Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə107/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   103   104   105   106   107   108   109   110   ...   181

MALİKANE f. Büyük ve gösterişli köşk. * Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla verilen beylik arazi.

MALİKÎ (Bak: İmam-ı Mâlik)

MALİKİYET Malik ve sahib olma.

MALİŞ f. Sürme, sürüştürme.

MALİŞGÂH f. Yüz sürülecek yer.

MALİŞGER f. Sürtücü, oğucu. * Tellak.

MALİYAT Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi.

MALİYE Devletin gelir ve masraflarının idaresi. * Gelir gider hesablarına bakan resmi dâire.

MALİYET Kıymet. Mâlolma değeri.

MALİYYUN Maliyeci.

MALİZME Eskiden yirmi sayfadan meydana gelen cüz, broşür.

MALKOÇ Osmanlı İmparatorluğu devrinde akıncıların başı. * Akıncı beylerinden meşhur bir hânedan.

MAL MÜDÜRÜ Kazâ mâliye memuru.

MALPEREST f. Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan.

MA'LUFE Yulaf verilen davar.

MA'LUL İlletli, hasta, sakat, kötürüm. * Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi.

MA'LULEN Mâlul olarak, sakat olarak.

MA'LULÎN (Ma'lul. C.) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler.

MA'LULİYET Hastalıklı olma, illetlilik.

MA'LUM Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir. * Bilinen, belli olan.

MA'LUMAT Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler.

MA'LUMAT-I CÜZ'İYE Az ve hafif bilgi. Cüz'i mâlumât.

MA'LUMAT-I ZARURİYE Lüzumlu ve zaruri mâlumat.

MA'LUMATFÜRUŞ f. Mâlumat ve bilgi satan. Bilgiçlik taslıyan.

MA'LUMİYET Ma'lumluk. Bilinme, belli olma. * Bilinen ve belli olan şeyin hâl ve sıfâtı.

MA'MA' Kimseye birşey vermeyen kadın.

MA'MAA (C: Meâmi) Acele etmek. * Ateşten çıkan ses. * Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları.

MA'MAFİH Öyle olmakla beraber.

MA'MEAN Çok fazla sıcaklık.

MAMELEK Elinde bulunan şeyler, sâhib olduğu şeyler. Nesi var ise, hepsi. * Huk: Bir şahsın alacak ve borçlarının hepsi.

MA'MER Geniş menzil.

MAMEZA Geçen veya geçmiş şey. Geçmiş zaman. Mazi.

MAMHURAN Adilcevaz, Patnos, Erciş ve bilhassa Beytüşşebab havalisinde meskun olan bir aşiret ismi.

MAMİSA Bir ot cinsi.

MAMİZAN Vers denilen ot.

MA'MUL (Amel. den) Yapılmış, işlenmiş. * Gr: Avamil'in ikinci bâbı.

MA'MULÂT İmal edilmiş, yapılmış şeyler. Makine veya elle işlenmiş eşya.

MA'MULÂT-I DÂHİLİYE Dâhilî mamulat. Memlekette yerli olarak yapılan şeyler.

MA'MULÜN BİH Kendisi ile amel olunan. (Hukuk, nizam, program kaidesi)

MA'MUR İ'mar edilen, tamir edilmiş.

MA'MURE İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba.

MA'MURİYET Bayındırlık, ma'murluk.

MA'N Az miktar. * Kolay.

MA'NA (Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey. * Rüya, düş. * Dilemek, irade.

MA'NA-YI HARFÎ Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan, bildiren, tarif eden mânâ.

MÂNÂ-YI İSMÎ İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. Ağacı görmek ve tanımakla ve meyvelerini almakla Rahmet-i İlâhiyeyi tanıyor, Cenab-ı Hakk'a sevgi ve şükrümüzü arttırıyor ve O'nun emri dairesinde ağaca Rabbimizin iltifatı, rahmeti olarak alâka gösteriyor isek; bu mânâya da mânâ-yı harfî deniyor.(...Dünyayı ve ondaki mahlukatı mânâ-yı harfî ile sev. Mânâ-yı ismî ile sevme! " Ne kadar güzel yapılmışlar" de. " Ne kadar güzeldir" deme ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur. Meselâ; nasıl ki bir pâdişâh-ı âli, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet pâdişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'idir. Hem zeval bulur, elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhânedir. Güyâ o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir!.. S.)(Aynen onun gibi, bütün nimetlere, meyvelere, zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleri ile gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk'ın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir... S.)

MANAHNÜ FÎH Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz.

