Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə139/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   135   136   137   138   139   140   141   142   ...   181

SA f. Benzetme edâtı olan "âsâ" nın hafifletilmişidir. Meselâ: Anber-sâ $ : Anber gibi.

SAAB Zor, güç, çetin.

SAADE Yokuş başı.

SAÂDET Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak.

SAÂDET-İ DÂREYN İki cihan saadeti, dünya ve âhiret saadeti.

SAÂDET-İ EBEDİYE Büyük ve ebedî saâdet. Âhiret saâdeti.(Saâdet-i ebediye iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah'ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır. İkinci kısmı ise; saâdet-i cismaniyedir. Bunun esasları; mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre saâdet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saâdeti ikmal ve itmam eden hulud ve devâmdır. Çünkü saâdet devam etmezse, zıddına inkılab eder.Cennet'te lezzetin devamı mes'elesi ise: Evet, lezzetin hakiki lezzet olması zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir; hatta zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazî âşıkların eninleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir. Ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar hep mahbubların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş'et eden elemdendir. Evet pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevâlleri daimi elemleri intac ettiği gibi, çok elemlerin zevali de leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartiyle lezzet ve nimet sayılabilir. İ.İ.)(...Saâdet-i ebediyyeye muktazi vardır. Ve o saâdeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vâki' olacaktır. Yeniden ihya-yı âlem ve haşir mümkündür hem vâki' olacaktır. S.)(Dikkat edilse şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahat-ı ihtiyar ve lemaat-ı kasd görünür. Hattâ her şeyde bir nur-u kasd, her şe'nde bir ziya-yı irade, her harekette bir lem'a-yı ihtiyar, her terkibde bir şule-i hikmet, semeratının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte eğer saâdet-i ebediyye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider. Demek nizamı nizam eden, saâdet-i ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı âlem saâdet-i ebediyeye işaret ediyor... S.)

SAÂDET-İ UZMA Büyük saâdet. Âhiret saâdeti, saâdet-i ebediye.

SAÂDET-ÂVER Saâdet verici.

SAÂDET-BAHŞ f. Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran.

SAÂDET-HAH Saâdet isteyen. Saâdet dileyen.

SAÂDET-HANE f. Büyük bir kimsenin evi.

SAÂDET-MEÂB f. Saâdet sâhibi. Saâdet bulan.

SAÂDET-MEND f. Bahtiyar, mutlu. Saâdet bulmuş olan.

SAÂDET-MENDÎ f. Mutluluk, bahtiyarlık.

SAÂDET-RESAN f. Saâdete ulaştıran. Saâdet bulan.

SAÂDET-SARAY Saâdetli saray.

SAÂDET-SARAY-I EBEDİYYE Ebediyyetin saâdetli sarayı. (Cennet kastediliyor)

SAÂDET-SARAY-I İSTİKBAL İstikbalin saâdetli sarayı.

SAÂDET-SARAY-I MEDENİYET Hakikî ve İslâmî bir medeniyet vasıtasıyla olan bir hayat saâdeti.

SAAK Bir şiddet sebebi ile helâk olmak, ölmek, bayılmak. * Aklın gitmesi.

SAAL Dikkat.

SAALİB (Sa'leb.C.) Tilkiler.

SAALİK Dilenciler. * Serseriler. * Kalenderler. * Dervişler.

SAAN Suya yakın yerde develerin yattığı yer.

SAAT Bir günün yirmi dörtte biri, saat. Zaman, vakit. Muayyen, belli bir vakit. Altmış dakikalık zaman. * Kıyâmet.

SAAT-İ İCABE Duaların kabul olduğu ve insanlarca gizli ve gaybî olan, Cuma gününde bir vakit.

SAAT-İ MUHTAR Uğurlu vakit.

SAAT Saatler. Vakitler.

SA'B(E) (C.: Sıâb) (Suubet. den) Zor, güç, çetin. * Zorlu, güçlü kuvvetli.

SAB' Parmakla işaret etmek.

SAB Bir acı otun suyu.

SABA Gün doğusundan esen hoş ve lâtif rüzgâr.

SABA Hevâ ve nefsine meyletme. Delikanlılık.

SABA-BERABER f. Sabâ rüzgârı gibi lâtif ve hafif.

SABABET Şiddetli sevgi. Âşıklık.

SABAE Bir dinden bir dine geçmek.

SABAH Gün doğmasına yakın vakitten, öğle vaktine kadar olan zaman.

SABAHAT Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl.

SABAHAT-I SİMA Yüz güzelliği.

SABAHGÂH f. Sabah vakti.

SABAREFTAR f. (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. * Hoş ve lâtif yürüyüşlü.

SABARET Kefalet.

SABAT (C.: Sevâbıt-Sâbâtât) Pazar sokağı, iki duvar arasının örtüsü (altı yol olur.)

SABAVET Çocukluk, sabilik.

SABAYA (Sabiyye. C.) Büluğ çağına varmamış küçük kızlar. Kız çocukları.

SABB Dökmek, akıtmak, boşaltmak. Dökülmek. * Aşık, tutkun.

SABBAG Boyayan, boyacı. * Deri altındaki boyalı madde.

SABBAR Çok sabırlı, sabur. (Bak: Sabr)

SABBARE Soğukluk.

SABBUR Katı, şiddetli, şedid.

SABEB (C.: Asbâb) Çukur yer, iniş yer.

SA'BER Sedir gibi bir ağaç.

SABG Boyama. Boyanma.

SABGA' Kuyruğunun ucu beyaz olan koyun.

SABHİD Bey, emir.

SÂBIK(A) Geçmiş. Önceki. * Zamanca veya rütbece ileride olan. * Eskiden işlenmiş suç.

SÂBIK-UL BEYÂN Yukarıda söylenillmiş, zikri geçmiş.

SÂBIKA-İ MÜKERRERE Birden fazla suç işleme.

SÂBIKAN Bundan önce, evvelce.

SÂBIKÛN (SÂBIKÎN ) (Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler.

SÂBIKÎN-I İSLÂM En evvel müslüman olan sahabeler. (Bak: Ashab-ı Suffa, Saff-ı evvel)

SABIR-ŞİKEN f. Sabrı kıran, sabrı bozan.

SABİ Henüz süt emen çocuk. * Büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. * Üç yaşını tamamlamayan erkek çocuk.

SÂBİ' (Sabi'a) Yedi, yedinci.

SÂBİAN Yedinci olarak.

SÂBİ'AŞER Onyedinci.

SABİ' Yavru sesi. * Fil, hınzır ve fâre sesi.

SABİB Susam yaprağının suyu. * Kına yaprağının suyu.

SÂBİG (Sâbiga) Tam. Tafsilâtlı. Uzun. Bol.

SABİH (Sabiha) Güzel, latif, şirin.

SÂBİH Yüzen, yüzücü.

SÂBİHA (C.: Sâbihât) Gemi. * Yüzen.

SÂBİHÂT Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler. * Ehl-i imânın ruhları. * Yıldızlar.

SABİHA Fecir vakti.

SABİÎ İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden. * Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar.

SABİÎN (Sâbiî. C.) (Aslı: Sâbiiyyun) Yıldıza tapanlar. Sapıklardan olanlar.

SABİKÎN (Bak: Sâbıkûn)

SABİL Gezkere denilen nesne. (Onunla ters, balçık ve gayri ne olursa taşırlar). * Yolcu kimse.

SABİR(E) Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.

SABİR (C.: Sıber) Kefil. * Yağmursuz beyaz bulut.

SABİR Altın ismi.

SABİRÎ Bir çeşit ince giyim eşyası. * Bir cins hurma.

SABİRÎN (SÂBİRÛN) Sabredenler. (Bak: Sabr)

SABİT Duran, yerinde durup hareket etmeyen. * Doğruluğu isbat edilmiş olan.

SABİTE Yerinde durur gibi olan yıldız. * Yerinde durup hareket etmeyen herhangi bir şey. (Seyyare'nin zıddı)

SABİT-KADEM Mizacı oynak olmayıp işine ve sözünde kararlı olan, yerinde direnen. Sözünde duran.

SABİYY (C.: Sıbye-Sıbyan) Oğlan. * Meyl ve muhabbet eden kimse.

SABİYYE Büluğa ermemiş veya memeden kesilmemiş kız çocuk.

SABSAB Irak, uzak, baid.

SABN Men'etmek, engel olmak.

SABR (SABIR) Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. * Muharebede şecaat gösterme. * Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak. * Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.(Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz'etmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları; ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilâtın anahtarıdır... Cenab-ı Hakk'ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür. Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir, şu sabır takvadır... İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir... Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cânibine sevkediyor. M.)

SABR-I CEMİL Allah'tan gelen bir acıya sabretme. Şükrederek sabır.

SABR-I EYYÜB Eyyüb'ün (A.S.) dillere destan olan sabrı.

SABIRSÛZ f. Sabrı yakan, sabırsızlık veren.

SABSABA Dövmek. * Ateş etmek. * Kahramanlık göstermek, bahadırlık etmek. * Çok inceltmek.

SABUR f. Çok sabır gösteren, çok sabreden.

SABURÂNE f. Çok sabır göstermek suretiyle.

SABYE (Sabi. C.) Küçük erkek çocukları. Oğlancıklar.

SAC Hint vilâyetinde yetişen siyah ve büyük cins bir ağaç. * Geniş, yuvarlak libas. (Araplar giyerler)

SACE Hatıl ağacı. * Altın ve gümüş ayarını astıkları ağaç.

SA'CEZ Dökmek.

SACİ' Seci'li ve kafiyeli söz söyleyen, konuşan. * Kasdedici, kasdeden.

SACİD Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: "Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an: O'na secde ettiği zamandır."

SACİM (C: Secâm) Akıcı, akan, sâil.

SACİR Selin gelip su ile doldurduğu yer.

SACUR Köpeğin boynuna takılan tasma.

SAD f. Yüz sayısı.

SAD Kur'an alfabesinin onyedinci harfi olup, ebcedî değeri 90'dır. Noktası olmadığından sâd-ı mühmele adı da verilir.

SAD SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 38. Suredir. Dâvud Suresi de denir. Mekkîdir.

SA'D Uğur, uğur getiren şey, iyilik, mübareklik, kuvvetlilik. * Kutlu, uğurlu.

SAD Göz hastalığı, göz ağrısı.

SAD' Yarılmak, yarmak. * Kesmek, kat'etmek. * Göstermek. İzhar etmek. * Beyân ve meyl etmek, açıklamak.

SAD Bakır. * Toprağa ağnayan horoz. * Devenin başında olan bir hastalık.

SA'D Mihnet, meşakkat, zahmet.

SADÂ Seda. Ses. Avaz. Savt. * Erkek baykuş. * Bir böcek adı. * Susuzluk. * Yankı.

SADÂ-YI BASİT Sesin, bir defa tekrarı.

SADÂ-YI MÜREKKEB Sesin bir çok defalar tekrarı.

SADA' Kasd ve teveccüh eyleme. * Bir şeyi âşikâre söylemek. * Mevkiine tevcih ve isabet ettirmek. * Kat'etmek. * İzhar ve beyan etmek. * Yarık ve çatlak. Bir şeyi ikiye yarmak.

SADA' Baş ağrısı. ("Suda"' diye de okunur)

SADAGA Zayıflık.

SADAK Okları koymağa mahsus torba veya kutu şeklindeki kılıfın adıdır. Boyuna asılan bu âlete "tirkeş" veya "tirdan" da denilirdi.

SADAKA Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.) (Bak: Belâ)(...Ehl-i keşiften rivayeten bu geçen Ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif, neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünuhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:Hadis-i Şerifte vârid olmuştur ki: "Bazen belâ nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir. " Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyed bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmamasiyle o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi levh-i ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbat'ta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelî'ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde istihrâca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallak oldukları şerâiti bulamadıkları için, vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünkü: Mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş. Evet Ramazan-ı Şerifte bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duâların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasılki sâbık hadisin sırriyle: Sadaka belâyı ref' eder. Ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder. Kuvve-i câzibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi. L.)

SADAKA-İ CÂRİYE Hayrı, sevabı dâimî olan sadaka. Sevabı öldükten sonra da devam eden hayırlı ameller. (Kur'an ve iman hizmeti gibi.)

SADAKA-İ FITR Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır verir. Fıtra: Fıtrat sadakası, yaratılış atiyyesi demektir. Sadaka-i fıtr: Buğday veya buğday unundan 1667 gram veyahut da arpa, kuru üzüm, hurmadan 3334 gram kadar yahut verildiği zamandaki rayice göre bedellerinin muhtaç olanlara verilmesidir.

SADAKAT (Sadaka. C.) Sadakalar.

SADAKAT (Sıdk. dan) Dostluk. Bir kimseye Allah (C.C.) için kalbden bağlılık, kalbi ve samimi doğrulukla olan dostluk. * Dostlukta sebat, vefadarlık.

SADAKATKÂR f. Sâdık, sadakat sahibi.

SADAKTE "Doğru söyledin, sâdıksın" mânasına karşısındakine söylenilen söz.

SA'DANE (C.: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot. * Devenin göğsü. * Tırnak dibinin siniri. * Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme. * Kadın memesinin etrafı.

SADARE Rücu etmek, geri dönmek. * Doğmak.

SADARET Vezirlik, başvezirlik. Osmanlı Devleti zamanında Başvekillik makamına verilen isim. * Öne geçme, başta bulunma.

SADARET-PENAH f. Sadrazam bulunan kimse.

SADAT (Seyyid. C.) Seyyidler. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın soyundan gelenler ve onun izinden gidenler. Hususen Hazret-i Hasan neslinden gelenlere seyyid; Hazret-i Hüseyin neslinden gelenlere de Şerif denmektedir.

SADAT-I KABİLE Kabilenin ileri gelenleri.

SADBAR f. Yüz kere.

SAD-BERK Yüz yaprak.

SA'D BİN EBİ VAKKAS (R. A.) Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe şehrinin kurulmasına vesile oldu. Kufe ve Irak vâliliklerinde bulundu. Vefatı 55 Hicri yılındadır.

SADD (Sedd. den) Örten, kapıyan, mâni olan engel olan.

SADD Yüz çevirmek, men eylemek, bir şeyden birini vazgeçirmek. * Fikir, niyet, kasd. * Yakınlık, civar. * Konuşulan husus.

SADDA' Suyu lezzetli olan örülmüş kuyu.

SADE (Sayd. dan) Mâzi fiilidir. "Avlandı" mânâsındadır. ( dan) "Bağır, ilân et" mânâsına emirdir. Meydan okumak, âciz bırakmak mealinde ve i'caz yoluna işaret eder "sâd" diye okunur. * Sadakat, sıdk gibi mânâlara da gelir.

SADE f. Basit, karışık olmayan, katıksız. * Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. * Tek katlı. * Ancak, yalnız. * Süssüz. * Derin düşünemiyen, saf adam.

SADE (Seyyid. C.) Seyyidler.

SA'DE Dişi eşek. * Süngü ağacı.

SA'DE (C.: Siad) Yumuşak hurma.

SADE' Demir pası.

SADED Asıl mevzu, maksad, asıl konuşulan şey, fikir. * Niyet, kasıd. Teşebbüs. * Yakınlık, civar.

SA'DEDDİN-İ TAFTAZANÎ (Hicr: 722-792) Horasan taraflarında Teftazan'da doğdu. İslâmiyete kıymetli eserleriyle hizmet eden büyük âlimlerdendir. Asıl ismi Ömer oğlu Mes'ud'dur.

SADED HARİCİ Konuşulan mevzudan dışarı çıkmak. Hududdan dışarı çıkmak.

SADEDİL f. Kalb sâfi, derin mes'elelere aklı ermeyen insan. Temiz kalbli olup, kolayca aldatılabilen kimse.

SADEDİLÂNE f. Saflıkla, bönlükle.

SADEDİLÎ f. Bönlük, saflık.

SADEF Deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. * Sert, parlak ve şeffafa yakın madde. İnci kabuğu.

SADEFÇE f. Küçük sadef.

SADEF (SUDUF) Yüksek büyük dağ. * Her yüksek nesne. * Devenin her dört ayağı. * Bir yöne ğilmek.

SADEFE (C.: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu. * Kulak içi.

SADEGÎ f. Sâdelik, süssüzlük, düzlük.

SADEGÎ-İ İFADE İfade sadeliği.

SADEGÎ-İ LİBAS Giyim sadeliği.

SADELEVH Saf, bön.

SADEMAT (Sadme. C.) Vuruşlar, patlamalar. * Ansızın başa gelen belâlar.

SADERU (C.: Sâderuyân) f. Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı.

SADGUNE f. Çeşitli. Yüz türlü.

SADH Horozun ötmesi.

SADHA Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı.

SADHEZAR f. Yüzbin.

SADHEZARÂN Yüzbinlerce.

SADIH Kavi, sağlam, kuvvetli.

SADIHA Teganni eden.

SADIK(A) Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst.

SADIK-UL KAVL Doğru sözlü.

SADIK-UL KELÂM Doğru söyleyen. Doğru konuşan. Sözü doğru.

SADIK-UL VA'D Va'dinde duran, söz verdiği şeyi yerine getiren, ahdine sâdık olan. Cenab-ı Hak.

SADIKAN f. Sâdıklar, sâdık dostlar.

SADIKANE f. Sâdık kimseye yakışır şekilde. Sadakatle.(...Hem o delil-i sâdık ve musaddak madem umum enbiyanın fevkinde binler mu'cizât ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cin ve inse şâmil bir davet sâhibi olduğundan elbette umum enbiyanın reisidir. Öyle ise umum enbiyanın mu'cizatlarının sırrını ve ittifaklarını câmidir. Demek bütün enbiyanın kuvvet-i icmaı ve mu'cizatlarının şehadeti, Onun sıdk ve hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder. M.)

SADIKIYYET Sâdık oluş, sâdıklık.

SADIR Sudur eden, çıkan, meydana gelen.

SA'D-I TAFTAZANÎ (M. 1322-1389) Horasan'da doğmuş büyük bir İlm-i Kelâm âlimidir. En meşhur eseri, "Makasıd" adlı kelâm kitabıdır. (Bak: Sa'deddin-i Taftazanî)

SA'DÎ (M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır. (Bak: Sa'di-i Şirazî) * Saadete, uğura mensub.

SADİ' Sabah vakti. * Koyun ve deve bölüğü. * Yedi günlük oğlan.

SA'Dİ-İ ŞİRAZÎ (Hicrî: 587-691) Şiraz'da doğdu. 30 yıl ilme, 30 yıl seyahate, 30 yıl da inzivada ibadetle çalıştı. En meşhur eserleri Bostan ve Gülistan adındaki ahlâkî ve imanî kitaplarıdır.

SADİC Nakışı olmayan, nakışsız. * Çıplak. * Temiz, pak.

SADİD Tıb: Yaradan akan sarı su. İrin.

SADİDEL Yaprağı katmerli olan gül.

SADİG Zayıf.

SADİH Erkek baykuş.

SADİHA Bulutun kat kat olması.

SADİK Çok sâdık, içten ve dıştan sadakatlı dost. Doğru sözlü.

SADİK-I AHMAK Ahmak dost.

SADİK-I KADİM Eski dost.

SADİN (C.: Sedene) Kapıcı. Perdedar. * Kâbe hizmetçisi.

SADİR Şaşan, hayrette kalan.

SADİS(E) Altıncı. (6.)

SADİS-AŞER Onaltı. Onaltıncı.

SADİSEN Altıncı olarak.

SADK Akmak, seyelan.

SADK Berk, sağlam, muhkem süngü.

SADM Def'etmek, kovmak. * Güç işe giriftar etmek.

SADME Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. * Birden bire patlama. * Ansızın başa gelen musibet.

SADPARE f. Yüz parça. Parça parça olmuş.

SADR Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi. * Kalb, göğüs, ön. * Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer. * Rücu. * Bir aruz kalıbı. * Baş, reis, başkan. * Oturulacak yerlerin en iyisi.

SADR-I ÂLİ Vezirlerin veya vekillerin başkanı. Sadrâzam.

SADR-I AZAM Baş vezir, padişahın vekili, başvekil.

SADR-I İSLÂM Baş vezir, padişahın vekili, başvekil.

SADREYN Rumeli ve Anadolu kazaskerliği.

SADRGÂH f. Tam orta yer. * En mühim yer.

SADRÎ (Sadriye) Göğüsle ilgili, göğüse ait.

SADRNİŞİN f. Bir toplantıda baş sedirde oturan.

SADSAL f. Asır, yüzyıl.

SADTU(Y) Çok katlı, yüz katmerli.

SADUK Çok sâdık.

SADUKAT Mehir. Evlenirken erkeğin kadına vereceği para. (Bak: Mehr)

SADY Taarruz eden kimse. * Bedeni, endamı hoş olan. * Dimağ. Başın içini dolduran haşev. * Ölü insan cesedi. * Baykuş.

SAET Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde.

SAF (SÂFİ) Katışıksız, berrâk, temiz. * Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz.

SAF (Bak: Saff)

SAF Tüylü ve yünlü hayvan.

SAF' Sille vurmak, tokat atmak.

SA'F Bir şarap cinsi.

SAF Bir adam boyu yüksekliğindeki duvar.

SAFA Gönül şenliği, eğlence. * Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak. * Hava açık ve ayaz olmak. * Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi.

SAFA-YI GÜLŞEN Gülşen safası. Gül bahçesi eğlencesi.

SAFA-YI SADR f. Gönül şenliği, kalbin itmi'nan ve sevinç içerisinde olması, meserret üzere olmak.

SAFA Yüzü beyaz olan düz taş.

SAFA-BAHŞ f. Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden.

SAFA-CU (C.: Safacuyân) f. Rahat ve eğlence arıyan.

SAFA-ENGİZ Safa koparan. Neşe, sevinç yapan.

SAFAHAT (Safha. C.) Safhalar. * İstiklâl Marşı şâiri Merhum Mehmed Akif'in manzum eserinin adı.

SAFAİH (Safiha. C.) Düz şeyler. Levhalar.

SAFAK Yeni kırba içine konulmuş su.

SAFAK Kıllı derinin altında olan ince deri.

SAF'AN (C.: Safâıne) Sille vurulmuş kişi.

SAFAPERVER f. Safa veren. İç açan, safalı.

SAFARE Zurna.

SAFAYAB f. Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş.

SAFBESTE Saf bağlamış, saf olmuş.

SAFBESTE-İ HAREKET Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.

SAFD Yağlamak. * Sağlamlaştırmak, muhkem etmek.

SAFDERUN f. Safi, içi temiz, kolay aldanabilen.

SAFDERUNAN (Safderun. C.) f. Kalbi temiz, içi saf olanlar.

SAFDERUNANE f. Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette.

SAFDİL f. Saf, ahmak, bön, kolay aldatılan kimse.

SAFDİLÂNE f. Bönlükle, saflıkla. Safdillikle.

SAFE (C.: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş.

SA'FE Çocuğun başında çıkan çıban. * Kel.

SAFED (C.: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ. *Atâ, bahşiş, hediye.

SAFEN (C.: Esfan) Haya derisi.

SAFER (C.: Esfâr) Boş ve hâli olmak. * Arabi aylardan ikincisi. * Karın içinde durabilen bir yılanın adı.

SAFEVİLER DEVLETİ (1499-1737) Safeviler adında bir hanedana mensub olan Şah İsmail'in kurduğu bir devlettir. İran'da kurulmuş olan bu devlet şii idi. Osmanlılarla münasebetleri iyi değildi. Çaldıran'da 1514'de Yavuz Sultan Selim tarafından büyük bir mağlubiyete uğratıldılar. Nihayet 1737'de bir ayaklanma neticesinde Afganistan padişahı Nadir Şah tarafından ortadan kaldırıldılar.

SAFF Bir sıra dizilmiş şey, bir şeyi sıra ile uzun uzadıya dizmek. * Câmide cemâatın sırası.

SAFF-I EVVEL İlk saf, birinci saf. * İlk sahabeler. * Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri.

SAFF SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir.

SAFFAT (Saff. C.) Saf olanlar, saf yapanlar.

SAFFAT SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 37. suresidir. Mekkîdir.

SAFFAT (C.: Sıfâ-Esfâ-Sufâ) Düz kaygan taş.

SAFF-BESTE f. Saf bağlamış, saf olmuş.

SAFF-DER (C.: Saff-derân) f. Düşman saflarını yaran yiğit.

SAFF-DERÂNE f. Yiğitçesine.

SAFFEYN İki sıra. * Muharebede karşılaşan iki taraf.

SAFF-SAFF Dizi dizi. Sıra sıra.

SAFF-ŞİKAF f. Düşman saflarını yararak bozan yiğit.

SAFF-ZEN f. Düşman saflarını vurup yaran yiğitler.

SAFH Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme. * Bir şeyin bir tarafı. * Bir şey içirme. * Yüz çevirme.

SAFHA Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri. * Yazılmış ve yazılabilir sahife.

SAFİ Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. * Bozuk olmayan. Hâlis.

SAFİF Kuru ot.

SAFİH Gökyüzü, semâ. * Yassı veya düz olan şey.

SAFİH Men eden, engel olan.

SAFİHA (C.: Safayih) Yüzün derisi. * Kapı tahtası. * Kâğıdın bir tarafı. * Yassı ve düz nesne. * Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)

SAFİL Sefil olan, düşük ahlâklı ve karaktersiz.

SAFİL Tortu.

SAFİL Alçak yer.

SAFİLE Dip, alt taraf. Bir şeyin aşağısı.

SAFİLÎN Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar. * Aşağı taraflar.

SAFİLİYYET Alçaklık, aşağılık.

SAFİN (C.: Sâfinât) Cins at. * Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at.

SAFİNE (C.: Sevâfin) Yel, rüzgâr, riyh.

SAFİR (Sefir) Sefere çıkan. * Elçi. * Kâtib.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   135   136   137   138   139   140   141   142   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin