattır diyoruz. Yoksa görmeden ilmî ibâdetler yapan günümüzdeki bütün tarîkatlar, şerîatı ayakta tutan birer müesseseden ibarettir. Zira şühûdî olmayan ve Cenâb-ı Hakk’ın her an ayrı ayrı tecellîlerini seyredemeyenler, tarîkat erbâbı değil, şer’i hükümleri, isti’dâdları nisbetinde uygulamaya ve yaşamaya çalışanlardır. Tasavvufta, bilmekten sonra görmek, ondan sonra da ‘ol’mak vardır. Kendi varlıklarını Hakk’ın varlığında yok ederek Hakk’ın bütün sıfatlarıyla sıfatlanıp her an her şeyde kendisini seyretmesi, O’nda O olmak demektir. Yoksa, Allah Allahlığını kimseye vermiş değildir. Kul kuldur, Sultan Sultandır. Yeter ki kemâlâtıyla her şeyi idrâk edelim. Onun için tasavvufta bilmek ilköğretimdir. Bunu tasavvufa girmeden de elde etmek mümkündür. Fakat yapılan ibâdetlerin sırlarını bilmek, her tecellînin sîretini görmek ve yaşamak istiyorsak, mutlaka bir Hakk Mürşidinden bunu tahsil ederek yaşamaya geçmek lâzımdır. İsimle Tevhîd ehli olmak bizim hicâblarımızı açmaz. Gönül verenler murâdlarına ermiş, gönül vermeyenler yollarda kalmışlardır. Günümüzde birçok inanan kardeşlerimizin ilimden öteye geçemedikleri için durmadan saf değiştirdiklerini, hicâbları açılamadığı için de, dünya zevklerine geri döndüklerini görüyoruz. Bu yolda hicâblarını açamayanların bu yolda ‘öl’melerini ve ‘ol’malarını niyâz ederim. Allah bütün kardeşlerimizin yardımcısı olsun.

TAYY-I ZAMAN VE TAYY-İ MEKÂN


Tayy-ı zaman demek zamanı ortadan kaldırmak, tayy-i mekân da mekânı ortadan kaldırmak demektir. Yani mekânsızlıktır. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi demektir. Tasavvufta bir şahsın üç yönü ile tecellîsi vardır:

1- Bedensel vücûd (Dünyadaki kesif vücûdumuz)

2- Rûhsal vücûd (Misâlî, lâtif vücûdumuz)

3- Rûhsal ve bedensel vücûd (Âhiret vücûdumuz)

Bedensel vücûd dediğimiz bu görünen unsûriyet vücûdumuz nerede bulunuyorsa yalnız orada görünen başka hiçbir yerde mevcûdiyetini ispat edemeyen zâhirde et ve kemikten meydana gelmiş fiziksel vücûdumuzdur. Rûhanîyet yönünü bilmeyen, rûhsal zevklerden mahrum olan şahıslar yaptığı her türlü ibâdetlerini bilinçsiz ve taklîd olarak yaptıkları için şekilden öteye geçemezler. Yapılan ibâdetler yalnızca nefislerini tatmin edebilir. Avâm olarak tâbir ettiklerimiz bu sınıfta mütalaa edilirler. İzdirari bir ölümle öldüklerinde onların her şeyi bitmiştir. Çünkü vücûd ülkesinde onların padişahları yaşam müddetince nefisleriydi.

Rûhsal vücûd ise, kendi varlıklarından geçerek “Mutu kable ente mutu” yani ölmeden evvel ölme sırrına ererek Hakk’ın varlığı ile varlıklananlardır. Onların vücûd ülkesinde padişahları Rûhullah olmuştur. Rûhsal vücûda sahip olanlar mekân ve zaman mevhumunu yok ederek, rüyalardaki gibi misâlî vücûdlarıyla, rüyalarda tanıdık veya evliyaların rûhaniyeti ile uzak menzillere gidip rûhen konuştuğumuz gibi konuşur. Bu, Mekke’deki Kâbe uzak bir mesafede olduğu halde belki bir saniyede oraya gidip Kâbe’yi tavâf ettiğimiz gibi zaman ve mekân mevhumu olmadan istenilen yerde anında bulunma hâlidir. Unsûriyetimiz zaman içinde görevlidir. Rûh ise zamanla ilgili değildir. An’ la ilgilidir. Zira rûhta beden gibi zaman ve mekân diye bir şey yoktur. O serbest olarak zamansız ve mekânsız istek ve zevkinin ülkesinde tecellî edendir. Bütün velîyyullahın otuzüç defa rûhânî Mi’rac yapmaları da bu cümledendir. Bu şahıslar namaz, oruç, hac, zekât gibi zâhir unsur ibâdetleri yanında sîret dediğimiz rûhânî zevklere de sahiptirler. Zâhirde bayramlarda, Cumalarda, mübârek gecelerde serbest rûhlar evlâtlarının, torunlarının evlerine gelip onların ziyâretlerini yaparak durumlarını görürler, memnun veya mahzun olarak ayrılır giderler denilmekteyse aynen onun gibi dâimî serbest rûhlar istediği yerde istediği anda bulunan bir hâldedir. Hasan Fehmi Hazretlerinin :

Bu kafesten uçarım hiç beni gören olmaz”

sözleriyle, bir kişinin rûhen ten kafesinden ayrıldığı halde vücûdunun yerinde görüldüğü, fakat rûhen başka yerlerde olduğu anlaşılmış olur.

Rûhsal ve bedensel vücûd tecellîsinde ise vücûdda padişah rûhtur. Cismin hiçbir hükmü yoktur. Rûh sahibi olan Hakk dostları tayy-ı zaman ve tayy-ı mekan olarak vücûdlarıyla da birden fazla yerlerde görünebilirler. Yaşadığı beldede sıradan bir kişi halinde yaşantılarına devam ederlerken hacda veya başka başka yerlerde de vücûdlarını birden fazla kullanarak görünmeleri mümkündür. Hz. Ali’nin Emevî Câmiinden yedi kapıdan aynı anda Hz. Ali olarak çıktığı, Veysel Karanî Hazretlerinin şehit olduklarında yedi tabutun yedisinde ayrı ayrı göründüğü, Hz. Ali’nin vefatında, tabuta giren Hz. Ali, deveyi çeken Hz. Ali, arkasından giden Hasan ve Hüseyin Efendilerimizle cenazeyi takip edenin Hz. Ali olduğu gibi. . . Ayrıca Cebrail ve Azrail gibi meleklerin zaman zaman Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin sahabelerle yaptığı sohbetlere bir insan kisvesiyle katılarak görünüp, konuştuğu hepimizin ma’lûmudur.

İbâdetlerimizde de ‘ibâdet eden’ ‘ibâdet’ ve ‘ibâdet edilen’ üçlemesini birlediğimizde bu zevke nâil olmuş oluruz. Yalnız bilmek yeterli değildir. Çünkü bilmek bir zevktir. Ama yaşama zevkine nâil olmadan cismâniyetinizi rûhunuzla istediğiniz gibi oyuncak olarak kullanamazsınız. Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz ve bu zevkin ileri seviyesindeki bütün evliyalar otuzüç defa rûhânî Mi’rac yapmışlardır. Yalnız Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz, otuzüç rûhânî, bir cismânî olmak üzere otuzdört defa Mi’rac yapmıştır. Bu mi’racı evliya yapmadı mı. Yaptı. Fakat Makâm-ı Mahmûd zevki yalnız Resûlullah (S.A.V.)’a ait olduğu için her evliya kendi esmâlarını oraya girerken soyundu. Cismânî Mi’racını Muhammed olarak yaptı. Bu nedenle ‘yalnız Resûlullah (S.A.V.)cismânî Mi’racını yaptı’ ifadesi kullanılır. Evliyâlar esmâları ile yapmış olsalar o zaman ikilik olur. Hasan Fehmi Hazretleri bu yer için şöyle söylüyor:

Teheccüd namazı farz değildir sana,

Yetim malıdır yakar baştan başa,

Teberrüken kılar Fehmi yok hâşâ”

Yani bütün evliyaların oraya teberrüken yani tebrik için girdiği anlatılmaktadır. Allah cümlemize ihsân etsin. Âmin.



Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   68   69   70   71   72   73   74   75   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin