ÜSTAD-I EZELÎ Cenab-ı Hak. Bütün ilim ve bilgilerin, marifetlerin öğreticisi. Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Ezelî.(... Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdaniyet ve saadet kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir... M.)
ÜSTAD-I KÜLL Herkesin üstadı. Her çeşit ilimde çok ileri bilgisi olan.
ÜSTAD-ÜL BEŞER Beşerin bütün insanlığın üstadı, hocası, daha bilgili ve ârif. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam.
ÜSTADANE f. Üstâda yakışır surette. Ustaca.
ÜSTADÎ f. Üstadlık, ustalık.
ÜSTAH f. Edebsiz, hayasız, utanmaz kimse.
ÜSTAM f. Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. * Gümüş veya altından yapılmış üzengi, at eyeri.
ÜSTİBAH Masura.
ÜST PERDEDEN BAŞLAMAK Ağız bozmak, sert konuşmak.
ÜSTUN f. Direk. Sütun.
ÜSTUR f. At, katır davar gibi dört ayaklı hayvan.
ÜSTURE Edb: Efsane, uydurma hikâye demek olan "esâtir" kelimesinin müfredidir.
ÜSTÜHAN f. Kemik.
ÜSTÜHANPÂRE Kemik parçası.
ÜSTÜKUS (C.: Üstükusât) Cevher, madde, asıl. * Geometri.
ÜSTÜMM (C.: Esâtim) Deniz suyunun toplandığı yer.
ÜSTÜMME Orta, vasat.
ÜSTÜRE f. Ustura.
ÜSTÜVANE Geo: Silindir. Direk şeklindeki sütun. İçi boş direk şekli.
ÜSTÜVAR f. Kuvvetli, dayanıklı, sağlam, muhkem. * Güvenilir, itimad edilir.
ÜSTÜVARİ f. Sağlam, kuvvetli, emniyetli.
ÜSUN Suyun tad ve renginin değişmesi. * Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi.
ÜSÜR Yara izi. * Kılıcın rengi ve cevheri.
ÜSVE(T) Beraberlik. * Halka reis olmak. * Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib. * Nümune ve örnek tutulacak olan insan.
ÜŞABE Irkı, nesebi karışık adam. * Karışık cemaat. * Rüşvet ve hırsızlık gibi yollarla elde edilen kazanç.
ÜŞBE Kurt, böcek.
ÜŞER Dişlerini birbirine sürüp keskinleştirmek.
ÜŞGULE Uğraşılacak iş. Meşguliyet.
ÜŞGUR f. Oklu kirpi.
ÜŞHUB Süt sağılırken çıkan ses.
ÜŞKUFE f. Çiçek.
ÜŞKUH f. Ululuk, büyüklük, şan ü şeref.
ÜŞKÜFTE f. Açılmış çiçek.
ÜŞKÜR Mest içine dikilen astar.
ÜŞNE Yosun.
ÜŞTÜLÜM f. Kavga, gürültü.
ÜŞTÜLÜMKÂR f. Kavgacı, gürültücü.
ÜŞTÜR f. Deve.
ÜŞTÜRBÂN f. Deveci.
ÜŞTÜRDİL f. Kinci, fesatçı, hasedçi.
ÜŞTÜREK f. Dalga. Mevc.
ÜŞTÜRGAV f. Zürafa.
ÜŞTÜRHU f. Deve huylu. Kinci, hased eden.
ÜŞTÜRMURG f. Deve kuşu.
ÜTAM Sidik tutulması. İdrar tutukluğu.
ÜTRUR Subaşı oğlanı.
ÜVAM Susuzluk.
ÜVERA' Ateş ve güneş harareti. * Susuzluk harareti.
ÜVEYL Çığlık, vâveylâ.
ÜVEYS-EL KARANÎ Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u canı ile bağlı kalmıştır. Sıffîn Muharebesinde Hz. Ali'nin (R.A.) askerleri arasında şehid düşmüştü. (Hi: 37) Veys diye de anılır.
ÜVEYSÎ (Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz almak tarzı.
ÜYEL (C: Eyâyil) Dağ keçisi.
ÜZANİ Kulakları büyük olan adam. (Merkepten kinaye olarak söylenmiştir.)
ÜZEYR (A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.
ÜZFUR (C.: Ezfâr-Ezâfir) Tırnak.
ÜZLUFE (C.: Ezâlif) Sarp kayalı yer.
ÜZN Kulak. İşitme organı.
ÜZN-Ü DÂHİLÎ İç kulak.
ÜZUF Yakın olmak, yaklaşmak.
VA f. "Arkada, geri" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapar.
VA "Vah, yazık" meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada "edât-ı nüdbe" denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar bâzan şiddet ve te'yid için tekrar edilir.
VA' Çakal.
VAAD (Bak: Va'd)
VAAZ (Bak: Va'z)
VA'B Ulaştırmak, vardırmak. * Toplamak, cem'etmek.
VABESTE f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan.(Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. M.)
VABİL Yağmur. İri katreli yağmur.
VÂCİB (Vücub. dan) (C.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit olmamakla beraber, her halde pek kuvvetli bir delil ile sâbit bulunan şeydir. (Vitir ve Bayram namazları gibi.) * İlm-i Kelâm'da: Varlığı zaruri olup, olmaması imkânsız bulunan.
VÂCİB-ÜL İFA İfa edilmesi lüzumlu olan. Yapılması gerekli olan.
VÂCİB-ÜL VÜCUD Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.(Vâcib-ül vücuddur, yâni; O'nun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir. Zevali muhaldir. Tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud O'nun vücuduna nisbeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. M.) (Bak: Kıyam-ı binefsihî, Vücud)
VÂCİBÂT (Vâcibe. C.) Yapılması lüzumlu olan şeyler. Vâcib olan şeyler.
VÂCİBE Yapılıp yerine getirilmesi vâcib derecesinde lüzumlu olan şey.
VACİD(E) Vücuda getiren. * Varlıklı. Fâtır. Gani ve zengin. * Mevcud olan.
VACİFE Muztarib olan. Istırab çeken. Korkan. * Sallana sallana yürüyen.
VACİZ(E) Kısa.
VA'D Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus. Bir şeyi yapmak veya bir şey için söz vermek va'ddır. Hayır işlenecek iş için masdar "va'd" veya "vaide" dir. İşlenecek şey şer ise; ev'ide denir. Masdarı "Îâd: $ " dır. Va'd hayırda, îâd ve vaîd şerde kullanıldığına göre; vaîd: $ masdarı şerre niyet ettiğini, korkulacak iş işleyeceğini haber vermekle korkutmaktan ibarettir.
VAD f. Oğul.
VADADE f. Reddolunmuş, geri çevrilmiş. Merdud.
VA'DE Bir iş için önceden belli edilen zaman. Bir işi te'hir etmek, sonraya bırakmak için olan belli vakit. * Ecel.
VADİ İki dağ arasındaki uzun çukur. Dere. Bir nehrin aktığı yer. Nehir yatağı. * Yol, tarz, usül. * Saha.
VADİ-İ HÂMUŞAN Kabristan, mezarlık.
VADK Yağmur damlamak. * Alışmak. * Yağmur. * Genişlik. * Kolaylaştırmak, yakın olmak.
VA ESEFA Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık!
VÂFİ(YE) (Vefâ. dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter. * Sözünün eri. * Va'dini mutlak yerine getiren Cenab-ı Hak.
VÂFİ VE KÂFİ Bol bol yeter.
VAFİD (C.: Vüffed - Evfâd - Vüfud) Elçi, temsilci.
VAFİH Kilise kayyımı.
VAFİR(E) (Vefret. den) Bir çok, bol, çok. * Edb: Aruz kalıplarından bahr-ı rabi'nin ismidir.
VAFTİZ (Vaftis) (Rumcadan) Hristiyanlarca çocuğun ve hristiyanlığa yeni girenin dine girme şartı sayılan, suya sokma merasimi. (Bak: Ta'mid)
VAGD Tamahkâr, cimri, hasis. * Alçak, bayağı, âdi.
VAHA Çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer.
VAHAL (C.: Evhâl, vuhul) Bataklık, batak çamurlu yer. (Bak: Vahl)
VAHAMA (Vahim. C.) Tehlikeli, korkulu ve vahim olan şeyler.
VAHAMET Zor, güçlük. * Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena. * Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu. * Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.
VA HASRETA Vah vah! Ne yazık ki! (Teessür bildirir.)
VAHAT Çöl ortasında yeşillik ve suyu olan yerler. Vâhalar.
VAHAYFA Eyvah, yazık.
VAHDANÎ Allah'ın birliği ile alâkalı.
VAHDANİYET Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir.
VAHDEDDİN (Aslı: Vahîdüddin, fakat Türkçede Vahdeddin şeklinde telâffuz edilir.) (Bak: Vahîd) Osmanlı Padişahlarının sonuncusu ve otuzaltıncısının adıdır. (Mi: 1861-1926) Zeki, dirayetli ve dindardı. Osmanlılar ve İslâm âlemi için bir felâket işareti olan Sevr Muahedesini imzalamadı. Osmanlı ordusu olarak emrine bırakılan yegâne taburu Ayasofya Câmii etrafında sipere sokup câmiye çan takmak isteyenlere "Ateş edin" diye emir vermişti. İtimad ettiği paşaları Anadolu'ya gönderip Milli Kurtuluş hareketini hazırlamıştı. Böyleyken İtalya'da vefat etti ve sonra Şam'da Sultan Selim Câmii kabristanına defnedildi. (R. Aleyh)
VAHDET Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.) * Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması. * Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.(Yüsr-ü vahdet; yâni birlik usulüyle bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan işler; gayet derecede kolaylık veriyor. Müteaddit merkezlerde, müteaddit kanuna, müteaddit ellere dağılsa müşkilât peyda eder. M.)
VAHDET-ÜL VÜCUD (Vahdet-üş şuhud) Her yerde ve herşeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hali ve yaşayışıdır. (Bu mesele hakiki olarak ancak veraset-i nübüvvet muhakkikleri olan müceddid ve asfiyaların tarifleriyle anlaşılabilir.)(Aziz kardeşim;Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes'eleye dair Otuz Birinci Mektubun bir Lem'asında, Hazret-i Muhyiddin'in bu mes'eledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:Bu mes'ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telâkki edilir. (Hâşiye) Öyle de: Vahdet-ül vücud mes'elesi gibi hakaik-ı ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telâkki edilir ve üç mühim zarar verir:Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken; avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlude olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, mâsivâ-yı İlâhînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref'ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsiyle ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlik'ı bir derece unutmak cihetiyle; bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi el-iyazübillâh öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren serâdan Süreyya'ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Alâ'ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma'dum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad'den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş'a çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi, diyebilir: "Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak'tan işitebilirsin." Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arş'a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, "Kulak ver, herkesten Kelâmullah'ı işitirsin." desen, mânen Arş'tan ferşe sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur! L.)(Haşiye): Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırr-ı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telâkki edilmiştir.
VAHDET-ÂRÂM f. Dinlendirici, rahat yer.
VAHDET-GÂH f. Yalnız kalınacak yer.
VAHDET-GÜZİN f. Yalnızlığa çekilen.
VAHDET-NÜMÂ Vahdet gösteren, birlik ifade eden.
VAHHABÎ (Bak: Vehhabî)
VAHİ Mânâsız, saçma. Ehemmiyetsiz. * Ahmak. Düşkün. Zaif.
VAHİYÂT (Vâhiye. C.) Mânasız, faydasız ve ehemmiyetsiz şeyler.
VÂHİB (Vâhibe) Bağışlayan, veren, ihsan eden, hibe eden.
VÂHİB-ÜL ATÂYÂ Hediyeler bağışlayan. Bağışlar ihsan eden. (Cenab-ı Hak (C.C.)
VÂHİB-ÜL HAYAT Hayatı bağışlayan, hayat veren Allah (C.C.).
VÂHİD Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.
VÂHİD-İ İ'TİBARÎ Hakikatta olmayıp varlığı farazî olarak kabul edilen bir şey. Varlığına itibar edilen şey. (Ağırlık için kilo, uzunluk için metre bir vâhid-i itibarîdir.)
VÂHİD-İ KIYASÎ Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir.
VAHÎD Yalnız, tek. * Hz. Peygamber'in de (A.S.M.) bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan (meâlindedir).
VAHÎD-ÜD DEHR (Vahîd-üz zaman) Zamanın, devrin eşi bulunmaz tek insanı.
VÂHİDEN Vâhid olarak. Tek olarak.
VÂHİDİYYET Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) umum eşyada birden birlik tecellisi.(Vâhidiyyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır, demektir. Ehadiyyet ise, herbir şeyde Hâlık-ı Küll-i Şey'in ekser esması tecelli ediyor demektir. Meselâ: Güneşin ziyası bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde Güneş'in ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zihayatta ve bilhassa herbir insanda o Sâni'in ekser esması tecelli ettiği cihetle ehadiyyeti gösterir. M.) (Bak: Ehadiyyet, Rahmaniyyet, Rabb-ül erbab)
VAHİM Ağır. * Sonu tehlikeli. Çok korkulu. * Hazmı güç olan. Zararlı veya faydalı olmayan yemek.
VAHİM(E) (Vehm. den) Vehmeden, kuran, kuruntulu.
VAHİME Vehim veren, vesvese veren.
VAHİN Zayıf kimse.
VAHİNE İyeği kemiklerinin kısaları.
VAHİR İğne. * Diken.
VAHİY Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi. * Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir. * Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve hakaikı Peygamberan-ı Zişanına rüya, ilham, kitap, irsal-i melek yollarından biriyle Cenab-ı Hakk'ın bildirip ifham buyurması demektir.(Vahiy ve ilhamın farkları: Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekserisi melâike vasıtası ile ve ilhamın ekserisi vasıtasız olmasıdır. Meselâ: Nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyyet-i umumiyye haysiyetiyle bir yâverini bir vâliye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir.İkincisi: Sultanlık ünvanı ile ve padişahlık umumi ismiyle değil, belki kendi şahsı ile hususi bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyyetiyle, hususi telefonu ile hususi konuşmasıdır. Öyle de Padişah-ı Ezelî'nin umum âlemlerin rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanı ile vahy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamları ile mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zihayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle hususi bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise; gölgelidir, renkler karışır, umumidir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit, hem pekçok envaiyle denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. Ş.)(Vahiy iki kısımdır:Biri: "Vahy-i Sarihî" dir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadis-i kudsiye gibi.İkinci kısım: "Vahy-i Zımnî" dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder; veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadiyle yaptığı tafsilât ve tasviratı ya vazife-i risalet noktasında ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.İşte her hadiste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvi âsârı aranılmaz. Mâdem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette O'na vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve teârüf-ü umumi cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasıl ki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevap geldi ki: "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin te'vilini gösterdi. M.)
VAHİYE (Bak: Vahi)
VAHL Sıvı çamur. Balçık. Tîn-i rakik.
VAHL-GÂH f. Bataklık.
VAHŞ (C.: Vuhuş - Vahşân) İnsandan kaçan, yabani ve ürkek hayvan. * Tenha ve ıssız yer.
VAHŞÂN (Vahş. C.) Issız, tenha yerler. * Yabani hayvanlar.
VAHŞET (Vahş - Vahiş) Yabanilik. * Issızlık, tenhalık. * Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik. * Tenha, ıssız, korkunç yer. * Elbise ve silâhını çıkarıp atmak. * Aç kimse.
VAHŞET-ÂBÂD f. Issız, korku ve ürkeklik veren yer.
VAHŞET-ÂGİN Çok ıssız, korkulu yer, korkunç.
VAHŞET-ÂMİZ f. Vahşetle karışık.
VAHŞET-ÂVER f. Korku veren, ürküten.
VAHŞET-ENGİZ f. Korkulu.
VAHŞET-GÂH f. Korku yeri. Issız yer.
VAHŞET-NÂK f. Korku veren yer. Issız ve korkulu yer.
VAHŞET-ZÂR f. Yabani, ıssız yer.
VAHŞİ(YE) Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan. * Merhametsiz, duygusuz. * Ürkek, korkak.
VAHŞİYÂNE Vahşice. Vahşiye yakışır şekilde.
VAHŞUR f. Peygamber, nebi.
VAHY (Bak: Vahiy)
VAHY-İ MAHZ Kuvvetli ve sarih mertebede olan vahiy. Sırf vahiy olup, içinde Allah'ın bildirdiğinden başka bir şey katılmamış vahiy.
VAHY-İ SARİHÎ Hem sözü, hem mânası tam vahiy olan. (Âyetler ve kudsi hadisler gibi) Resul-ü Ekrem burada sırf tebliğ edendir. Müdahalesi yoktur.
VAHY-İ SEMAVÎ Beşerin düşünerek yapmasına inkân olmayan, Allah (C.C.) tarafından melek vasıtasıyla Peygambere gönderilen vahiy.
VAHY-İ ZIMNÎ Mücmel ve hulâsası vahye ve ilhama istinad eden; tasvirât ve tafsilatı Resul-ü Ekrem'e (A.S.M.) âit olan vahiydir.
VAHZ Sivri bir şey batırarak acıtma. * Çimdikleme. * Isırma. * Sokma.
VAÎ (C: Vuât) Hâfız.
VAÎD İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak. * Cehennemi haber vermek. (Bak: Va'd)
VAİF Davar yürüdüğünde karnından işitilen ses.
VÂİZ Nasihat veren. Dinî mes'eleler üzerinde öğüt veren.(Ben vâizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum:Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için; isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna' lâzım iken ihmal ediyorlar.İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden muvazene-i Şeriatı muhafaza etmiyorlar.Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan hale mutabık, yani ilcâat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler; güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.Hâsıl-ı kelâm: Büyük vâizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i Şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i mukni' olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcâat-ı zamana muvafık söz söylesi ve mizan-ı Şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır. İk. M.) (Bak: Hissiyat)
VAİZÎN (Vâizûn) Vâizler. Halka nasihat verenler.
VAJGUN (Vâjgune) f. Ters, tersine dönmüş. Uğursuz.
VAK' Ağırbaşlılık. Ağırlık. * Yüksek yer.
VA'K Sıtma ve harareti.
VAK' Yüksek mekân. * Etki, tesir. * Düşmek.
VA'K(A) Yaramaz huylu kişi.
VAK'A Hâdise. Olup geçen şey. Mes'ele. * Birini bir defada yere düşürmek. * Muharebe. * Vuku bulan.
VAK'A-İ HAYRİYE Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve bu sebeple bu tabir meydana gelmiştir. (O.T.D.S.)
VAKA' Yufka bulut. * Taş. * Yerin taşlı olmasından ayak incinmek. * Cefa, eza. * Vurma, darp.
VAKAD Alevlenen ateş.
VAKAD (Ateş) yanmak ve tutuşmak.
VAKAH Katı yüzlü, utanmaz, hayırsız kimse. * Sağlam ve sert tırnak.
VAKAHAT Arsızlık. Utanmazlık. Katı yüzlülük. Açıklık ve saçıklık. * Pek sağlam ve metin.
VAKAHET (Vakhe) İbadet, taat. * Bir adamın sözünü dinleyip itaat ve imtisal etmek, ona uymak. * Bir şeyi bırakıp feragat etmek. * Büyük papaz olmak.
VAK'A-NÜVİS f. Osmanlı İmparatorluğu devrinde, zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeli olan resmi devlet tarihçisi.
VAKAR Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Nâmusu muhafazayı mucib haslet. Temkinlilik. Azamet ve izzet.
VAKAS Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler. * İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar.
VAKAYİ' (Vak'a. C.) Vâki olup zuhur eden hususlar. * Kıtaller. Öldüresiye vuruşlar.
VAKB (VÜKUB) Duhul etmek, dâhil olmak, girmek. * Kaybolmak.
VAKD (Vakdân) Ateşin yanması, tutuşması.
VA'KE Cenk yeri, dövüş alanı.
VAKF Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak. * Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek. Menfaatı hayır nevilerinden birisine âit olmak üzere bir mülkü ilelebed vermek. * Tecvidde: Durmak ve durdurmak mânalarına gelerek, nefesle beraber sesin kesilmesine denir. Yâni: Kur'an-ı Kerimi tilâvet ederken herhangi bir kelime üzerinde bir müddet sesi kesip, nefes alarak dinlenme halidir.
VAKF-I HAYAT Hayatını vakfetme. * Ömrünü tamamen din hizmetine vermek.
VAKFE Bir hareketin geçici olarak durdurulması. * Durak. Durulacak yer. * Hacıların Hac esnasında Arafat'taki tevakkufları olup, eda etmeğe mecbur oldukları şartlardan birisidir.
VAKFE-İ HAYRET Hayret duraklaması.
VAKFEGÂH f. Durak yeri.
VAKFETMEK Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak. * Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.
VAKFÎ Vakfa âit, vakıfla alâkalı.
VAKFİYE Mülkün vakıf olmak keyfiyyeti.
VAKH (VEKAHE) Taat, ibadet.
VÂKIA' Vuku bulmuş, olmuş, var olan mevcud bir hâdise. * Olan olmuş. * Rüya, düş. * şiddetli hâdise. * Meşakkat, musibet. * Kıyamet. * Cenk, savaş.
VÂKIA SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 56. suresidir. Mekkîdir.
VÂKIÂT (Vâkıa. C.) Vâkıalar. Baştan geçen hâdiseler.
VÂKIF Bilen, haber sahibi. Aşina. Bir işten iyi haberi olan. * Vakfeden. * Duran, ayakta duran.
VÂKIF-I AHVAL Durumdan haberli olan, işlere vâkıf bulunan.
VÂKIF-I ESRAR Gizli şeyleri, sırları bilen.
VÂKIFANE f. Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle.
VAKIYYE Dörtyüz dirhemlik tartı.
VÂKİ' Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan. * Geçmiş olan, geçen.
VÂKİ-İ HÂL Hâlin hakikatı, o işin hakikatı.
Dostları ilə paylaş: |