Toplumsal sistem gerçekliĞİ


“DEVLETİ KURTARMA” DİYALEKTİĞİ



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə90/133
tarix18.03.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#45872
1   ...   86   87   88   89   90   91   92   93   ...   133

“DEVLETİ KURTARMA” DİYALEKTİĞİ


Aslında olay çok basit! Göçebelikten, fütuhat yoluyla devlet kurarak sınıflı topluma geçen toplumların diyalektiğini hatırlamak için, tekrar İbni Haldun’a dönüyoruz:

“Devlet idaresini ele geçirenler, ancak kahır ve şiddetle düşmanlarını yendikten ve diğer kavimler onlara boyun eğerek, onların hakimiyetine baş eğdikten sonra o devleti kurmuşlardır. Bundan sonra, diğer uruğları yenen bu uruğ ve soyun fertleri arasından devletin başına geçerek onu idare ve devletin tahtını işgal edecek başkan seçilir. Çünkü, o soya mensup olanların sayısı çok olduğu için, hepsinin de devletin idaresine iştirak etmeleri ve devletin başına geçmeleri imkansızdır. Bundan dolayı, rütbe ve mevkiler elde etmek üzere çekişen ve el uzatanları bundan alıkoymak için gayret ve kuvvet sarf edileceği tabii bir haldir. Bu suretle, aralarından bir kısmı, devletin idaresini eline geçirdikten sonra, onlar nimetler, refah ve bolluk içine dalarlar. Kendi boy ve uruğlarından olanları kendilerine köle edinirler, devletin idaresinden uzaklaştırılan ve ortaklaşmadan mahrum edilenler, o nesebe mensup oldukları için, o devletin gölgesi ve himayesi altında yaşarlar, bunlar refah içinde yaşayarak, nimet ve zevkler içine dalmaktan uzak bulunduklarından, ihtiyarlaşma çağından da uzak bulunurlar, yani, atılgan ve şecaatli olan bu kimseler, devletin korunması için gereken kuvvetlerini tabii halinde korurlar. İdare başında bulunanlar ise, zamanın ve olayların darbesine maruz kalarak, ihtiyarlama onların refahlı hayatlarını yok ettikten, zaman onları yedikten, zevk düşkünlüğü onların sularını tamamiyle çektikten ve bunlar insanların yükselebildiği medeniyetin ve siyasi üstünlüğün en yüksek derecesine eriştikten sonra, zaman ve olayların darbeleri altında ezilirler. Bundan sonra aynı nesepten gelen, şecaat ve kudretleri lezzet ve nimetlerin tesiri ile zaafa uğramayan diğer boy onların yerine geçer”[10].

Yukardaki satırlar Osmanlı Devleti için de kelimesi kelimesine doğrudur. Hepsi bir yana, Osmanlı Devletinin kuruluşu da zaten aynı diyalektiğin sonucudur. Selçuklu Devleti’nin bir uç beyliğidir Osman’ın aşireti, İbni Haldun’un deyimiyle, “medeniyetin nimetlerinden diğerleri kadar faydalanamadığı için, mevcuh halini, atılganlığını, aşiret gücünü (asabiyyetini) muhafaza edebilmiştir”. Ne zaman ki Selçukluların “işi biter”, Osmanlı görevi devralır. “Devleti kurtarır”! Göçebelikten devlet haline gelen bütün toplumların diyalektiği budur. Sistem başka türlü kendini üretemediği için bu şekilde kendini yenilemektedir.

Bu gerçeği çok iyi bilen Osmanlı, özellikle Bizans’ı aldıktan, “medeniyetin” içine tam olarak girdikten, yani “devletleştikten” sonra, başına nelerin gelebileceğini hesaplayarak, aklı sıra İbni Haldun diyalektiğini tersine çevirmek, “kendini” ölümsüz kılmak için elinden geleni yapar! Fatih, devletin bekaası için bütün potansiyel tehlikeleri bertaraf etmek gerektiğini bildirir ve bunu da bir “kanun” haline getirir. Padişahların, kendi çocuklarını ve kardeşlerini, şehzadeleri öldürmesini kural haline getirir. Bu da yetmez, bütün uç beyliklerini yok eder. İçinde bulunduğu durumun, yaptığı işlerin çok iyi farkındadır. Başına nelerin gelebileceğini çok iyi bilmektedir. “Devlet için”, “devletin bekaası için” “Tanrı adına” herşey yapılır. Devlet kutsaldır, tanrısaldır. Onun bu tanrısal varlığına yönelik bütün potansiyel tehlikeler daha işin başındayken yok edilmelidir.

Ama bu kadar da değil! Özellikle Bizans’ı aldıktan sonra, ondan öğrendiği bütün antika ayakta kalma yöntemlerini hayata geçirir Osmanlı. Feodalleşmeye katiyen izin vermez devletin gücünü azaltırlar diye. Özel mülkiyete karşı değildir, ama bu mülk sahiplerinin bir güç haline gelerek kendisine rakip olmamaları kaydıyla! Tüccarlar ise zaten ikinci sınıf insanlardır Osmanlı için. Ellerine çok para geçerse tehlikeli olabilirler! Önlerinde bir
Avrupa deneyimi sürüp gitmektedir, orada nelerin olup bittiğini yakından izlemektedir Osmanlı sultanları. Kentlerin nasıl geliştikleri, feodallere ve krallara nasıl kök söktürdükleri görülmektedir. Aynı şeylerin kendi başlarına da gelmemesi için, potansiyel bütün tehlikeleri daha doğmadan yok etmenin yolunu aramaktadır Osmanlı sultanları. Bu nedenle, tüccarları ve ayanı, üretime yönelik toprak sahiplerini desteklemediği gibi, onları İltizam sistemi yoluyla kolay para kazanmaya yöneltmekte, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” mantığıyla, kendisine bağlayarak etkisiz hale getirmektedir90. Bütün bunların altında yatan temel hep aynıdır: O da, “Devletin kutsal varlığını” potansiyel tehlikelere karşı korumaktan başka birşey değildir!

DEVLET VE BİREY


Burada çok önemli bir nokta var: Neden hep “devleti korumaktan, ya da kurtarmaktan” bahsedilir? Sadece Osmanlı’da da değil, bugün halâ Türkiye Cumhuriyeti’nde bile, azıcık sıkışsak, neden hemen, “ne olacak bu devletin hali”, ya da, “devleti nasıl koruyacağız-kurtaracağız” diye düşünen birileri çıkıyor ortaya? Bu neden böyledir, nedir bu işin tarihsel, toplumsal temelleri? Bugün halâ, “sağcısıyla”, “solcusuyla”, “demokratıyla”, “ilericisi” ve “gericisiyle” bütün “Cumhuriyet aydınlarını” içine alan bu ruh halinin esası nedir?

Kentten çıkma Batı toplumlarında birey ve toplum önce gelir, devlet sonra! Devlet, bu zemin üzerinde oluşur; elementlerini bireylerin oluşturduğu sistemin merkezi varoluş instanzıdır devlet. Birey, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olarak kendisi için üretim yapması nedeniyle, ya da tabi, emeğini satarak üretim sürecinde kendisi için varolması nedeniyle bireydir ve vardır. Sosyal sınıfların ortaya çıktığı temel budur. Toplum, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölündüğü zaman, sınıflı toplum da oluşmuş olur. Devlet de, bu yeni durumu, dengesizlik üzerine kurulu bu yeni “dengeyi” muhafaza etmenin aracı olur. Zaten bu yüzdendir ki, onun, “mülk sahibi sınıflar lehine oluşan bu “dengeyi” koruyan kamu gücü olduğu”, “egemen sınıfın örgütü olduğu”, “egemen sınıfı temsil ettiği” söylenir.

Osmanlı devletinin ve toplumunun oluşumu ve yapısı ise bambaşkadır. Kuruluştan önceki dönemi düşünelim: Göçebe, çoban bir aşirettir o. Evet, bir çoban da kendisi için üretim yapmaya başlamıştır, ama o henüz daha Batı’lı anlamda bir birey değildir. Kendi varlığını birey olarak oluşturamaz. İçinde bulunduğu toplumla-aşiretle birlikte vardır o. “Ben” yoktur. “Ben”, toplumdur, aşirettir henüz.

Sonra, içinde Batı’daki anlamda bireylerin oluşmadığı bu aşiret toplumu fütuhata girişiyor, ve “devlet” haline geliyor. Bu durumda, yeni oluşan toplum ve devlet, Batı’daki gibi, elementlerini bireylerin oluşturduğu bir sistem değildir! Sistemin mantığına göre, birey yoktur halâ, çünkü özel mülkiyet yoktur! “Mülk Allah’ındır”, Allah adına da mülkün sahibi olan devletin başınındır. Osmanlı sisteminin elementleri, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olarak, kendisi için üretim yapan “birey”ler değildir. Osmanlı’da, Allah adına da olsa, mülk sahibi olan tek “kişi” merkezi temsil eden Sultandır. Tek “birey”, kendisi için, kendiliğinden varolan tek kişi o dur91. Diğer insanlar, birey-vatandaş olmayıp, kendi varlıklarını toplumu temsil eden bu devletle birlikte oluşturabilen, devlet ve toplum varolduğu için, onunla birlikte varolan “Reaya-sürü-kul insanlardır. Bu durumda, bireyin olmadığı bir toplumda, Batı’daki anlamda bir “sınıf”tan da bahsedilemez! Peki, Osmanlı toplumu, Osmanlının kendini ifade ettiği gibi “sınıfsız” bir toplum mudur? Hayır tabi! Osmanlının nasıl bir sınıflı toplum olduğunu daha önce inceledik92. Bu toplumun, “Yönetenler” ve “Yönetilenler” olarak iki sınıftan oluştuğunu gördük. Burada önemli olan şu: Kentten çıkma Batı toplumları için kullanılan “sınıf”, “birey”, “sınıfsızlık” gibi kavramların Osmanlıdaki karşılığının aynı olmadığıdır. Bu kavramları Batıdaki gibi kullanacak olursak, ortaya tam bir bilmece çıkar ve içinde yaşadığımız topluma yabancılaşırız! İşte meselenin düğüm noktası da buradadır zaten. Birey olarak gelişmemiş, kendi varlığını birey olarak üretemeyen Osmanlı ve Türk insanının, sıkıştığı zaman, “devleti korumaktan-kurtarmaktan” bahsetmesinin nedeni budur. Ona göre “devlet” önce gelir. Ve ancak devlet varsa kendisi de, diğer insanlar da vardır. Devletin “kutsal” bir varlık oluşunun altında yatan diyalektik budur.

Bütün bunlar, Osmanlı ve daha sonra da onun devamı olan Cumhuriyet dönemi “aydınları” için “anlaşılamaz” şeylerdir! Çünkü insanlar, dış dünyadan aldıkları informasyonu, sahip oldukları bilgiyle işleyerek bir çıktı-dünyaya bakış açısı- oluşturabilirler (birşeyi anlayabilirler). Osmanlı ve Cumhuriyet “aydını” ise, içinde yaşadığı topluma, onun tarihine yabancılaşmıştır. Onun sahip olduğu bilgi, bu toplumun bilgisi değildir. Batı’dan “öğrendiği” şeylerdir. O, bu bilgilere göre değerlendirir-işler informasyonları. Sonuç ise yabancılaşmadır. Olayın İnformasyon İşleme Teorisi açısından açıklaması budur.

Göçebe-barbar bir aşiret toplumunun, fütuhat yoluyla devletleşerek sınıflı toplum haline gelişiyle, Kentten çıkma toplumların sınıflı toplum haline gelişleri tamamen farklı şeylerdir. Birinci durumda, aşiret toplumu bireylere ayrışmadan “sınıflaştığı” için, buradaki “sınıflılık” aşiret yapısının adeta donarak farklılaşmasıyla ortaya çıkar. Fütuhatı yöneten ve ondan aslan payını alan “Yönetici sınıf” (toplumun çobanları), tanrı adına mülkün de sahibi olduğundan, devletin vergi gelirlerine de el koyar. “Yönetilen” sınıf ise “Reaya’dır” (yani sürüdür), onlar zaten doğuştan mülksüzdürler..



Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   86   87   88   89   90   91   92   93   ...   133




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin