Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə40/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   181

EMR İş buyurma. * Buyurulan şey. * Madde, husus, hâdise.

EMR-İ ADEMÎ Olması mümkün olan birşeyin sebeblerinden bir veya birkaçını yapmamakla o şeyin olmamasına sebep olmak.

EMR-İ Bİ-L-MARUF, NEHY-İ ANİL-MÜNKER Dinin emirlerini, Kur'âni ve İslâmi hakikatleri neşretmek ve bildirmek, men'edilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslâmi hususları emretmek ve teşvik etmek, kötülüğü men'edip yaptırmamağa sevketmek. (Fakat bu kudsi vazifeyi âdabına itaat ve riâyet ederek ifâ etmek lâzımdır, zirâ bu itaat da dinimizin emirlerindendir.)

EMR-İ HAK Hakk'ın emri, Allah'ın emri. Ölüm.

EMR-İ HÂS Hususi emir. Belli bir şahsa verilen emir. Özel ve belli bir iş.

EMR-İ İLAHÎ Allah'ın emri. Mc: Ölüm.(Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâisi, emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiyye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya âit fâideler ve menfaatlar, o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hâsiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve fâidesi bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibendî'yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i, o fâidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O fâideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki, o fâideler o evrâdların illeti olamaz; ve ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O fâideleri düşünüp, şevke gelip, evrâdı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şüpheye düşer, hatta inkâr da eder. M.N.)

EMR-İ İSTİHBABÎ Müstehab veya sünnet olan vazife.* Sevdirmek için verilen emir. * Muhabbetin gereği olarak yapılması gereken iş.

EMR-İ İ'TÂ Verme emri. Verilme emri.

EMR-İ İTİBÂRÎ Hakikatta, hariçte vücudu olmayıp, var kabul edilen emir, iş. (İnsanın fiilleri, kesbi gibi.) (Bak: İtibâri)

EMR-İ KÜFRÎ İmansızlığa ait bir iş ve bir husus.

EMR-İ KÜN "Kün" emri. Cenâb-ı Hakk'ın verdiği "Ol" mânasına gelen "Kün" emri. Allah (C.C.) bir şeye "Ol" diye emretse, (Yani, "Kün" dese) o şey derhal olur. (Yâni, "Fe Yekun")

EMR-İ MAAŞ Geçinme işi ve hususu. Hayat ihtiyaçları.

EMR-İ MÜŞKİL Zor iş, müşkil emir.

EMR-İ NİSBÎ Kıyas ile olan emir. Öncekilerine veya diğerlerine göre olan iş veya emir veya hâdise. İllet-i tâmme istemiyen ve vücud-u haricisi bulunmayan emir.

EMR-İ TEKVİNÎ Yaradılışa ait İlâhi kanun ve nizam. Tekvine dair işler, hâdiseler, maddeler. Fıtri kanunlar ve Âdetullahın tazammun ettiği emirler. (Meselâ ilmin i'tâsı, mânen ameli emrediyor. Zekânın i'tası ilmi emrediyor. İstidadın bulunması zekâyı, aklın verilmesi ma'rifetullahı, kudretin verilmesi çalışmayı, cesaretin verilmesi cihadı mânen ve tekvinen emrediyor. İ.İ.)

EMR-İ VÂKİ' Beklenilmeyen iş, sürpriz. Zorlayıcı bir baskı ile bir işi yapmaya mecbur etmek.

EMRAN (Mern. C.) Kürkler, mernler, hayvan derileri, postları.

EMRAZ (Maraz. C.) Hastalıklar. Marazlar.

EMRAZ-I AKLİYE Akıl hastalıkları.

EMRAZ-I ASABİYE Sinir hastalıkları.

EMRAZ-I AYNİYYE Göz hastalıkları.

EMRAZ-I DAHİLİYE Dahilî hastalıklar, iç hastalıkları.

EMRAZ-I EFRENCİYE Frengi hastalıkları, efrenci marazları.

EMRAZ-I İNTANİYYE Mikroplu ve ateşli hastalıklar.

EMRAZ-I KALBİYE Kalb hastalıkları.(Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulum-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevi olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevkeder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye mübtelâ olur!.. M.N.)

EMRAZ-I NİSAİYE Kadın hastalıkları.

EMRAZ-I SÂRİYE Geçici, bulaşıcı, sâri hastalıklar.

EMRE Ak gözlü, beyaz gözlü.

EMRED Henüz tüyü bitmemiş, sakalı gelmemiş olan genç.

EMREŞ şerli, kötü kimse.

EMRET Kaşının kılı dökülmüş kimse. * Yeleksiz ok.

EMRÎ (Emriye) Emirle ilgili, emre ait.

EMS Dünkü gün.

EMSAH Yürürken uylukların birbirine sürtmesi.

EMSAL (Misâl. C.) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar. * Mat: Kat sayı. * (Mesel. C.) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar.

EMSAR (Mısr. C.) Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar.

EMSEL (Misil. C.) İmtisale şayan olan. Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan.

EMSEN Bevlin akması.

EMSİLE (Misâl. C.) Misaller. Örnekler. * Arapçada fiil tasrifini gösteren kitap.

EMSİYE (Mesâ. C.) Akşamlar, akşam vakitleri. Günün son zamanları.

EMŞAC (Meşc. C.) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık.

EMŞAK Yürürken uylukların birbirine sürtmesi

EMT Yüksek yer. Küçücük tepecikler. * Doldurma.

EMTAR (Matar. C.) Yağmurlar.

EMTEN Pek metin, çok dayanıklı, en sağlam, fazlaca muhkem.

EMTİA (Meta'. C.) Ticaret malları.

EMTİA-İ ECNEBİYE Yabancı memleket malları.

EMTİA-İ TİCARİYYE Tüccar malları.

EMUMİYYE Analık.

EMUN Kuvvetli, dayanıklı deve.

EMVÂC (Mevc. C..) Dalgalar.

EMVÂC-ÜL BİHÂR Denizlerin dalgaları.

EMVAH (Ma'. C.) Sular.

EMVAL (Mal. C.) Mallar.

EMVAL-İ BÂTINA Nakit paralarla, evlerde, mağazalarda bulunan ticaret malları.

EMVAL-İ GAYR-İ MENKULE Bir yerden başka yere taşınamıyan, sabit olan mallar. (Dükkan, ev, tarla...gibi.)

EMVAL-İ MENKULE Bir yerden başka yere taşınabilir, götürülebilir eşya ve mallar. (Masa, karyola, perde, çakı... gibi.)

EMVAL-İ METRUKE Sahipleri olmayan, sahipleri kaybolmuş, sahipsiz mallar. Terkedilmiş mallar.

EMVAL-İ ZÂHİRE Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.

EMVAT (Meyyit. C.) Meyyitler. Ölüler.

EMYA(N) f. Para kesesi, içine para konulan torba, çanta.

EMYAL (Mil. C.) Miller. (Bak: Mil)

EMYAL-İ BAHRİYYE Deniz milleri. 6080 kadem, yani 1852 metreden ibaret olan deniz mesafesi.

EMYUS Anason dedikleri ot. * Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona "tuz taşı" derler.

EMZA Çok te'sirli olan, çok müessir. * Hükmü çok geçen. * Kat'i, şüphesiz.

EMZAH Yürürken uylukları birbirine sürüyüş.

EMZER Katı gönüllü, katı kalbli kimse.

EMZER Karnı büyük olan, şişman.

EMZİCE (Mezc. den) Mizaclar, tabiatlar, huylar, meşrebler.

ENA Ermek, idrak. * Saat.

ENA' Eğlenmek.

ENABİB (Ünbube. C.) Kamış gibi boğum, boğum olan şeyler. İçi boş olan fen âletleri, borular.

ENABİK (İnbik. C.) İnbikler.

ENACİL (İncil. C.) İnciller.

ENADİD Perişan, saçılmış, dağılmış, pejmürde şeyler. Perakende.

ENAET Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket.

ENAFİS (Enfes. C.) En nefis olan şeyler.

ENAHİD f. Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi.

ENAK Ferahlı, sürurlu, neş'eli, sevinçli.

ENAM Halk. Bütün mahlukat.

EN'AM Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar. * Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.

ENAMİL (Enmele. den) Parmak uçları.

EN'AMTE Sen nimet verdin, in'âm ettin (meâlinde).



ENANİYET (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.(Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi, "Ene" dir. Evet "Ene" , zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tuba ile, müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:Ene, künuz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes'eleye dair "Şemme" isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle, insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki:Sâni-i Hakîm, insanın eline emanet olarak Rububiyyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek işaret ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki; o ene, bir vâhid-i kıyâsi olup, evsaf-ı rububiyyet ve şuunat-ı Uluhiyyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyâsi, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazi hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir.Sual : Niçin Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve esmâsının mârifeti, enaniyete bağlıdır?Elcevab: Çünki mutlak ve muhit bir şey'in hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk'ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahim gibi sıfât ve esmâsı; muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz'eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra O'nundur" diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlikının rububiyyetini anlar ve zâhirî mâlikiyyetiyle, Hâlıkının hakiki mâlikiyyetini fehmeder ve "Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın malikidir." der ve cüz'i ilmiyle O'nun ilmini fehmeder ve kesbî san'atçığıyla O Sâni-i Zülcelâl'in ibdâ-i san'atını anlar. Meselâ: "Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş" der. Ve hâkezâ... Bütün sıfât ve şuunat-ı İlâhiyyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir. Demek ene, âyine-misâl ve vâhid-i kıyasî ve alet-i inkişaf ve mâna-yı harfî gibi; mânası kendinde olmayan ve başkasının mânasını gösteren, vücud-u insâniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mâhiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyyetin kitabından bir eliftir ki, o elifin "İki yüzü" var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder: Kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; İcattan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem, onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının mânasını gösterir. Rububiyeti hayâliyedir. Vücudu o kadar zaif ve incedir ki; bizzat kendinde hiçbir şey'e tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizân-ül-hararet ve mizân-ül-hava gibi mizanlar nev'inden bir mizandır ki, Vâcib-ül Vücud'un mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz'an eden ve ona göre hareket eden $ beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın edâ eder ve o ene'nin dürbüniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâki malûmat nefse geldiği vakit, ene'de bir musaddık görür. O ulum, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılâb etmez. Vaktâki ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vâhid-i kıyâsi olan mevhum rububiyetini ve farazi mâlikiyetini terkeder. Hakiki ubudiyetini takınır. Makam-ı "ahsen-i takvim"e çıkar.Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mâna-yı ismiyle baksa kendini mâlik itikad etse; o vakit emanete hiyânet eder. $ altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvat ve arz ve cibal, tedehhüş etmişler; farazi bir şirkten korkmuşlar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel'eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdeta ene olur. Sonra nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâl'in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk'ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer...Evet, nasıl mirî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hâzır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de: "Kendime mâlikim" diyen adam, "Herşey kendine mâliktir" demeye ve itikad etmiye mecburdur.İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları; kâinatın envâr-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse; nefsinde, abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene'nin rengi, şirk ve ta'tildir, Allah'ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene'deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür; göstermez. S.)

ENAR f. Nar meyvesi.

ENASE Demirin yumuşak olması.

ENASİ (Enâsiye) (İnsan. C.) İnsanlar. * Basar, göz.

ENASİYA Bir mürekkeb ilâç.

ENB Horlamak, tahkir etmek. Ayıplamak.

ENBAHUN f. Sağlam, metin, muhkem, tahkim edilmiş yer. * Hisar, kale.

ENBAN(E) f. Yiyecek çantası, heybe. Dağarcık adı verilen deri çanta.

ENBAR f. Yığın, dolu, küme. * Gübre. Ekinlere, kuvvet vermesi için dökülen eski fışkı, hayvan tersi.

ENBAR (Nibr. C.) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, oda.

ENBAŞTE f. Yıkılmış, dağılmış. * Tıkanmış.

ENBAZ (Nebez. C.) Namlar, lâkablar, takma adlar, soyadları.

ENBAZ f. Ortak, şerik, eş.

ENBAZÎ f. Şeriklik, ortaklık.

ENBEL En şerefli.

ENBER Kadın tuzluğu adı verilen ufacık kara yemiş.

ENBERUT f. Armut.

ENBESTE f. Koyulaşmış, katılaşmış, sıvılığını kaybetmiş. * Uyuşmuş, miskinleşmiş insan.

ENBESTE-DEM f. Miskin, uyuşuk kişi. Tenbel, gayretsiz kimse.

ENBİR f. Yaş ve kuru çamur.

ENBİRE f. Üzeri toprakla sıvalı olan damlarda sıvanın altına konulan çalı, saz, talaş gibi şeyler.

ENBİYA (Nebi. C.) Nebiler. Peygamberler (Aleyhimüsselâm.)(Eğer suâl etseniz ki: Bi'set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. "El hükmü lil-ekser" kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer, şerdir; hattâ bi'set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?Elcevab: Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ: Yüz hurma çekirdeği bulunsa... toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücâhede-i hayatiyeye mâruz kaldığı vakit, su-i mizâcından sekseni bozulsa; yirmisi, meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki: "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?" Elbette diyemezsin. Çünki o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan, zarar etmez; şer olmaz. Hem meselâ : Tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibariyle beşyüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa; yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki: "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu?" Hayır öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dörtyüz kuruş fiatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.İşte nev'-i beşer bi'set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücâhede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüzbinlerle enbiya... ve milyonlarla evliya... ve milyarlarla asfiyâ gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nev'inden olan küffarı ve münafıkları kaybetti. M.)

ENBİYA SURESİ Kur'ân-ı Kerim'in 21.suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.

ENBUB f. Minder, döşek, yatak. Döşeme.

ENBUDE f. İstif edilmiş, katlanmış, nizamlanmış, nizama konmuş, devşirilmiş.

ENBUH f. Ziyade, çok, kalabalık. * Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. * Meclis, kurultay. * Kalın, yoğun. * Duvarın yıkılıp dökülmesi.

ENBUŞE Patates gibi yerden çıkarılan şeyler. * Ağaç kökleri.

ENBÛY f. Koklama, koku alma.

ENBUZEN f. Asıl, esas, madde.

ENBÜR f. Ateş veya ocağı karıştırmağa mahsus âlet.

ENBÜRE f. Dere, çay. * Tüyü dökülmüş olan hayvan. * Dolap beygiri. * İşkembe.

ENCAD (Necd. C.) Yüksek yerler, yüce mekânlar.

ENCÂM Son, nihayet, netice.

ENCÂM-I KÂR İşin neticesi, amelin sonu.

ENCAS (Necis. C.) Pisler. Necis şeyler.

ENCERE Gemi lengeri.

ENCİN f. Tane tane, ufak ufak, parça parça. * Sıvacı.

ENCİR(E) f. İncir meyvesi.

ENCUH (Encug) f. Kıvrım. * Buruşmuş, solmuş meyve.

ENCÜM (Necm. C.) Yıldızlar. Necmler.

ENCÜMEN f. Cemiyet. şura. Meclis. Komisyon.

ENCÜMEN-İ DÂNİŞ Akademi. İlim encümeni.

ENCÜMEN-GÂH f. Cemiyet, meclis.

ENDA' Yüksek, yüce, âlâ. * (Nedâ. C.) Nedâlar, çiğler, şebnemler.

ENDAD (Nidd. C.) Benzerler. Emsâller. * Misiller. şerikler, eşler.(Vahdaniyet ve kudret-i İlâhiye bu kadar âyât-ı fiiliye ve kavliyesiyle zâhir ve bâhir iken, buna karşı insanlardan bazıları vardır ki, Allah'a karşı denkler, nazirler tutarlar ki onları Allah gibi severler. Emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allah'a isyan ederler. Şübhe yok ki böyle yapmak gerek Allah'ı inkâr ederek olsun ve gerek olmasın, mâna-yı uluhiyette onları Allaha ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı bu şirki açığa vururlar. Firavunlara, nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, mâbud nâmını vermekten çekinmezler, Rabbimiz, tanrımız derler. Ve hatta İlâhlarının tevellüd ve tevâlüdüne kail olarak onlara aynı cinsten, mâbud payesinde oğullar, kızlar tasavvur ve isnad ederler. Diğer bir kısmı da tasrih etmeden aynı muameleyi yaparlar, onları Allah sever gibi severler, veliyy-i nimet tanırlar, onların muhabbetini mebde-i hareket ittihaz ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını kazanmağa çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.İnsanlar tarafından böyle muhabbet ile mâbud pâyesi verilen endâd o kadar çeşitlidir ki; bir taş, bir mâden parçasından, bir ot, bir ağaçtan tut, tâ, yıldızlara, ruhlara, meleklere kadar çıkar.Filvaki servet, haşmet, kuvvet, câh u ikbâl, güzellik, hüsün gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi seven ve onun uğrunda herşeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu nokta-i şirkin putperestlik esasını, beşeriyetin en büyük yarasını teşkil eder.Hasılı, reislerini ve büyüklerini Allah sever gibi sevenler ve onları, Allahın emirlerine muhalif olan emirlerini dinliyerek Allah'a isyan edenler; bunları Allah'a nazir ve emsâl kabul etmiş olurlar ki, bütün putperestlik esası, bu muhabbet tarzındadır. E.T.) (Bak: Put, Sanemperest)

ENDAD Ü EZDAD Benzerler ve zıtlar.

ENDAHT (Endâhten. den) f. Atmak. İlka etmek. * Silâh boşaltmak.

ENDAHTE f. Terkedilmiş, bir tarafa atılmış. Bırakılmış.

ENDAM f. Beden. Vücud. * Vücudun tenasübü. Vücudun görünüşü. * Letafet. İntizam ve üslub.

ENDAM-I MEVZUN Düzgün endam, düzgün beden.

ENDAMÎ f. Vücuda uygun, bedene münasib, biçimli.

ENDAR f. Baştan geçen bir olay, vakıa, sergüzeşt, hikâye, kıssa.

ENDAVE f. Sıvacı malası. * Şikâyet.

ENDAYİŞ f. Yaldızlama, sıvama.

ENDAYİŞGER f. Yaldızcı, sıvacı.

ENDAZ f. Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz $ : Dehşet verici, korkutucu.

ENDAZE f. Ölçü, mikyas. * Arşının bez, basma vesâire ölçmeğe mahsus küçük cinsi. (60 cm.dir) * Tahmin, takdir. * Derece, mertebe. * Mc: Hesap.

END-BEND f. Utanmış, mahcub. * Boğum boğum, kısım kısım, parça parça.

ENDEK f. Az, kalil. * Yaşı küçük, küçük yaşlı.

ENDEME f. Mazideki sıkıntıları hatırlama, geçmişdeki ıztırabları tahattur etme.

ENDER (Nâdir. den) Çok az, pek az bulunan, daha nâdir. * (C.: Enâdir) Harman yeri.

ENDER (Zarfiyet edatıdır) f. İçinde. Derununda. Dahilinde.

ENDEREZ f. Nasihat, öğüt, vasiyet. * Mektub.

ENDERÎ Kalın ip, halat. * Şam yakınında bir köyün adı. * Bir dağ adı.

ENDERUN İç, dâhil. * Kalb, içyüz, gönül. * Vaktiyle Osmanlı Sarayının iç teşkilâtı.

ENDİŞ Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş $ : Her işin sonunu düşünen.

ENDİŞE f. Korku. Düşünce. Merak, keder, kuruntu.

ENDİŞE-İ İSTİKBAL Gelecek zamanı düşünmekten gelen merak, üzüntü, keder. Geleceği düşünmek.

ENDİŞE-İ MEVT Ölüm endişesi. Ölüm korkusu.

ENDİŞNAK f. Endişeli, kederli, meyus, sıkıntılı, düşünceli.

ENDİYE (Neda. C.) Çiyler, şebnemler.

ENDUH (Endüh) : f. Keder, elem, gam, gussa, kaygı, sıkıntı, ıztırab, üzüntü.

ENDUH-GÜSAR f. Kederi yok eden. Gamı, sıkıntıyı gideren.

ENDUH-NÂK f. Kederli, sıkıntılı, gamlı, üzüntülü.

ENDUHTE f. Biriktirmiş, biriktirilmiş. Kazanmış, kazanılmış, Hazırlanmış. * Ödenmiş.

ENDUZ f. Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar.

HİKMET-ENDUZ Hikmet kazanan.

ENDÜLÜS (Mi: 756-1031) Dört halife devrinden sonra kurulan Emevi devleti yıkıldıktan sonra Emevilerin Afrikadan Avrupa'ya geçip şimdiki Portekiz ve İspanya'da kurdukları İslâmi devletin bir ismidir. Bunlara Endülüs Emevileri denir. Abbasilerin katliâmından kurtulan Abdurrahman ismindeki zât Afrika yoluyla İspanyaya geçerek Emevilerin orada devamı sayılabilecek Endülüs Emevi devletini kurdu. El-Dahil (muhacir) lakabiyle maruf Abdurrahmandan itibaren lll. Hişamla sona ermek üzere 16 halife gelip geçmiştir. lll. Abdurrahman'a kadar Kurtuba emirliği diye adlandırılan bu devlete bu hükümdar zamanında Emdülüs Emevi Hilâfeti nâmı verildi. Hükümdar, Emir-ül Mü'minîn ünvanını aldı. Bu devir; ilim ve irfanın zirveye ulaştığı, Avrupalıların ilim tahsili için Endülüs'e akın ettikleri devirdir. Bundan sonra Emevilerin inhitat ve sukut devri başlar. Ne kadar çalışırlarsa da kaderin fetvasıyla icraatı sona erer. (Bak: Emevi)

ENDÜSTRİ Fr. Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâlde ve çok miktarda yapılan imalâttır.

ENE Ben. * Gr: Birinci şahıs zamiri. (Bak: Enaniyet)

ENERJİ Fr. Kuvvet. Güç. Fiziki kuvvet. * Gücünü harcama isteği ve iktidarı.

ENES Üns mânasına kullanılır ve vahşetin zıddıdır.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin