NEDİR BU “ÇEVRE”’NİN İSTEDİĞİ
Burada çok önemli bir nokta var, o da şu: Nedir bu, Devletin başına bela olan “Çevre”, ne istiyor, derdi ne? Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde “Çevre”, genel bir kavram olarak, yönetici “Devlet Sınıfı”nın dışındaki bütün “Yönetilenler”i kapsar. Ve kendi içinde parçalı bir bütündür.
Bütün olmasını sağlayan en önemli faktör, çevre’yi oluşturan parçaların hepsinin de merkeziyetçiliğe ve onu temsil eden devlet anlayışına-Devlet Sınıfı’na karşı olmalarıdır. Alevisinden Sünni dincisine, Kürdünden, köylüsüne, esnafından tüccarına, eşrafına kadar, çevreyi oluşturan bütün bu parçalar, daha çok özgürlük talebinde bulmaktadırlar. Bu açık. Ve bu özgürlük talebi de Osmanlı-Cumhuriyet devlet anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Osmanlı, önceleri, fütuhat atmosferi içinde, bu çevreyi birarada tutabiliyordu. Daha sonra ise bu işi zor kullanarak yapmaya çalıştı. Ve başarılı olamadı. Cumhuriyet’le birlikte zorunlu olarak yeniden biraraya gelen çevre, bu dönemde, çarpık bir biçimde de olsa113, kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla yeniden şekillenmeye başladı. Eski yapı içindeki “Çevre”, kendi içinde bir sivil toplum yaratma sürecine girdi. Çevre, gene aynı yerinde duruyordu. Ama bu sefer, onunla birlikte, onun içinden sesini yükselten ve devletin karşısında alternatif üretebilen farklı bir unsur daha oluşmaya başlamıştı. Öyle ki, bu sivil toplum potansiyeli geliştikçe, çevreyi mevcut devlet yapısına bağlayan bağlar da gittikçe zayıflamaya başladı. Sistem, yeni duruma uygun yeni bir örgütlenme biçimini yaratmanın sıkıntısı içine girdi.
Şimdi biz önce, tarihsel gelişimi içinde, bu “Çevre”ye ve onun “parçalarına” biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
ALEVİLER
Örneğin Alevileri ele alalım: Osmanlı Türk Aleviliği, Şiilikten tamamen farklıdır, Anadoluya özgü bir oluşumdur. Öyle, İslam’ın içindeki sıradan bir mezhep falan da değildir Alevilik. Alevilik, orta barbar Türklerin İslamiyetle etkileşmelerinin ürünü olan tasavvuf düşüncesinin kendine İslam içinde bulduğu yerdir. Evet, dinsel bir kimliğe sahiptir, İslam içindeki bir mezhebi andırır; ama bu dinsel kimlik, kendini İslamın resmi görüşleriyle değil, tasavvufla ifade eder. Ali ve oğullarına yapılan haksızlıkların tasavvufla birleşmesinden doğan bir sentezdir. Osmanlının devletleşme süreciyle birlikte, devletin resmi İslam’la bütünleşmesine paralel olarak, kuruluş sürecinde yer alıp da, daha sonra “Yönetilenler” saflarına-muhalefete itilen eski Ahi-tasavvuf erlerinin, dervişlerin, Türkmenlerin, Orta Asya’dan Anadolu’ya birlikte gelen eski yol arkadaşlarının bu sürece karşı protestosudur. Bu protestonun, bazan isyankâr bir biçimde, ama genellikle, ağlayıp yakınmayla, içe kapanmayla şekillenen bir dünya görüşü haline gelmesidir. Devlet resmi İslâmla bütünleşince toplumsal muhalefet de kendini İslâmın içindeki muhalefetle bütünleştirmek zorunda kalır, olay budur..
Osmanlı’da Alevilerin tarihi, Osmanlı’ya, Osmanlı Devleti’ne karşı direnişin tarihiyle bütünleşmiştir bir yerde. Sonra, Osmanlı yıkılıp da onun yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulunca, Cumhuriyet’in laiklik ilkesinden dolayı, Aleviler sanmışlardır ki, Devlet artık Sünniliğin (resmi İslamın) etkisinden kurtulacağı için, sorun çözülmüş olacaktır! Olayı, tarihsel akışı içinde bir Alevi Sünni olayı olarak dinsel çerçeve içinde gördükleri için (çünkü devlet Sünnilikle bütünleşmişti), laikliğin bütün sorunlara (devlet sorununa da) çözüm getireceğini düşünüyorlardı. Bu yüzden de, yeni devleti, Cumhuriyeti desteklediler. Halk Partisi’ne oy verdiler, solcu oldular vs. Ama bunların hiçbiri fayda etmedi! Esas sorun, devlet ve sistem sorunu çözülmediği için, bu devleti desteklesen de gene “Reaya” (ama bu sefer modern sürü) olarak kalıyordun! Bu değişmiyordu! Alevilerin bir türlü farkına varamadıkları gerçek buydu. Aleviler bugün halâ bir çözüm arayışı içindeler. Kafaları net değil henüz. Çözümün modern sivil toplumun bir unsuru olmaktan geçtiğini, olayın bir din olayı olmadığını anlamaya en yakın çevre grubunu oluşturuyorlar.
“DİNCİLER”
Bu “çevre” gurubu, kendilerini “Müslümanlar” olarak tanımlayanlardan oluşuyor. Gerçi Türkiye’de büyük çoğunluk kendine Müslüman diyor, ama bu çevre grubundaki insanlar kendilerini diğerlerinden “daha fazla Müslüman” olarak ayırıyorlar. Olayın tarihsel akış içindeki evrimine gelince: Osmanlı Reaya’sının daha çok köylü-esnaf kökenli insanları oluşturmaktadır bu grubu. Bunlar, yerleşik hayata uyumlu, köylüyse tarlasında, kentliyse gene işinin gücün başında, üreterek hayatını devam ettirmeye çalışan insanlardır. Bu kesimin içinde Osmanlı’nın İslamlaştırdığı eski Anadolu halkı da yer alır. İslam, bu insanlar için, onları birarada tutan bir değerler sistemi olduğu kadar, aynı zamanda, onları, ümmet stasüsüyle devlete karşı koruyan bir kalkan ve haklar sistemini de temsil etmektedir. Müslüman olmanın, ümmete dahil olmanın verdiği haklar, bu insanların kendi varlıklarını devlete karşı savunabilmelerinin tek teminatıdır.
Cumhuriyet döneminde, laikliğin kabulüyle birlikte, ağzından emziği alınmış bir çocuğa döner bunlar! Sahip oldukları tek koruyucu kalkanları da ellerinden gitmektedir. Kendilerini devletin karşısında savunmasız, çırılçıplak hissederler. Bu dönemde din onları laik devlete karşı koruyan bir ideoloji haline dönüşmeye başlar; dinin, Osmanlı döneminde devletle olan bağlarından dolayı çevreyi devlete bağlayan fonksiyonu değişmektedir. Din, artık bir protesto aracı, bu protestoya dayalı toplumsal kimlikleri üretme vasıtası haline gelmektedir. Dindar insanların “inadına Müslümanlar” haline gelişleri olayıdır bu. Ama bu insanların derdi, mevcut devleti yıkarak, onun yerine bir “din devleti” kurmak falan değildir (şüphesiz, bu “çevre”nin içinde “din devleti” isteyenler de vardır; ama, geniş kitlenin sorunu bu değildir). İslam, bu insanlar için, devletin karşısında kendi kimliklerini üretebildikleri bir değerler-bilgi sistemi olmuştur. Şimdi, ellerindeki bu tek varoluş alanlarını da kaybedeceklerinden korkmakta, bu yüzden ona daha çok sarılmaktadırlar.
“Dinci” çevrenin “dinci” oluşunun bir diğer nedeni de, Cumhuriyet döneminde kapitalizmin gelişmesindeki eşitsizliktir. Devletin yukardan aşağıya oluşturduğu emir komuta zinciri içindeki “kapitalistleşme” sürecinde bu insanlar kendilerine yer bulamamışlardır. Aşağıdan yukarıya, devletten bağımsız bir kapitalistleşme talebi ise, gelip devlet engeline takılmaktadır. Bu nedenle “din”, koruyucu bir kalkan olmanın ötesine geçerek, bu insanların kültürel olduğu kadar ekonomik ve siyasal olarak da kendi varlıklarını özgürce ifade edebilmelerinin politik biçimi haline gelmiştir. Bu insanlar, serbest piyasa ekonomisi içinde, eşit koşullarda mücadele etmek, üretmek, zenginleşmek istemektedirler. Batı kültürüyle yoğrulmuş büyük burjuvazinin karşısında, Anadolu-dinsel kültürüne sıkı sıkı sarılmak, onları birarada tutan, ekonomik ve politik rekabet mücadelesinde güçlü kılan bir davranış biçimi-dünya görüşü haline gelmiştir.
Dostları ilə paylaş: |