MANA MERTEBELERİ Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar. Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî mânâlar gibi.

MA'NAT Dilemek, iradet. * Kasdolunmuş nesne.

MANCINIK Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.

MANÇURYA (Mançu memleketi) Asya'nın kuzeydoğu tarafında büyük bir memleket olup, son zamana kadar kuzeyde Ohurcuk Denizine ve Sahalin Adasını ayıran Tataristan Boğazı'na kadar uzandığı halde; doğudan Japon Deniziyle sınırlanmış iken, sonraları kuzey ve kuzeydoğu tarafları Ruslar tarafından zaptedilerek Sibirya'ya katılmıştır. Bir kısmı da Amur ismiyle bir eyalet halinde kalmış ve diğer bir kısmı da sahiller eyaletine eklenerek o taraflardan Mançurya'nın sahili kalmamış ve kuzeyde Amur Irmağı ve doğuda Usuri Nehri Mançurya'nın hududunu teşkil etmiştir. Şimdiki siyasî coğrafyada Mançurya ismi, bu memleketin sadece Çin'e tâbi olan kısmına verilmektedir.

MANDA Fr. Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi. * t. Camız denen hayvan. Kömüş.

MANDE f. Kalmış, gitmemiş olan.

MANDIRA yun. Süt ve süt ürünlerinin elde edildiği; süt veren hayvanların barındığı yer.

MA'NE Ekmek. * Az olan akıcı su. * Şey.

MANEN Mânâca. Mânâ cihetiyle. Ruhca. Esasca. Bâtınen. İç varlık bakımından.

MANEND f. Benzer. Denk. Eş. Gibi.

MANEND-ÂBÂD Ölümle kıyamet arasında geçen zaman.

MANENDE Benzeyen, mümâsil.

MANEVÎ (Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani.

MANEVİYYAT Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. Dinden, imândan, mukaddesât ve imândan gelen kuvvet (Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, mâneviyatta kördür. H.)

MANEVİYYUN Allah'a, dine, mukaddesata inanmış olanlar.

MANEVRA Fr. Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. * Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. * Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etlerine harptekilere benzer şartlar içinde eğitim sağlamak için yaptırılan hareket.

MANGA Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca ile avcı erleri bulunur.) * Savaş gemilerinde erlerin yattığı koğuş.

MÂNİ' Men'eden. Geri bırakan. Esirgeyen. Engel. Özür.

MÂNİ-İ ŞER'Î şeriatça kabule engel olan, mâni' olan hâl.

MÂNİA Men'eden şey. Engel. Özür. Zorluk.

MA'NİDAR (MÂNİDAR) f. Bir mânâyı mutazammın olan. * Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.)

MA'NİDARANE f. Mânâlı şekilde.

MANİVELA Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu takılıp döndürülen kol.

MANKEN Fr. Elbiseleri prova veya teşhir etmek için terzilerin ve hazır elbise satıcılarının kullandığı tahtadan, kartondan, madenden vb. insan şekli.

MANSAB (Mınsab) Rütbe. (Bak: Mansıb)

MANSIB (Nasb. dan) Devlet hizmeti. * Memuriyet. * Bünyad. Merci'.

MANSIBDÂR f. Mansıbda bulunan.

MANSUB Nasbolunmuş, me'muriyete konulmuş. * Konulmuş, dikilmiş. * Gr: Sonu fetha (üstün) kılınmış kelime. Meftuh olan.

MANSUBÎN (Mansub. C.) Memuriyette bulunanlar. Hizmette olanlar.

MANSUR Yardım edilen, yardım görmüş. * Gâlib, muzaffer. (Bak: Mensur)

MANSURİYYET Allah'ın (C.C.) yardımıyla muvaffak ve muzaffer olma, başarma.

MANSUS Nass ile sâbit kılınmış. Âyetle tesbit edilmiş. İzhar ve beyan edilmiş. * Kur'anda açıkça anlatılmış.

MANŞET Fr. Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. * Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası.

MANTIK (İntak. dan) Konuşturan, söyleten. * Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi. * Akıl, nutuk, söz.

MANTIKAN Mantığa göre. Mantıkça.

MANTIKÎ Mantıka dâir. Aklî ve müsbet olan düşünce, fikir. Mantık kaidelerine uygun.

MANTIKÎ KIRÂET Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.

MANTIKİYYÂT Mantıkla alâkalı mes'eleler.

MANTIKİYYUN Mantıkla uğraşanlar. Mantık âlimleri.

MANTUH Boynuzlu hayvan tarafından yaralanan veya öldürülen.

MANTUK Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. " Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır. * Söz, nukut, mânâ, mefhum.

MANYATİZMA Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir. (Bak: İpnotizma)

MANYETİK (Bak: Magnetik)

MANZAM (C.: Menâzım) Sıra, dizi.

MANZAR (Manzara) (Nazar. dan) Bakılan yer, görülen yer. Görünüş.

MANZAR-I ÂLÂ En yüksek bakış yeri. Kudsi ve en yüksek manzara. Cennet manzarası, arş-ı azam.

MANZAR-I ÇEŞM Gözbebeği.

MANZARA Dışarıyı görecek pencere.

MANZARANÎ Gösterişli ve güzel adam.

MANZARÎ Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam.

MANZUD Sık yetişmiş ağaç. * Üstüste istif edilmiş.

MANZUM Ölçülü, mizanlı, tertibli. * Vezni ve kafiyesi olan söz. Edebi ölçüsü olan sözler. (Kaside ve şiirler gibi). * Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş.

MANZUMAT Manzumeler.

MANZUME Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. * Sıra, dizi. Sistem.

MANZUME-İ ŞEMSİYE Güneş sistemi, güneş ve etrafında dönen seyyâreler topluluğu.(Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sânii'nin vücuduna ve vahdâniyyetine güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir. Evet, manzume-i şemsiye denilen küremizle beraber oniki seyyare: Cirmleri, küçüklük - büyüklük itibariyle pekçok muhtelif ve mevkileri, uzaklık - yakınlık noktasında pek çok mütefâvit ve sür'at-i hareketleri, çok mütenevvi' olduğu halde kemal-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmıyarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile, câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlâhi ile bağlanmaları, yâni onlar imamlarına iktidaları, büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlâhiyyeyi ve Vahdâniyyet-i Rabbâniyyeyi gösterir. Çünki: O câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri, nihayet derecede intizam ve mizan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti isbat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünki: Bir dakika, tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i arzdan bin def'a büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.Manzume-i şemsiyenin, yâni şemsin me'mumları ve meyveleri olan oniki seyyarenin acâibini ilm-i muhit-i İlâhiye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz. Görüyoruz ki: Bu seyyaremiz bir azamet-i şevket-i Rububiyyeti ve haşmet-i saltanat-ı Uluhiyyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir surette Güneşin etrafında, emr-i Rabbâni ile - Üçüncü Mektupta beyan edildiği gibi - pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ve seyahat, ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak acâib-i masnuât-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zişuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, Kamer dahi dakik hesaplarla azim hikmetlerle ona takılmış ve o Kamere başka menzillerde ayrı seyr ve seyahat verilmiş. İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehadetle, bir Kadir-i Mutlak'ın vücub-u vücudunu ve vahdetini isbat eder. Mâdem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin. Hem Şemse, kendi mihveri üstünde cazibe denilen mânevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o mânevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre "Herkül Burcu" tarafına veya Şems-üş-şümus cânibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. Güya haşmet-i Rububiyyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır. S.)

MANZUR Görülen, bakılan, nazar edilen. * Beğenilen.

MANZURE Belâ, musibet, felâket, âfet. * Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak kadın.

MAR f. Yılan.

MA'RA Vücudun çok zaman çıplak olan yeri.

MARAN (Mâr. C.) f. Yılanlar.

MARATON yun. Kırk kilometreden uzun bir yolda mukavemet için yapılan hız koşusu.

MARAZ Hastalık, illet, dert. Belâ.

MARAZ-I MÜSTEVLÎ Salgın hastalık.

MARAZ-I SÂRÎ Tıb: Bulaşıcı hastalık.

MA'RAZ (Ma'rez-Ma'riz) Bir şeyin arzolunduğu yer. Göründüğü yer. Sergi, meşher.

MA'RAZ-I ACÂİB Acâiblerin teşhir olunduğu yer.

MA'RAZGÂH Arzolunan yer, sergi.

MARAZÎ (Maraz. dan) Hastalıkla alâkalı. Hastalığa ait. Hastalıklı.

MARAZİYYÂT Hastalıklar ilmi, patoloji.

MA'REC Çıkacak yer, merdiven.

MA'REF Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri.

MA'REFE Atın yelesi bittiği yer.

MAR-EFSA f. Yılan tutan, yılan efsuncusu. * Yılan sokmuş kimseyi tedâvi eden kişi.

MA'REKE Muhârebe meydanı, çarpışma yeri. * Çarpışma. Kıtal. Cenk.

MAREŞAL Fr. (Bak: Müşir)

MA'RET Kabahat, suç, ayıp, günah.

MAR-GİR f. Yılan tutan, yılan tutucu.

MARHİC Yılan balığı.

MARHUK Kuşkonmaz bitkisi.

MARIK Dinsiz, mürted, hak dinden çıkan.

MARIN (Mârına) Çekiçle dövülerek açılmağa müsait olan. * Kireçtaşı. * Çeşitli renklerde olan bir çeşit toprak.

MA'RIZ (Ma'raz. dan) Bir şeyin görünüp çıktığı yer. Bir şeyin bildirildiği, arzolunduğu makam.

MARIZ Hasta, alil, mariz.

MARİC Dumansız ateş, alev. * Dumansız barut.

MA'RİC Merdiven, yükseliş yeri.

MARİD Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid.

MA'RİFE Gr: Arabçada mübhem olmayan " " harf-i ta'rifi ile bildirilen kelime. Böyle bir kelimeden tenvin kalkar, kelime belirli olur. (Bak: Lâm-ı ta'rif)

MA'RİFET Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek. * Hüner. Üstadlık. San'at. * Tuhaflık, garib hareket. * Vasıta, tavassut. * İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat. İrfan kazanmak. (Bak: İrfân)

MA'RİFET MERTEBELERİ (Bak: Yakin)

MA'RİFETPERVER f. Hünerli, marifetli.



MA'RİFETULLAH Masnuat-ı İlâhiyeyi ve Kur'âni hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya lütf-i İlâhi ile kalbi inkişâf ve basirete sâhib olmak. Esmâ-i İlâhiyyeyi tanımak. İlâhi hakikatlara vukufiyet. Her işte Allah rızâsına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek. (Ma'rifetin zıddı; inkârdır. İlmin zıddı ise; cehildir.) (Bak: Vicdan-İrfân)(Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râzi'ye mektubunda demiş: "Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Bu ne demektir? Maksad nedir soruyor?Usul-üd-din imamları ve ulema-i ilm-i Kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcib-ül-Vücud ve Tevhid-i İlâhiye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm'ın imamlarından Fahreddin-i Râzi'ye öyle demiş.Evet, İlm-i Kelâm vasıtasiyle kazanılan Mârifet-i İlâhiye, mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'an-ı Mu'ciz-il Beyan'ın tarzında olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi verir; hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşâallah, Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nurânisinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.Hem, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarına, Fahreddin-i Râzi'nin İlm-i Kelâm vâsıtasiyle aldığı mârifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan mârifet dahi, Kur'an-ı Hakim'den doğrudan doğruya veraset-i Nübüvvet sırriyle alınan mârifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki: Muhyiddin-i Arabi mesleği, huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler. Kur'an-ı Hakim'den alınan mârifet ise, huzur-u dâimiyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkum-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp, Cenâb-ı Hak nâmına istihdam eder. Herşey mir'at-ı mârifet olur. Sa'di-i Şirazi'nin dediği gibi: $ Herşeyde Cenâb-ı Hakk'ın mârifetine bir pencere açar.Bâzı Sözlerde ulema-i İlm-i Kelâm'ın mesleğiyle, Kur'andan alınan minhâc-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki; meselâ: Bir su getirmek için, bâzıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ulema-i İlm-i Kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud'un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'an-ı Hakim'in minhâc-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer Asâ-yı Musâ gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. $ düsturunu, herşeye okutturuyor.Hem imân yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasılki: Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ.. letâif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râziye bu noktayı ihtar ediyor. M.)

MARİN Burun ucunda olan yumuşak kemiksiz yer.

MARİSTAN f. Hastahâne.

MARİZ (Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli.

MARİZANE f. Hasta olarak.

MÂRR Geçen, geçmiş, yürüyen.

MÂRR-ÜL BEYAN Beyânı yukarıda geçmiş olan.

MÂRR-ÜZ ZİKR Yukarıda zikri geçmiş olan, yukarda bahsedilmiş olan.

MÂRRE Fık: Herkesin gittiği umumi yoldan yürüyen.

MÂRRÎN (Mâr. dan) Geçenler.

MÂRRİN Ü ÂBİRÎN Gelip geçenler. Gelen giden.

MARSUS (Bak: Mersus)

MARTULOS (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir. * Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.

MA'RUF Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. * Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği. * Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l ma'ruf)

MA'RUF-İ CİHÂN Dünyaca tanınan ve meşhur. Cihânın bildiği.

MA'RUFAT Bilinen şeyler. Şeriatın emrettiği hususlar.

MA'RUFİYET Ma'rufluk. Ünlülük, meşhurluk, tanınmışlık.

MA'RUR Uyuz.

MA'RUŞ Üstü çardak şeklinde yapılı bina.

MA'RUZ Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak. * Arzolunmuş, arzolunan. * Serilmiş, yayılmış. * Verilmiş, sunulmuş. * Anlatılmış. * Bir şeye karşı siper alan.

MA'RUZÂT (Ma'ruz. C.) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten büyüğe bildirilenler.

MARZAT Rızâ. Memnuniyet, hoşnudluk.

MARZÎ Razı olmağa dâir. * Kabul edeceği, razı olacağı.

MARZÎ-İ İLÂHÎ Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun işler.

MARZİYAT Razı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar.

MARZİYE Razı olma, hoşnud olma, memnuniyet.

MA'S Tıb: Adalelerin tutulması, kasların büzülmesi. Kramp.

MAS Yeyni, hafif kimse.

MAS' Davarın kuyruğunu salması. * Vurmak. * Parlamak.

MA'S Ovmak. * Dürtmek.

MASA' Kılıçla vuruşmak.

MASABAK (Bak: Masebak)

MAS'AD (C.: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri.

MASAD (C: Musdân-Emside) Dağın yüksek ve yüce yeri.

MASADAK Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir.

MASADIR (Masdar. C.) Masdarlar.

MASAFF Savaş, muhârebe, harp, cidâl yeri.

MASAHA Sıhhat mevzii. * Kamer, ay.

MASAİB (Bak: Mesaib)

MASAİD (Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler.

MASAİF (Masif. C.) Sayfiyeler, yazlıklar. Yaz mevsiminde oturulacak yerler.

MASAK Darlık.

MASAL Az miktar olan şey.

MASALE Sızıntı.

MASAM Duracak yer.

MASAME Duracak yer.

MASAN Eşya saklanacak yer.

MASANİ' (Masna. C.) Sarnıçlar. Su mahzenleri.

MA'SARA (Üzüm ve susam gibi şeylerin) sıkıldığı yer.

MASARİ' (Mısrâ'. C.) Mısrâlar. * (Masra'. C.) Güreş meydanları.

MASARİF (Masraf. C.) Sarfiyatlar, masraflar. (Masârifât da denir.)

MASARİF-İ UMUMİYE Umumi masraflar.

MASARİF (Masruf. C.) Harcananlar, sarfolunanlar.

MASARİFAT (Masârif. C.) Masraflar, giderler. Harcanan paralar.

MASARÎN Bağırsaklar.

MASBAH Doğacak zaman ve yer.

MASBU' Kibirli, gururlu, mağrur. Kendini beğenmiş.

MASBUG (C.: Mesâbig) Boyalı, boyanmış. Mülevven.

MASD Cima etmek. * Emmek.

MASDA' Taşlık yerlerden geçen düz yol.

MASDAR Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba. * Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir.

MASDAR-I CA'LÎ (Mec'ul) yapma olan masdar. Arapçada, bazı isim ve sıfatların sonlarına (-iyyet) ilâve edilerek yapılır. Meselâ: İnsan: İnsaniyyet, Şâir: Şâiriyyet. Câhil: Câhiliyyet. Merbut: Merbutiyyet gibi.Arapça veya Farsça kelimenin sonuna (-îden) eki getirilerek yapılır. Meselâ: Cenk. den, Cengîden: Cenk etmek. Fehm. den, Fehmîden: Anlamak.Taleb. den, Talebîden: istemek.

MASDAR-I MERRE Fiilin bir defa yapıldığını belli eden masdar. Merre, kerre, lem'a, darbe gibi, "fa'le" vezninden gelen masdarlardır.

MASDAR-I MİMÎ Başında mim harfi bulunan masdar. (Ketb: Yazmak) masdarının mimisi (mekteb) olduğu gibi.

MASDU' Baş ağrısına tutulmuş olan. Başı ağrıyan.

MASDUK Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş.

MASDUKA (C.: Masdukat) Doğru söz. Hakikat ve gerçek olan kelâm.

MASDUM Çarpılmış. Kendisine vurulmuş.

MASDUR Gönderilmiş, yollanmış olan. * Göğsü incinmiş veya ağrımış olan.

MASEBAK Geçen, geçmiş olan, geçmişteki.

MASELEF Evvelki, geçmiş.

MA'SERE (Ma'seret) Zorluk, güçlük.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   103   104   105   106   107   108   109   110   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin