FAHUR Çok övünen, çok iftihar eden. Mütekebbir. Tekebbür ve taazzum edici.
FAHUR Bir fesliğen cinsi.
FAHURANE f. Kendini beğenerek. Kendini medhederek. Çok övünerek.
FAHZ Uyluk. Kalça. Bacağın kalçadan dize kadar olan kısmı. * Bir kimsenin en yakın aşiretinden olan cemaat.
FAHZ Büyüklenmek, kibirlenmek.
FÂİDE (C.: Fevaid) Kazanç, kâr, nef', menfaat. İstifadeye sebeb. Yararlılık, işe yarama.
FÂİDE-MEND f. Kârlı, faydalanan, menfaat elde eden.
FAİH (C.: Fevâih) Meyve ve çiçek kokusu.
FÂİK Üstün, üstünde. Diğerinden daha değerli ve üstün. Her şeyin güzide ve a'lâsı. Âli. * Başın boyun ile bitiştiği yer.
FÂİK-ÜL AKRÂN Akranlarından daha üstün.
FAİKİYYET Üstünlük. Kıymetlilik.
FÂİL İşi yapan. Fiili işleyen. * Gr: Masdarın mânasını meydana getirene denir.
FÂİL-İ HAKİKÎ Bir işte hakiki te'sir sahibi. Onu hakkı ile yapan (Allah C.C.)
FÂİL-İ HAYR Hayır işleyen, hayır sahibi.
FÂİL-İ MUHTAR Re'yinde müstakil olan. İstediğini yapmakta serbest olan (Cenab-ı Hak).
FÂİL-İ MÜBAŞİR Huk: Bir şeyi bizzat yapan kimse.
FÂİL-İ MÜŞTEREK Huk: İşlenmiş olan bir suçta parmağı olan. Suç ortağı.
FÂİLİYYET İşleyicilik. Müessir olmak. Fâile mensub ve müteallik oluş.
FAİTE Geçen. Fevt olan. * Vaktinde kılınmamış olan namaz.
FAİZ Ödünç verilen para için alınan ve şer'an haram olan kâr. Faizin iş hayatındaki mânası, "sen çalış, ben yiyeyim"dir. Küçük tasarruf sahiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka bu parayı aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak verir. İstihsâl edilen (üretilen) malların fiatına masraf olarak bu faiz eklenir. Böylece malların fiatı faiz yüzünden %50 civarında veya daha fazla artar. Bu malı satın alanlar, ödedikleri fiatla birlikte vaktiyle yatırımcının ödediği faizi kendileri ödemiş olurlar. Böylece tasarruf sahipleri bankadan aldıkları faizden çok daha fazlasını bu malı satın almakla geri ödemiş olurlar. Ayrıca fiatların yükselmesiyle dar gelirlilerin haklarına tecavüz etmiş olurlar. Çalışmadan para alıp vermekle zenginleşen bir zümrenin türemesine de sebep olurlar. İslâm, faizi haram kılmakla bu haksızlıkları önler. (Bak: Riba) * Taşan, dolan.
FAİZ (Fevz. den) Dilediğine eren. Başaran. Korktuğundan kurtulan. Üstün gelen. Necat bulan. * Kapının üstündeki eşik.
FAJ (FÂJE) f. Esneme.
FAK' (FIK') (C: Fıkıa) Bir cins beyaz yumuşak mantar.
FAK Yaşlanmış, ihtiyar kimse.
FÂKA(T) Zaruret, ihtiyaç. Yoksulluk, fakirlik.
FÂKA-İ ŞEDİDE şiddetli ihtiyaç.
FAKAD Beş parmak dedikleri otun tohumu.
FAKAHAT El ayası.
FAKAHET Şeriat bilgisinde âlimlik. Fıkıh bilgisinde mütehassıslık. Anlayışlı olmak. (Bak: Fıkıh)
FAKAHETLÛ Evvelce müftüler hakkında kullanılmış olan resmî bir lâkab.
FAKAKA Ahmak adam.
FAKAKI' Su üstünde olan kabarcıklar.
FAKAM Bir kimsenin ağzını yumduğunda alt dişlerinin öne çıkıp, üst dişleriyle üstüste gelmesi. * Dolmak, imtilâ olmak.
FAKARE (C: Fikar) Omurga kemiği.
FAKAT ("Fa" ile "kat" dan müteşekkil) Hemen, yalnız, ancak, yeter, bes, gerçi, her ne kadar, lâkin, ammâ.
FAKD Bulunmamak, bir şeyi kaybetmek. Belirsiz olmak. * Talebetmek, istemek.
FAKD-ÜL AHBAB Ahbabsızlık, dostsuzluk. Ahbabın bulunmayışı.
FAKD-I NAKD Para yokluğu.
FAKE Fakirlik.
FAK'E Uyumak.
FAKFAKA Köpeğin korkudan ürümesi.
FAKFAKA Ahmak adam.
FAKFON Kim: Çinko, nikel ve bakırdan yapılan gümüş görünüşünde bir halita.
FAKHA Her nebatın yeni açmış çiçeği. * Bir yıldız adı. * Dübür halkası.
FAKIA Zahmet, meşakkat.
FAKID Oğlunu veya eşini kaybetmiş kadın.
FAKIRA Büyük musibet, zahmet, meşakkat. Dâhiye. Belleri kırıp parçalayan şiddet.
FAKİD Az rastlanan şey. Nâdir bulunabilen nesne.
FAKİH (Fâkihe) Yaş meyve, yemiş, yaş hurma ağacı. * Şenlendiren, sevindiren.
FAKİH Fıkıh ilmini bilen. İslâm hukukçusu. * Zeki, anlayışlı kimse.
FAKİHE (C: Fevâkih) Yemiş, yaş meyve.
FAKİHET-ÜL CENNET Cennet meyvesi.
FAKİHET-ÜŞ ŞİTA Kış meyvesi. * Mc: Ateş.
FAKİHİYY (FÂKİHANÎ) Yemiş satan kimse.
FAKİR Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları fakir sayar. Fakirlerden vergi alınmaz, İslâm devleti zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada, tedavi, tahsil (öğrenim), yolculuk gibi durumlarda fakirlere yardım eder. Çağımızda insanların çoğunun yoksun olduğu sosyal güvenliğe kavuşturur. Bu sebeple de fakir-zengin arasında düşmanlık, zıddiyet, gerginlik, çatışma olmaz. Toplumda denge, huzur, mutluluk, sükun ve sosyal adalet sağlanır. (İnsanlardan istiğna ederek kendini ibadet ve tâata, Kur'an ve iman ve İslâmiyet hizmetine vakfeden zâtlara da mânen zengin mânasına fakir denildiği de görülmüştür.)
FAKİRÂNE f. Fakir bir kimseye yakışacak surette. Fakircesine.
FAKİRHÂNE Mütevazilikle söz söyleyen kişinin evi.
FAKÎS Çiftçilerin kullandığı âletlerden halka gibi bir demir.
FAKKAH Ezhar otunun çiçeği.
FAKLEYUN Semizotuna benzer bir ot.
FAKR İhtiyaç, yoksulluk. * Azlık, muhtaçlık. * Cenab-ı Hakk'a karşı fakrını, ihtiyacını hissetmek. * Tas: Kendisindeki bütün her şeyin Allah'a âit olduğunu bilmek.(Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtiyle, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelâl'in kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ.. Pekçok evsâf-ı İlâhiyyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında, hadsiz a'dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud'a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdat aramağa mecbur olduğundan vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahim'in dergâhına dayanır; dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinat ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere, Kadir-i Rahim'in bârigâh-i rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir. S.)
FAKR-ÜD DEM Kansızlık.
FAKR-I HÂL Fakirlik hâli.
FAKR-I MUTLAK Mutlak fakirlik. Mü'min bir kulun Cenâb-ı Hakka karşı mutlak muhtaç halde olduğunu bilişi. Nihayetsiz muhtaç olduğu Allaha (C.C.) ve emirlerine tam teslimiyyetle sığınması hâleti.
FAKR-PİŞE f. Fakirliğe alışmış, fakirlik içinde, muhtaçlık içinde.
FAKS Kırmak, kesr.
FAKS (FEKUS) Ölmek. * İfsat etmek.
FAKTÖR Fr. Bir neticeyi meydana getiren unsurlardan her birisi. Amil.
FAKUS Hıyar. * Kavun.
FAKÜLTE (Fr. Faculty) Üniversitelerin, ihtisas mevzuu bakımından ayrılmış kollarından her biri. * Hassa, meleke, iktidar. Kabiliyet, kuvvet.
FAL Uğur. Baht. Tali'. (Bak: Tefe'ül)
FAL-İ HAYR İyi alâmet ve işaret. Uğur.
FA'L İşlemek mânâsına mastar.
FALAK Tomruk. * Falaka. * Sabah aydınlığı.
FALAKA İki ucunda bir ipin iki uçları bağlı, bir sırıktan ibaret olan ceza âleti.
FÂLIK Çatlatan. Açan. Büyümesi için tohumu açan, yaratan. (Allah C.C.)
FÂLIK-ÜL HABBİ VENNEVÂ Tohum ve çekirdekleri açarak büyüten (Allah C.C.)
FALÎ Falcı kimse.
FALİC Felce uğramış. * Vücudun bir kısmını veya her tarafını tutmaz hale koyan hastalık. * İsabeti çok olan ok.
FALİC f. Muzaffer, galib. Muvaffak.
FALİH İsteğine kavuşan. Kurtulan. Felâh bulan. * Toprak süren. Çiftçi.
FALÎZ (C: Fevâliz) Bostan.
FALS Halâs etmek, kurtarmak.
FALT (FELÂT) Ansızlık.
FA'M Dolu.
FÂM f. Renk, levn.
GÜL-FÂM Gül renkli.
SEBZ-FÂM Yeşil renkli.
FAMİLYA Fr. Aile. Soy. Zevce. Kadın. Eş. * Aynı cinsten olan nebat grubu. Aynı soydan veya cinsten olan. Aralarında benzerlik bulunan grup.
FAMİYY Yemiş satıcı, meyve satan kimse.
FANATİK Fr. Bir dinin veya mezhebin çok aşırı taraftarı olan.
FANİ Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir. (İnsan hangi bir şeye teveccüh ederse, onunla bağlanır ve onda fâni olur. İ.İ.)(Ey insanlar! Fâni, kısa, fâidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, fâideli, meyvedâr yapmak ister misiniz? Madem istemek, insaniyetin iktizasıdır. Bâki-i Hakiki'nin yoluna sarfediniz. Çünkü: Bâkiye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. Madem, her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve mâdem bu fâni ömrü baki ömre tebdil eden bir çare var ve mânen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeğe çalışacak ve tevfik-i hareket edecek. İşte o çâre budur: "Allah için işleyiniz. Allah için görüşünüz. Allah için çalışınız. Lillâh, Livechillâh Lieclillâh rızâsı dâiresinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları seneler hükmüne geçer. L.)
FANİD Bayat şeker.
FANİYYET Fânilik, ölümlülük.
FANTAZİYE yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.(Sefahet ve dalâlette bozulmuş ve İsevi dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere Cehennemî hâleti hediye ettin! Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden, esfel-i sâfilîne atar. Hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten ibtal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!......Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yâni; medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder. L.)
FANTEZİ yun. Çeşitli ve süslü. Müsrifane süs isteğinden doğan hayal hareketi ile yapılmış süslü eşya veya süslenmek. Ağırbaşlı olmayan.
FANUS yun. Fener. Sâbit ve süslü fener. * Kim: Bazı şeylerin üstüne kapatmak için camdan yapılmış kapak.
FAR Fr. Otomobil, kamyon gibi nakil vasıtalarının önündeki kuvvetli lâmbalar.
FÂR Fâre, sıçan.
FAR' Budak ve ağaç başı. * Her şeyin alâsı. İyisi. * Her kavmin şereflisi.
FARABÎ (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir.
FARAKLİT İncilde mezkur olan Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismidir. El-Faraklit, El-Baraklit de hamdeden, hak ile bâtılı birbirinden ayıran, fâruk, hakperest mânalarına gelir.
FARAN İncil'de Mekke dağlarına verilen isim. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Faran dağlarında zuhur edeceği İncil'de haber verilmiştir.
FARAŞ (Feraşe. den galat) Süprüntüleri toplamağa ait kulplu kutu, kürekçik. Süpürge. (Bak: Ferraş)
FARAT Öne çıkan, geçen. * Issız yerlerde konan nişan ve işaret. * Kervan halkından önce su yerine varıp sakalık eden kimse.
FARAZA (Esası: Farzâ) Meselâ, öyle sayalım ki, farzedelim ki, ola ki, tutalım ki.
FARAZÎ (Bak: Farzî)
FARAZİYE (Fr: Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğruluğu hakkında bundan çıkarılacak mantıkî düşünceler belirlenir, bu sonuçların hakikatta var olup olmadığı görme ve deneme yoluyla kontrol edilir. Buna da tahkik (doğrulama) denir. Netice doğrulanırsa faraziyenin doğruluğu isbatlanmış olur ve faraziye kanunlaşır.Bazı cahiller, ilimde tahkik edilmemiş faraziyeleri doğru hüküm zanneder. Faraziyenin doğruluğu hakkında ileri sürülen fikirleri de isbat zanneder. Oysa bu isbat değil, iddiadır. Doğruluğun müşahede ve deneme ile isbatlanması gerekir. Müsbet ilimlerde durum budur.
FARFARA Hafif meşreblik. Gürültülü. Gürültüye boğmak. * Akılsızlık.
FÂRIK (Fârıka) Tefrik eden, farkeden, ayıran. Ayrılmasına, farkolunmasına sebeb olan alâmet.
FÂRIKAT Farkedenler, ayıranlar, farkediciler.
FARIT Geçmiş, önceki, önde bulunan. Sâbık, mukaddem.
FARİ' Yüce nesne.
FARİC (Ferec. den) Keder ve tasadan kurtaran.
FARİG İşini bitirmiş, boş kalmış, alâkasını kesmiş, rahat, vazgeçmiş, çekilmiş. * Fık: Tasarrufu altında olan mülkün kullanma ve tasarruf hakkını başkasına devreden.
FARİG-ÜL HAL Hali rahat, hali vakti iyi olan.
FARİH (C: Fevârih-Füreh) Gayretli davar. * Akıllı kişi.
FARİS İran. İranlı. * Binici, süvâri. * Ferasetli, anlayışlı. * İrandaki Şiraz vilâyeti.
FARİSAN (Fâris. C.) Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devrelerinde eyâletlerde hudutlardaki muhafız askerler.
FARİSÎ Acemce, Farsça. İran'la alâkalı ve ona müteallik. İran dili veya halkı ile alâkalı olan.
FARİSİYYAT Fars edebiyatı, İranlıların edebiyatı.
FARİZ Yaşlı.
FARÎZA Borç, vazife. Allah'ın açık emri olup, yapılması şart olan vazife. * Fık: Ölen bir kimsenin mirasından mirasçılara düşen hisse, pay.
FARÎZA-İ ZİMMET Yapılması mutlaka boynumuza borç olan vazife.
FARİZIYY (FERAZIYY) Feraiz bilen kişi.
FARK Ayrılık, başkalık. Ayırma, ayrılma, seçilme, * Başın tepesi, baştaki saçın ikiye ayrıldığı yer.
FARK-I FÂHİŞ Çok fazla, haddini çok aşan fark.
FARK-I TÂMM Tas: Dünya ile olan alâkaları tamamen terkederek, ehadiyyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haleti.
FARKADAN (Bak: Ferkadan)
FARMASON Fr. Mason. Dinsiz, imansız. (Bak: Mason)
FARS (Fers) İran'lı. * Şark kavimleri.
FARS Yarmak. * Yırtmak. * Kesmek.
FART İfrat, çok aşırı olmak. Aşırılık. * Acele etmek ve ansızın gelmek. * Yollara alamet olarak konulan işâret.
FART-I GAYRET Gayrette aşırılık.
FART-I MUHABBET Muhabbet ve sevgide aşırılık.
FART-I ZEKÂ Âdetin üstünde, çok ileri zeki olmak. Emsâli bulunmayan zekâvette oluş.
FARUK Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. Haklıyı haksızı ayırmakta çok mâhir olan. (Hak ile bâtılı birbirinden tam ayırarak İslâmiyeti kabul ettiği ve islâm nurunu izhar ettiği ve imân ve küfrün arasını fark ve faslettiği için Hz. Peygamber (A.S.M.) tarafından Hz. Ömer'e (R.A.) bu isim verilmiştir.)
FARUKÎ Hz. Ömer (R.A.) soyuna veya adâletine mensub olan. Hz. Ömer'e mensub ve müteallik. İmam-ı Rabbanî'nin bir lakabı.
FARYAB f. Dere ve ırmak suyu ile sulanan yer. * Eski Horasan'da Belh'e yakın bir şehrin adı.
FARZ Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.) * Takdir veya beyan eylemek. * Bir şeyi delmek, gedik açmak. * Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus. * Addetmek, saymak, tutmak. * Fık: Din hususunda icrası vâcib, terki mâsiyet olan Hükm-ü İlâhî. Kur'an-ı Kerim veya Hadis-i Şerifle sâbit olan Cenab-ı Hakk'ın kat'i emri: Şirk koşmamak, iman etmek, namaz kılmak, yalan söylememek gibi...
FARZ-I AYN Herkesin yapmaya mecbur olduğu farz. Namaz kılmak, yalan söylememek, imân etmek, oruç tutmak gibi.
FARZ-I KİFAYE Bir kısım müslümanların yapması ile diğerlerinin günahtan kurtuldukları farz. Cenâze namazı kılmak gibi.
FARZ-I MUHAL Olması imkânsız olup, var gibi kabul edilen. Olmayacak şeyi, olmuş gibi düşünmek.
FARZ-I NEBEVÎ (Bak: Sünnet)
FARZ-I ZANNÎ Müçtehidlerce kat'i bir delile yakın derecede kuvvetli görülen, zanni bir delil ile sâbit olan vazifedir ki, amel hususunda farz-ı kat'î kuvvetinde bulunur. Buna farz-ı amelî de denir. Meselâ: Abdestte mutlaka başı meshetmek bir farz-ı kat'îdir. Başın dörtte birini meshetmek bir farz-ı amelîdir.
FARZA Diyelim ki, farzedelim ki, öyle kabul edelim ki, ola ki.
FARZEN (FARZAN) Farzedelim ki, kabul edelim ki, diyelim ki. * Farz olarak. Farziyyeti kabul edilerek.
FARZÎ Farzedilene, tahmin olunana dair. Takdir ve tahmin usulüne dayanan ve ona müteallik.
FARZİYE (C.: Farziyyât) Bazılarına göre kabul edilir sayılan. Mevhum ve itibarî olan. Aslı isbat edilmemiş hüküm.
FAS' Hurmanın kabuğunu soymak.
FASAFIS Beyaz söğüt dedikleri ağaç.
FASAHA Ruşen olmak, parlamak. * Hâlis olmak.
FASAHAT Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma.Fasâhat: Sözün; lâfız, mâna ve âhenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer tâbirle, lâfızların söylenişinin tatlı, mânasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle âhengi ile, ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile alâkalıdır. Fasâhatin daha yüksek derecesine belâgat denir ki; fasih bir sözün, yerine ve adamına göre söylenmesidir. Her beliğ söz, yerine göre denmemişse, beliğ olamaz. (Edb. S.)Kelimenin aslı: "Sütün köpüğü gidip hâlis kalması" mânasına idi. Sonra bir şeyin sâfi ve şaibelerden, şüphelerden hâlis olmasında kullanılmıştır. Bir şeyin belli ve âşikâr olması. (L.R.)(Lâfzındaki fesahat-ı harikasıdır. Evet Kur'an mânen üslub-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi lâfzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat'i vücuduna, usandırmaması delildir ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maaninin dâhi ulemasının şehadetleri bir bürhân-ı bâhirdir. Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzi olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur'an onun kulağında ve dimağında aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur'an, kulube kut ve gıda ve ukule kuvvet ve gınâdır ve ruha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek Kur'an hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve hârika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor, daima gençliğini muhafaza ettiği gibi tarâvetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyşin rüesâsından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur'anı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: "Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz." İşte Kur'an-ı Hakîm'in en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar. S.)
FASAHAT-PERDÂZ f. Güzel ve açık konuşan. Fasih konuşan.
FASAL Ek. Bilek.
FASD Kan alma, hacamet. * Damar kesmek.
FASDA' "Fe" takip edatından sonra fiilinin emr-i hâzırı.
FASETE Fr. Tıraş olunmuş elmasın yüzlerinden her biri.
FÂSIK (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse.(Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve "ekseriyetin efkârı benimle beraberdir" deme! Çünki fâsık adam, fıskı istiyerek ve bizzat taleb edip girmemiş; belki içine düşmüş çıkamıyor... Hiç bir fâsık yoktur ki, sâlih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki, El-iyâzübillâh! irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.) (R.N.)
FÂSIK-I MAHRUM Günah işlemeye hazır olduğu halde fırsat bulamayan.
FÂSIK-I MÜTECÂHİR Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen. İşlediği günah ile övünen günahkâr kimse. (Böylelerin aleyhinde konuşmak gıybet sayılmaz.)
FÂSIL Fasıllara ayıran. Kısım kısım eden.
FÂSILA Bend. Kısım. Bölük. Durak. * Mevsim. * Mebhas.
FÂSILA-İ SALTANAT Yıldırım Bayezid'in Ankara savaşında Timur'a esir düşmesinden, Çelebi Mehmed'in pâdişah olmasına kadar geçen zaman.
FÂSİC Semiz. * Yüklü olmayan kısır deve.
FÂSİC Kısır, semiz davar.
FÂSİD(E) Bozguncu. * Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid. * Yanlış olan. * Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru'iyyetten çıkan şeydir. İbadet hususunda fâsid ile bâtıl aynı şeydir. Meçhul bir şeyi satmak gibi. (Bak: Bâtıl)
FÂSİD-ÜL MİZAC Ahlâkı ve iyi huyları ifsad eden.
FÂSİD DAİRE Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru sayıp buna delil diye kullanmak. Yani isbat edilen ile isbat edeni birbirine delil saymak olup isabetsizdir.
FÂSİH (Fesh. den) Vazgeçen. Dağıtıcı. Bozguncu. Fesheden. * Çürüten.
FÂSİH-İ ŞİRKET şirketi fesheden.
FASÎH Fasahat sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan.
FASÎHANE f. Fasahatli, fasih olana yakışır tarzda. Açıklıkla.
FASİKA Fâre.
FASİKÜL Fr. Bir kitabın ayrı bir kapak içinde satılan bölümlerinden her biri.
FASÎL (C: Fisâl-Fuslân) * Hâkim. * Kale duvarından kısa duvar. * Deve yavrusu.
FASÎLE (C.: Fesâil) Anababa, ebeveyn, âile. * Familya, bir cinsten olan bitkilerin hepsi.
FASÎS Seyelan etmek, akmak.
FASİT DAİRE (Bak: Fâsid daire)
FASL (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal. * Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza. (Buna "Faysal" da denir) Halletmek. Ayrılma. Çözme. * Bölüm. * Mevsim. * Aynı makamda çalınan şarkı. * Çocuğu memeden kesmek. * Birini zemmetmek. Gıybet.
FASL-I BAHAR İlkbahar.
FASL-I GÜL Gül mevsimi, ilkbahar.
FASL-I HARİF Güz mevsimi.
FASL-I HAZÂN Sonbahar, güz.
FASL-I HİTÂB İki söz arasını ayıran kelime veya isimlerden biri. Önsözden sonra asıl maksada giriş. * Fık: Şahitlerin gösterdiği delil veya yeminlerinden sonra hâkimin hükmetmesi. * Hakkı bâtıldan ayırarak, nizaı ayırt edip kesmek ve halletmek. Herşeyi kemal-i vüzuh ile fasledip hakikatını göstermek.
FASL-I ŞİTÂ Kış mevsimi.
FASL-I ZAMANIN SAHİFE-İ SELÂSESİ Geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman. * Asr-ı saadetten evvelki devir, Asr-ı saadet ve ondan sonraki zamanlar.
FASM Bir şeyi tam kesmeyip ilişik bırakmak.
FASS Yüzük taşı. * Kemiğin oynak yeri. * Meyve içi. Lüb. * Kitabın bend ve mebhası. * Mektup ve emsâlinin mühürünü açmak. * Mc: Gözbebeği.
FASSAD (Fasd. dan) Kan alıcı, kan alan. * Cerrah.
FASSAL Dedikoducu. Herkesin kusurunu sayıp döken. * İnsanları medh ü sena eden kimse.
FASSAS Yüzük taşı yapan kimse.
FASUR Gümüş tabak.
FASYE Darlıktan ve belâdan kurtulmak.
FAŞ Meydana çıkmış. Yayılmış. * Anlaşılmış olan.
FAŞİST Fr. Faşizm taraftarı.
FAŞİYE (C: Fevâşi) Koyun, deve ve benzeri hayvanat gibi doğurup çoğalan mal cinsi.
FAŞİZM Fr. Irkçılığa dayanan diktatörlük rejimi.
FATANET (Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik. * Müteyakkız oluş. * Peygamberlerin sıfatlarından biridir.
FAT'E Vurmak. * Yarmak. * Cimâ etmek. * Yere vurmak.
FATH Yassı ve enli olmak.
FATIMAT-ÜZ ZEHRA Hz. Resul-i Ekremin (A.S.M.), Hz. Hatice'den doğma kızı. Hicretten 18 yıl önce doğmuş, Hz. Ali ile evlenmiş ve Hz. Hasan ve Hüseyin'in vâlideleri olmuştur. Peygamberimizden (A.S.M.) 6 ay sonra dâr-ı bekaya göçmüştür. (Radıyallahü anha)
FATIMÎ (Fâtımiyye) Hz. Fatıma Sülâlesinden olmak iddiasında bulunan, önce kuzey Afrika, sonra Mısırda hükümet süren sülâleye mensub meliklerin takındıkları isimdir. (Mi: 910-1171) İsmâiliye nâmında bâtıl fırkadandırlar. Salâhaddin-i Eyyubî, ordusu ile, Fâtımîlerin hâkimiyetine son verdi.
FATIN (Fıtnat. dan) Fıtnat sahibi, zihni açık, uyanık. İleri derecede akıllılık.
FÂTIR Benzeri bulunmayan şeyi yaratan. Hârika üstün san'atiyle yaratan. Halkedici Allah (C.C.)
FÂTIR-ÜS SEMÂVÂT Gökleri yaratan, Allah.
FÂTIR SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 35. suresi. Melâike Suresi de denir. Mekkîdir.
FÂTİH Açan, fetheden. Teshir eden, zapteden. * Kapıları selâmet üzere açan, Cenab-ı Hak.
FÂTİH SULTAN MEHMED HAN (1432 - 1481) En meşhur Osmanlı Padişahlarındandır. ll. Murat Han'ın oğlu ve ll. Bayezid Han'ın babası ve 7. pâdişahtır. Edirne'de doğmuş ve Gebze'de vefat etmiştir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) medhine mazhar olmuştur. Peygamberimiz "İstanbul mutlak fetholunacaktır." müjdesini vermişti ve onu feth eden kumandan ve askerlerini medh ü senâ etmişti. Dört-beş lisan bilen Sultan Fâtih, saltanatı boyunca büyüklü küçüklü 17 devleti aldığı gibi 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul'u fethederek İslâma kazandırdı ve orta çağa son verdi. En eski ve büyük Bizans Kilisesi olan Ayasofya'yı putlardan temizledi ve orasını sâdece Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen camiye çevirdi ve kıyamete kadar câmi' kalmasını yazılı vasiyet ile vakfeyledi, Müslüman Türk milletine bıraktı. (R. Aleyh)(Meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatnâme'sinde diyor ki: "İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi'nin huzurunda, haşmetli padişah Fâtih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:Büyük bir âbidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Fâtih, bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fâtih'in arzusunun hilâfına olarak, bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fâtih, cezaen Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fâtih aleyhine dâva açar. Bunun üzerine mahkemeye celb edilen Büyük Padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birden bire, hâkimin şu ihtariyle karşılaşmış: - Oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i şer'i olacaksın; ayakta beraber dur!Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tâbi olduğunu ve elinin kesileceğni bildirir.Fakat mimar kısası istemediği için, Büyük Fâtih günde on altun tazminata mahkûm olur; ve hatta kısastan kurtulduğu için bu tazminatı kendiliğinden yirmi altuna çıkarır." İslâm mahkemesinin adâletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz ferdlerin huzur-u mahakimde müsavi olduğunu gösteriyor. İ.İ.)
Dostları ilə paylaş: |