Muhabbetname



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə69/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   ...   65   66   67   68   69   70   71   72   ...   83

SEVMEK VE SEVİLMEK


İnsanlar bu dünyaya, sevmek, sevilmek ve sevdirmek için gönderilmişlerdir. Yoksa üç günlük yaşamlarında birbirleriyle kavga etmek, geçimsizlik ve mutsuzluk için gelmemişlerdir. Neden insanlar birbirlerini sevmiyorlar, neden bütün yaşamını dünyadaki Cehennem’de geçirmekten kurtulamıyorlar, akıl, fikir ve bütün zihinsel düşünüşlerini ekonomik meselelerden, üzüntü ve dünya debdebelerinden Hakk’a doğru döndüremiyorlar.

İşte bu soruların cevabı Tevhîdde mevcuttur. Ne yazık ki bunları bilmediğimiz için bu Cehennem’den kurtulmamız mümkün olmuyor.

Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi 179. âyetinde “Cin ve insin çoğunu Cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır tefekkür etmezler, gözleri vardır hakîkati görmez, kulakları vardır hakîkati duymaz, işte bunlar hayvan gibidirler.” buyrulmuştur. Şu halde insanların çoğunluğunun, mutsuz ve azabda oldukları anlaşılmaktadır. Dünyada Cehennem, kişilerin Hakk’tan kendilerini uzak hissetmeleri ve Cenâb-ı Hakk’ın tecellî mazharlarını Hakk’tan ayrı imiş gibi görüp, ihtilâftan kurtulamayıp azab çekmeleridir.

Her tecellî Hakk’ın olduğu halde, “Nedir bu kavgalar ve ihtilâflar” diye soracak olursanız, her tecellînin fâilinin Allah olduğunu bilmeme cehâletidir. Zira kişideki Cehennem azâbı cehâletinden ve Hakk’tan uzak oluşundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Allah, onsekizbin âlemde, zerreden kürreye kadar, Zâtını ilân etmiştir. İlân etmesi demek, her varlıkta zuhûra gelmesi demektir. Şu halde sevmeyip ihtilâf ettiğimiz kişi veya varlıkların, kendilerine ait hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Onların mazharından bizlerdeki, malûmata göre Cenâb-ı Hakk, o âletleri, bizlere kullanmaktadır. Neden o eksik mazharları başkalarına değil de, bize kullanıyor. Çünkü bizlerde eksiklik var. Onları bize kullanmasa başkalarına kullanacak. Onun için her türlü olayda, başkalarını suçlamak değil de kendimizi gözden geçirip düzeldiğimizde, bir daha bu eksik tecellînin olmadığını görürüz. Çünkü Allah bizlere, hiçbir mahlûkata vermediği, akıl, fikir, irâde ve ilim gibi yüce emânetler vermiştir. Bunları yerinde ve doğru kullanırsak, o zaman azâbımız azalacaktır.

Sûrette kalanlar ve sûret için ömrünü bitirenler, azab ve mutsuzluktan kurtulamamışlardır. Sûretlerin hiçbir hükmünün olmadığını bilenler, sîret için çalışıp onun bilincine erenler, mutluluk ve saadet içinde, dünyada iken Cennetlerini yaşayacaklardır. Dünyada Cennet ve Cehennem vardır. Âhirette de Cennet ve Cehennem vardır. Dünyadaki Cehennem Hakk’tan uzak olmak ve her türlü ıztırab ve kederleri onların Cehennem’i olmaktadır. Dünyadaki Cennet’leri ise Hakk’la beraber olup huzur ve mutluluk içindeki zevkleridir.

Dünya zâhir beş duygumuzla algıladığımız kesâfet âlemidir. Âhiret ise bâtın duygularımız diye vasıflandırdığımız, hiss-i müşterekimiz olan bâtın duygularla algılanan bir âlemdir. Zâhir duyguların bu âlemde geçerliliği yoktur.

Dünyada iken Hakk’a olan yakınlığından (ilm-el yakînlik, ayne’l-yakînlik, Hakk-al yakînlik) aldığı zevkler, sıfatlara bürünerek karşısına çıkacaktır.”Dünya Âhiretin tarlasıdır.” Hadisi bize bunu bildirmektedir.”Dünyada a’ma olan Âhirette de a’madır.” Âyet-i kerimesi bizlere dünyada iken, bütün fiillerin fâilini çok iyi tanımamızı belirtmektedir. Sevdiğimiz her varlığın özünün, Cenâb-ı Hakk’ın bir tecellîsi olması nedeniyle bizzat Rabbimizi sevmiş olduğumuzu anlamış olacağız. Cenâb-ı Hakk kendinden başka bir varlık yaratmamış ki seven ve sevilen olsun. Seven de kendisi, sevilen de kendisidir. Yeter ki biz bu irfâniyete sahip olup mutluluk içinde yaşayalım. Yoksa kendi azâbımızı kendimiz hazırlamış oluruz.

Aşkınla sararıp soldum

Kâh yanıp kül oldum

Seni her yerde aradım

Sonunda kendimde buldum.

Aşk ateşini yanar sandım

Gönlümde hep Seni andım

Anan da sen, anılan da sen olduğunu bildim.

Ahmet’teki Aşk’ın ve Âşık’ın özünü gördüm.

Herkes bu gün kendini sorgulasın. Stres, üzüntü, keder ve mutsuzluk içinde dünya ile ilgili alamadım veremedim kaygısı içindeyse bu, Cehennem azâbından başka bir azâb mıdır. Bu azâb ona yetmiyor mu. Ondaki gayriyet ve Hakk’ın her türlü tecellîlerine vâkıf olmadığı için Cehennem azâbından bir türlü kurtulamıyor. Oysa Tevhîd ehli, Hakk’ın bütün tecellîlerine vâkıf olduğu için, fiillerin fâilini görüyor. Hangi mazharı nerede kullandığını, bu olaya karşı nasıl hareket etmek gerektiğini bildiği için, mutluluk ve huzur içinde yaşıyor. Dünyada o kişiye bundan güzel Cennet mi olur. Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhîsinde:

Kahrı lütfu bilmeyen hiçbir dem rahat olmaz.”

Buyuruyor. Kahrında lütfundaki, fiilin fâili Allah’tır. Kime ve ne için kullandığını tefekkür ettiğimizde, her şeyin yerli yerinde ve doğru olduğunu görerek Cennet’e girmiş oluruz.

Cenâb-ı Allah, cümlemizi iki cihanda seven ve sevilen mutlu kişilerden eylesin. Âmin.

SÜLEYMAN (A.S.) İLE BELKIS HADİSESİ


Bir gün Süleyman (A.S.) ordularını denetliyordu. Fakat Hüdhüd kuşunu göremedi. Nerde olduğunu sordu.”Geldiğinde bana tatminkâr bir cevap vermezse onun başını koparacağım veya ağır bir ceza ile cezalandıracağım.” dedi. Nihâyet Hüdhüd geldi. Ve dedi ki “Ya Nebîyullah senin bilmediğin bir yerden geliyorum. Oranın adı Saba ülkesidir. Başlarındaki padişah Belkıs isminde bir kadındır. Muhteşem bir tahtı var. Ne yazık ki Allah’a değil güneşe tapıyorlar. Şeytan onların amellerini de süslü göstermiş. Böylece kendilerini Hakk yolundan saptırmışlar da maalesef doğru yola giremiyorlar.” dedi. Süleyman (A.S.) bu habere memnun olarak “Sen sözünde doğru isen şu mektubumu ona götür ve bakalım nasıl bir neticeye varacaklar”diyerek Kur’ân-ı Kerîm’in Neml Sûresi 30. âyetinde “Bismillahirrahmanirrahim. Süleyman'dan O Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla (başlamakta)dır.” diye başlayan mektubunu yazmıştır. (Süleymansız besmele çekilemez. ) Hüdhüd bu mektubu Belkıs’ın tahtına bırakarak gözetlemeye başlamıştır.

Belkıs mektubu okuduktan sonra avenesini toplayıp onlara danışmış ve fikirlerini sormuştur. Onlar da “Süleyman’ın orduları buraya gelirse her taraf târ ü mâr edilir. Bizim ordularımız çok kuvvetlidir. O buraya gelmeden biz onun üzerine hücum edelim” demişlerdir. Belkıs ise Süleyman (A.S.)’ın peygamber olup olmadığını anlamak için elçileri ile hediyeler gönderip hediyeleri alırsa padişah olduğunu, peygamber olmadığını, hediyeleri almazsa peygamber olacağını söylemiştir. Elçilerin kadınlarına erkek elbisesi, erkeklere de kadın elbiseleri giydirip ellerine som altından iki kerpiç vererek hediye olarak göndermiştir. Süleyman (A.S.)’ın emrinde kuşlar, cinler ve rüzgâr olduğu için her şeyden haberdar olması nedeniyle elçiler henüz gelmeden bütün şehrin cadde ve kaldırımlarının som altın olmasını emrediyor.

Elçiler şehre girince her tarafın som altın olduğunu görüyorlar. Ve bu elimizdeki iki som altın kerpiç sanki buranın malı diyerek ellerindekilerinin bu şehirde kıymetinin olmadığını anladılar. Elçi oldukları için aldıkları görev nedeniyle Süleyman (A.S.)’ın huzuruna çıktılar. Süleyman (A.S.) elçilere “Sizi hediye getiresiniz diye çağırmadım, sizler hediyeye mazhar olasınız diye çağırdım. Geriye dönün ve padişahınıza söyleyin, ordularımla oraya girersem onları oradan çıkartırım” dedi. Süleyman (A.S.) vezirlerine “Seçkin topluluk müslüman olarak gelmezden evvel Belkıs’ın tahtını bana kim getirecek” dedi. Cin tayfasından bir ifrit “Sen yerinden kalkmadan önce ben o tahtı sana getiririm” dedi. Fakat Süleyman (A.S.) bunu çok uzun bir zaman buldu. Kendinde ilâhi bir kitaptan ilim bulunan Asaf bin Belhî adlı bir kişi “Gözünüzü kapayıp açıncaya kadar bir zamanda o tahtı size getiririm” dedi ve Süleyman (A.S.) tahtı yanında gördü. Süleyman (A.S.) tahtın tanınmayacak bir hale getirilmesini emrederek Belkıs’ın tahtını tanıyıp tanımayacağını anlamak istedi.

Belkıs geldiğinde “Bu taht senin mi” diye sordu. Belkıs ne “Benimdir.” diyebildi, ne de “Benim değildir.” diyebildi.”Sanki odur.” dedi. Süleyman (A.S.) koltuğunda otururken Belkıs yanına doğru ilerledi. Fakat tahta geçerken tahtın önündeki havuzdan geçmek gerektiği için Belkıs eteklerini sıvadı. Süleyman (A.S.) “Eteklerini indir, havuz su değil camdır.” dedi. Çünkü Belkıs’ın anası can kavminden babası da cin kavminden olduğu için bacaklarındaki kılları görmek için bu denemeyi yapmıştı. Belkıs bu üstün tecellîlerin hepsini görünce mutmain olarak “Süleyman vasıtasıyla âlemlerin Rabbi olan Allah’a inandım ve teslim oldum” dedi. İşte buraya kadar anlatılan vak’a Kur’ân-ı Kerîm’in Neml Sûresi 20. âyetinden 45. âyetine kadar anlatılanların kısaca özetidir.

Peki bizler bu âyetleri kendi vücûd ülkemizde ve âfâkımızda nasıl zevk etmeliyiz ki yaşamımıza geçirelim. Bu âyetler bizlere ne mesajlar vermektedir. Süleyman (A.S.) enfüste kalbdir. Âfâkta ise Mürşid-i Kâmildir. Hüdhüd kuşu ise tefekkürdür. Saba ülkesi olan Belkıs’ın ülkesi de kişinin gönül âlemidir. Hüdhüd kuşunun “Ya Nebiyullah ! Senin bilmediğin bir ülkeden geliyorum.” demesi “gayriyet ülkesinden geliyorum” anlamındadır. Oranın padişahı Belkıs isminde bir kadındır. Yani nefs ülkesi olan o yerde padişah ikilikte olan nefstir. Hem “Onların ibâdetlerini Allah’a değil güneşe yaptıklarını gördüm” diyerek onların âlemlerin Rabbi olan Allah’a değil, akıl güneşine taptıklarını söylüyor. Yani kendi akıllarıyla yarattıkları, zanlarındaki, hayâllerindeki akıl güneşine ibâdet yapıyorlarmış. Ve şeytan da onların yaptıkları ibâdetleri çok güzel gösteriyormuş. Günümüzde de bazı kimselerin, Allah’ın Muhammed aynasından, kendini sergilediğini göremedikleri için, zanlarındaki veya akıllarındaki bir ilâha ibâdet ettiklerini görüyoruz. Şuara Sûresi 213. âyetinde “Bundan dolayı sakın, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma ki azâb edileceklerden olmayasın” buyrulmaktadır. Yani Allah sende ve sana şah damarından daha yakın olduğu halde O’nunla birlikte zannındaki ve hayâlindeki bir ilâha ibâdet edenler bu cümledendir. Hakîkaten onların şeytanları da bol bol yapılan bu ibâdetleri ‘şöyle sevap vardır, böyle sevap vardır’ diye güzel göstermektedir. Mânâsını bilmeden yapılan taklîd ibâdetlerin hiçbir hükmünün olmadığı Kur’ân-ı Kerîm’in Maun Sûresinde “Gafletle namaz kılan ve ibâdet edenlerin ibâdetlerinin, suratlarına çarpılacağı” âyetiyle bildirilmektedir.

İşte böyle kişilere Süleymanlar yani Mürşid-i Kâmiller dâima mektup yazıp durmaktadırlar. Ve mektupta hiçbir kişi Süleyman’sız, Besmele-i Şerîf olan Bismillâh Allah’ın zâtının sırlarına, Rahmân olan Allah’ın sıfatlarının sırlarına, Rahîm olan Allah’ın ef’âl-i İlâhiye sırlarına vâkıf olamaz demektedir.

Enfüsümüzde tefekkür olan Hüdhüd vasıtasıyla, âfâkta da palazlanmış bir sâlik vasıtasıyla nefs kuvvelerine veya nefs sahibi Belkıslara gönderilmiş olacaktır. Mektubu okuyan Belkıs arkadaşlarını toplayarak Süleyman’dan gelen mektubu tartıştıktan sonra onun hakîkaten buna yetkili olup olmadığını bilmek için hediye ile denemeye koyulacaktır. İlm-i ledün olan som altın kerpicini ona takdîm edince İnsan-ı Kâmil olan mürşid de “Sizleri hediye getiresiniz diye çağırmadım, hediyeye mazhar olasınız diye çağırdım” diyecektir. Zira kâmilin hazinesinde Allah’ın ilhâmlarıyla her tarafı som altın olan ilm-i ledün kerpiçleri çoktur.

Kâmiller ilm-i ledün olan ilhâmlara mazhardırlar. Onun için elçilerin ellerindeki som altın kerpiçlere Kâmiller hiç itibâr etmezler. Çünkü onlarda Allah’ın sonsuz tecellîleri zuhûr etmektedir. Bütün çağırdığı kişiler ondaki hediyelere mazhar olsunlar diye çağrılmaktadır. Hediye getirsinler diye değil. Çünkü onların hediyeye ihtiyacı yoktur.

Belkıs’ın tahtını kim getirecek dendiğinde cin tayfasından bir ifrit: “Ya Nebiyullah oturduğun yerden ayağa kalkasıya kadar bir zamanda getiririm.” dedi. Belkıs’ın üç yüz kişilik tahtı, o kişilerin ef’âl, sıfat ve Zâtıdır. Cin tayfasından olan ifrit, ef’âl sıfattan tecellî eder, sıfat da Zâttan tecellî ettiği için, işte Belkıs’ın tahtı olan bu nisbet ettiği Zâtını sana getiririm demek istedi. Süleyman (A.S.) bunun uzun bir zaman olduğunu söyledi. Âsâf bin Belhî ismindeki ilim sahibi olan bir kişi ise, “Gözünüzü açın tahtı karşınızda görürsünüz.” demekle, belirli bir tahsil sonu ef’âl, sıfat tecellîlerinden sonra Zâtı görürsünüz değil, onun karşınıza gelmesi ismini anmak kadar serî olacağını söylüyor. Nasıl çok uzaklarda bildiğimiz bir kişi veya yerin hatırlanması ile hemen gözümüzün önüne karşımızdaymış gibi gelirse aynen onun gibi Tevhîd ilmini tahsil edenler de nefs-i levvâme sahibi kişilerin her yönünü yanlarında görürler.

Belkıs’ın tahtının tebdil edilmesi ise Mürşid-i Kâmilde tahsil eden bir sâlike kendine nisbet ettiği ef’âl, sıfat ve Zâtı Fenâfillâh olduktan sonra sorulsa “Bu taht benim” diyemez. Çünkü kendisinin olmadığını öğrendi.”Benim değildir” de diyemez. Çünkü kendi esmâsından zuhûr etmektedir.”Sanki onun gibidir” der. Çünkü yok olan yalnız ‘zan’nıdır. Kendine nisbet ettiği varlığın Hakk’a ait olduğunu anlamıştır. Yoksa değişen hiçbir şey yoktur.

Süleyman (A.S.)’ın bu yüceliklerini Belkıs anladıktan sonra, Süleyman’ın himmetiyle “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a inandım.” diyerek taklîdi îmândan şühûdî ve tahkikî îmâna duhûl etmiştir. Zâhirde Süleymanlardan tecellî eden ilme ve irfâniyete inanmak başka, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın Süleymanlarda kemâlâtıyla açığa çıkışını şühûd etmek başkadır.

İşte enfüsümüzde kalb Süleymanının sıfatlara olan Hakk ve hakîkatin tecellîsi için nefs-i emmâreden kurtulma telkîni olduğunu, âfâkta da Kâmillerin nefs sahibi olan kişileri ka’l ve hâl lisaniyle Hakk ve hakîkata davet ederek onların da kabullenip kurtuluşa erme vak’asıdır.

Günümüzde her zaman bu Süleyman ile Belkısların vak’aları olup durmaktadır. Allah Süleymanlara kulak veren ve onlara tâbi olarak besmeleye sırrıyla vâkıf olanlardan eylesin. Âmin.


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   65   66   67   68   69   70   71   72   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin