Toplumsal sistem gerçekliĞİ


KÜLTÜREL BUNALIM-YABANCILAŞMA



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə87/133
tarix18.03.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#45872
1   ...   83   84   85   86   87   88   89   90   ...   133

KÜLTÜREL BUNALIM-YABANCILAŞMA


“İmparatorlukta egemen olan katı statü düzeni, insanı, siyasal bakımdan hükmedenlerle hükmedilenler arasındaki farkın kesin olarak görüldüğü bölümlenmiş bir kültür yapısına hazırlamaktadır. Gerçekten de, Osmanlı toplumunun biribirine yabancı iki kültürden oluştuğu onun bilinen bir özelliğidir. Bunlardan ilkine Saray Kültürü, diğerine de Taşra Kültürü denilebilir”[16].

Kültür nedir? Kültür yaşam bilgisidir. Nasıl yaşanacağının bilgisidir. Yemeye, içmeye, giyinmeye, insan ilişkilerinde nasıl davranılacağına, ne tür müziklerin dinleneceğine, nasıl küfredileceğine, kısacası nasıl yaşanacağına dair herşey bilinç dışı olarak sahip olduğumuz bu temel yaşam bilgilerine bağlıdır. İnsanlar, çevreden gelen etkileri-informasyonları kültür adını verdiğimiz bu yaşam bilgilerini kullanarak değerlendirirler-işlerler. Bilinç dışı olarak sahip olduğumuz birçok davranış biçimimiz bu temel üzerinde ortaya çıkar. Bireyler olarak, hatta toplum olarak sahip olduğumuz kültürel kimliğimiz, daha doğduğumuz andan itibaren, çevremizden, ailemizden farkında olmadan öğreneren sahip olduğumuz bu tür bilgilerle örülür. Kişiliğimizi çok katlı bir binaya benzetirsek, kültürel kimliğimiz onun alt yapısını oluşturur.

Peki, kültür dediğimiz bu temel toplumsal bilgilerin kaynağı nedir, insanların nasıl yaşayacaklarını belirleyen bu bilgiler nasıl oluşurlar? Bu soruya verilecek cevap çok önemlidir. Çünkü, insanları-toplumu birarada tutan temel yaşam bilgilerinin oluşumu doğrudan doğruya sistemin varoluşuyla ilgilidir.

Tarihsel toplumsal evrim süreci içinde toplumları birarada tutan esas bilgi temeli daima üretime-üretim sürecine yönelik bilgidir. Toplumsal kimliği belirleyen de daima neyin nasıl üretildiğine ilişkin bilgilerdir. İlkel komünal toplumda da, köleci toplumda da, feodal toplumda da, daha sonra kapitalist toplumda da esas budur. İlkel komünal toplumda kan-bilgi sistemidir toplumsal kültürün temeli. Feodal toplumda feodal kültür dediğimiz şey feodal üretim ilişkilerinden kaynaklanır. Aynı şekilde, kapitalist toplumda da kapitalist kültürün kaynağı gene üretim ilişkileridir.

Osmanlı gibi, yerleşik bir toplum kültürü-geleneği olmadan, orta barbarlıktan-göçebelikten fütuhat yoluyla devlet haline gelerek oluşmuş bir toplumda ise, toplumsal kültürü-yaşam bilgisini- belirleyen esas faktör, toplumsal olarak varolan üretim ilişkileri, neyin nasıl üretildiğinin bilgisi değil, bu göçebe-çoban-fütuhat gerçekliği-geleneğidir. Tabi bunun yanı sıra, kendi içinde, tarımsal faaliyet, ticaret vs. gibi diğer bileşenleri de içerir bu süreç (toplum haline gelme süreci); bu yüzden de, bu tür faaliyetlerle uğraşan insanlar toplumun alt sistemlerinde kendi kültürlerini de oluştururlar; ama bunlar sistemin bütünüyle ilişkileri içinde şekillenirler hep. Toplumsal kimliği belirleyen esas faktör daima göçebe barbar alt yapıyla birlikte oluşan fütuhat bilinci-fonksiyonudur. İslam’dan, Bizans’tan, ilişki içinde olunan diğer toplumlardan-kültürlerden öğrenilenler hep bu esas zemininin-bilgi temelinin üzerine monte edilirler. Öğrenme sürecine ilişkin bu temel gerçek kavranılmadan Osmanlı kimliğinin nasıl oluştuğunu kavramak da mümkün değildir.85

İşte bu yüzdendir ki, göçebe-fütuhat zemini üzerinde kurulmuş olan Osmanlı sistemi, bu esas varoluş fonksiyonunu yerine getiremez hale gelince sistemin bütünlüğü bozulmaya başlar. Merkezde yoğunlaşan devlet sınıfıyla taşra arasındaki uçurum bu nedenle gittikçe artar. Çünkü, merkezin kendi varlığını üretmesiyle ve buna bağlı olarak oluşan yaşam tarzıyla (kültürle), çevrenin maddi varoluş koşulları tamamen biribirinden farklı hale gelmektedir artık. Daha önce, merkezle taşrayı birleştiren temel varoluş fonksiyonu fütuhattı. Şimdi ise, merkezle taşra arasında biribirini tamamlayan bir işlevsel bütünlük yoktur. Taşranın bütün görevi merkezi beslemek, ayakta tutmaktır! Ne için? Ne zamana kadar?

Saray kültürü-yaşam bilgisi-, sarayın, Devlet Sınıflarının yaşam tarzını (ve onların kimliklerini) yansıtıyordu. Hiçbir şey üretmeyen, toplumsal bir ur gibi halkın sırtına yapışmış bir asalağın kültürüdür-yaşam bilgisidir bu. Şarkılarında bunu görürüz, giyimlerinde, yediklerinde, içtiklerinde, düşünce biçimlerinde, kısacası bütün varoluş fonksiyonlarında. İnsanların varoluş biçimiyle-fonksiyonuyla onların kültürleri ve kültürel kimlikleri arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. Bunlar biribirlerini belirlerler. Kısacası, merkez taşranın sırtında bir ur haline gelmiştir artık.

Ama taşra da bu ur’la yaşamaya mahkumdur sanki! Çünkü onu atarak yerine yeni bir yaşam tarzı-sistem oluşturacak bilgi birikiminden yoksundur! Yapacağı tek şey kalıyordu geriye: Dine-tarikatlara sarılmak, içine kapanarak, dünyaya küsmek! Mutluluğu, daha iyi bir yaşamı öbür dünyada arar hale gelmek!. Bir diğer alternatif de tabi isyan etmekti! Ama, tecrübelerine dayanarak bunun da bir çözüm olmadığını biliyordu o! Çaresizlik içınde ağlar, ağıtlar yakar, içindeki ateşi türkülere yansıtır taşra! “Gel pirim, kurtar beni” der! Dadaloğulları, Karacaoğlanlar olur, Aşık Veyseller olur, “halk kültürü” olur..

“Çevrenin ekonomik ve toplumsal yaşamına devletin zorla el atmasına karşı çıkanların dünya görüşü, bir tarz değilse de, yerelcilik, bölgecilik ve heterodoks (resmi dinden sapma, bizde tasavvuf, sufilik) dini inanç olarak kendini ortaya koyan bir tavır doğurdu. “Temel guruplar” (tarikatlar) denilen şey, çevrede önemli rol oynadılar. Böyle bir gurupla özdeşleşme, bu çevresel tavrın edinebileceği çeşitli biçimlerden biriydi. Ama gerçekte, çevresel tavrın birçok farklı biçiminde, hepsinin de memurları kötü gözle görmesinden doğan bir benzerlik vardır”.

“Şehirde kökleri bulunan mahalli eşraf, kültürün köylü kaynaklarını küçümsüyordu, zira eşraf olarak bir ayakları seçkinler sınıfındaydı. Aracılık görevini yüklenebilecek diğer tek zümre, zengin tüccarlar da, aynı şekilde ilgisizdiler. Tüccarların seçkinler kültürünün çekiciliğine meydan okuyacak güçleri yoktu, zira Batılı şehirlilerinkine benzer siyasal ayrıcalıkları yoktu. Sarayın dilini konuşmak, talih elverirse, onun temsilcilerinin nüfuzunu paylaşmaya yol açabilirdi.. Kaba Türkçe konuşmak, avam sırasına sokulmak demekti. Bu durumda herkesin “yüksek” kültürü edinmeye çalışmasında şaşılacak bir şey yoktur. Halk kültürünün birçok ürünleri saray kültürünün biçimlerini taklit etmeye çalıştılarsa da, bu, aracılık sonucu değildi. Bu çeşit çabalar, köylü ve esnafın Saray dünyasına yetişebilmek için tek yanlı özleminin beceriksiz bir sonucuydu. Sonradan, İmparatorluğun iktisadi gerilemesiyle, tüccarların çoğu aşağı sınıfların bir parçası olarak esnafa katıldılar”.

“O halde, kısaca, yeni bir sınıf kimliği yaratırken, mahalli kültür temalarını geliştirebilecek gurupların önüne devlet geçtiği için, “aşağı” kültürü dönüştürebilecek yeni edebi biçimler ortaya çıkamadılar. Oysa Batı’da, romanın yeni bir sanat biçimi olarak gelişmesi, aşağı kültürdeki kaynaklardan bu yolla yararlanılıp bunların dönüşüme uğratılmasının sonucuydu. Müzikte, köylü temalarını işleyen Osmanlı Beethoven’lerine, ya da Schubert’lerine rastlanamaz. Şehirlerin kültür aracılığı yapma imkanı güdük kaldığı için bunlar da tasavvufa yönelmişlerdir. Mahalli grupların çerçevesinde yeniden bir kümelenme genelleştiği sırada -ayanların üstlerine aldıkları yeni rol bunun bir işaretiydi- artık çok geçti. Aşağı kültür burjuva Osmanlı kültürünün bir aşaması olamadı”[16].


Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   83   84   85   86   87   88   89   90   ...   133




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin