Bosphorus, 1839
Nazım Timuroğlu
fotoğraf arşivi
İstanbul, 16. yy'ın sonu ve 17. yy'ın başında, dış görünüşüyle dünyanın en anıtsal yerleşmelerinden biriydi. Henüz ayakta olan surlar, gemiyle Marmara'dan yaklaşırken görülen Yedikule Hisarı, Galata Kulesi, o dönem için uçsuz bucaksız bir liman, tepeleri süsleyen büyük kubbeli anıtlar bütün gezginleri etkilemiştir. Fakat Step-han Gerlach(-0 (1573), Michael Heberer (1588) ve Pietro della Valle (1614-1615) gibi gözlemciler, bu siluete karşın kent içini hayal kırıcı, düzensiz ve pis bulmuşlardır.
Kentte tek düz yol Ayasofya ile Beyazıt arasındaki eski Mese'yi izleyen yoldu. Yolların darlığı, evlerin üst üsteliğini yerli kaynaklar da belirtir. Fatma Sultan'ın nikâh töreninde taşınan büyük gümüş "na-hıP'larm Darphane'den Eski Saray'a götürülmesi sırasında Beyazıt Meydam'nı dolduran evlerin cumba ve saçakları yıktırılmıştır. Evler bir ya da iki kat, moloz taş ya da hımış sistemiyle yapılmış, gösterişsiz yapılardı. İki katlı evlerin zemin katları taş, üst katları ahşap ya da hımış olabilirdi. Konutlarda Anadolu'dakine benzer bir moloz taş, hımış sisteminden, giderek ahşap strüktürün egemen olduğu bir sisteme geçildiği anlaşılmaktadır. İstanbul'da konut her zaman bahçeyle birlikte tasarlanmıştır. Bu açıdan başkent, Anadolu'nun diğer kentlerinden çok farklı değildir. Yabancılar İstanbul'u hep yeşil, bahçeler içinde bir yerleşme olarak algılamışlardır. Bu bir yandan bahçeli ev dokusuna bağlı olmakla birlikte, öte yandan da kent içinde büyük bahçeler ve yapılaşmamış boşluklar olmasının da sonucudur. Cumhuriyet dönemine gelene kadar kent içinde Bayrampaşa Deresi vadisi, Langa gibi kent içi mesireler vardı. Kent içindeki sarayların ba-
zıları kagirdir. Bunların bugüne kadar kalan tek örneği, oldukça değişmiş ve tahrip edilmiş olarak, Atmeydanı'ndaki İbrahim Paşa Sarayı'dır(->). Bunların duvarlarla çevrili ve bahçeler içinde olduğunu kabul etmek gerekir. Bu çağda yapılan ticari hanların büyük bir bölümü ahşaptı. Giderek, kolay inşa edilen ve ucuz olan bir ahşap konstrüksiyon sistemi konutların, saraylar da dahil olmak üzere, temel yapım sistemini oluşturmuştur. Bütün divan kararlarına karşın, önüne geçilemeyen bu yapım sistemi, İstanbul'un felaketi olmuş, büyük yangınlar, yüzyıllarca kentin bütün mahallelerini birkaç kez ortadan kaldırmıştır.
İmparatorluğun en zengin ve güçlü olduğu bu dönem Türk-İslam kültürüne özgü bir kent imgesi yaratmıştır. Bu imge ne Batı Rönesans'ının ölçütleriyle, ne de İslam gelenekleriyle açıklanabilir. Bunda İslam sosyal yapısının etkisi olmakla birlikte, İstanbul'a, Osmanlı dönemine, yerel geleneklere dayanan özgün bir sentez vardır. Bu dönemin mimarisini yaratan Sinan, Kanuni, II. Selim, III. Murad dönemi İstanbul' unun kent fizyonomisinin de yaratıcısıdır. Bu fizyonomi, İstanbul'u idare eden sınıfın ve bunların başında olan sultanın büyük moleküller olarak gerçekleştirdikleri külliyeler ve büyük kamu yapılarıyla, halkın mahalle sınırlan içinde küçük atomlar niteliğindeki evlerinden oluşan iki sistemin ikilemi üzerine kurulmuştur. Sultanların büyük külliyeleri, yapıldıkları dönemde, devletin en büyük işi idi. Evliya Çelebi Süleymaniye yapılırken sultanın "bütün Osmanlı ülkesinde ne kadar bin büyük üstat, mimar, benna, amele, sengtıraş, mermerci" varsa topladığını yazar. Süleymaniye inşaat defterlerinde, çalışan sayısının gün-
de 3.000 kişiyi geçtiği görülür. Evliya, buranın mütevellisinin 500 adam ile çalıştığını ve külliyenin 3.000 hizmetkârı olduğunu yazar. 1550-1557 arasında külliyenin yapılması esnasında toplam işgünü x işçi sayısı 1.400.000'dir. 3-4 günde çatılan ahşap evlerle karşılaştırıldığı zaman, iki yapım süreci arasındaki fark açıkça görülür. Bu nedenle de Süleymaniye gibi bir külliye, işlevleri, ekonomik ve sosyal içeriği ile kent yaşamı içinde ezici bir simge olmuştur. Bu kamu yapıları, kentin doğal gelişmesi içinde değil, sultan ya da başka bir güç odağının iradesiyle meydana gelmişler; varlıklarıyla, kent içinde yeni işlevsel ve görsel dengelerin oluşmasını teşvik etmişlerdir.
İstanbul'un dokusu, karakteristik çıkmaz sokaklarla bir düzensizlik ağına ve düğümlere benzer. Düğüm noktalarında mahalle mescitleri, çeşmeler, sıbyan mektepleri bulunur. Daha büyük düğümlerde külliyeler vardır. Bu hiyerarşik bir yapıdır. Sultan külliyeleri bu hiyerarşinin başında gelir ve kent fizyonomisinin röperlerini oluştururlar. Bir külliye ile etrafındaki kent dokusu arasında planlanmış bir mekânsal ilişki yoktur. Fakat külliye etrafındaki kent dokusu homojen karakteriyle, anıtsalın anlaşılması için ideal bir fon oluşturmuştur.
17. yy'da İstanbul büyümeye devam e-der. Nüfusu da artmaktadır. Fakat 16. yy'la karşılaştırıldığı zaman anıtsal yapı yoğunluğu azalacaktır. Yüzyıl başında yapılan I. Ahmed Külliyesi ve yüzyıl ortalarında tamamlanan Eminönü'ndeki Yeni Cami ile büyük külliyeler dönemi bir süre için kapanır. Sultan Ahmed Külliyesi Sinan'ın yaptığı külliyeler gibi, birleştirici bir vaziyet planına göre inşa edilememiştir. Bunun nedeni Atmeydanı'nın özel durumu ve iş-
Dostları ilə paylaş: |