İSTEYEREK ÖĞRENMEYLE ZORLA ÖĞRENME ARASINDAKİ FARK
Öğrenme olayı ve öğrenme ihtiyacı, tıpkı yeme, içme, uyuma gibi yaşamı devam ettirmek için gerekli bir olay haline geldiği zaman öğrenmek artık isteyerek öğrenmektir. Nasıl ki kandaki şeker oranı düşünce bu durum Hipotalamus’a bildirilir, ve Hipotalamus da, bir yandan birşeyler yemek için süreci aktif hale getirirken, diğer yandan da durumu çalışma belleğine bildirerek burada bir duygu olarak yeme isteğinin oluşmasına neden olursa, aynı şekilde, öğrenme ihtiyacı da böyledir. Öyle olur ki, yeni şeyler öğrenmediğiniz zaman rahatsız olursunuz. Öğrenme kendi varlığınızı üretme sürecinin vazgeçilmez bir parçası (bileşeni) haline geldiği zaman, yani ancak öğrenerek varolmakla mutlu olduğunuzun bilincine vardığınız zaman, öğrenme motivasyonu dediğiniz şey kendiliğinden oluşur. Çünkü motivasyon-dopamin sistemi ancak o zaman aktif hale gelmektedir.
Zorla öğrenmede ise, “öğrenme” dışardan dayatılan bir zorunluluktur! Ortada, içerden gelen (iç dinamiğe ilişkin) bir istek yoktur. Bu durumda hemen, buna (bu dayatmaya) karşı bir reaksiyon oluşur. Ortada bir dış müdahale vardır, organizmanın savunma sistemi harekete geçer. İki şey olabilir. Ya “hayır” der kurtulursun (ormanda karşımıza çıkan ayıdan kaçıp kurtulmamız gibi), ya da, eğer o an dış baskı çok kuvvetliyse, yani kaçıp kurtulma yolu kapalıysa, bu durumda da öğreniyormuş gibi yaparak “çevreye uyum sağlamaya”, dış faktörle bir denge kurmaya çalışırsın. Eğer bu sürecin sonunda öğrenip öğrenmediğin kontrol ediliyorsa da (imtihan), o zaman ezberlersin biter! Baskı altında “öğrenmenin” varabileceği yer budur. Tabi bu durumda, dış faktör ortadan kalkınca, zorla “öğrenilen” o şeyler de silinir giderler. Beyin bir “yükten” kurtulmuş olur! Dikkat edilirse, işin içine zor faktörü-dış baskı unsuru girdiği zaman sistem tamamen farklı bir şekilde çalışmaya başlıyor. Önce hemen Amiygdala devreye giriyor. Amiygdala hazırladığı reaksiyon modelini organizmanın diğer alt sistemlerine bildiriyor. Hipotalamus stres sistemini aktif hale getirirken, Beyinkökü (Hirnstamm) üzerinden A10, Nucleus accumbens-Dopamin sistemi aktif hale getiriliyor ve organizma bu dış başkıya karşı mücadele için motive hale giriyor! Yani, zor kullanarak çocukları öğrenmeye motive edeyim derken tam tersine öğrenmemeye motive etmiş oluyorsun. O halde, ya kendi isteğinle öğrenirsin, ki bu durumda zor ve baskıya yer yoktur, ya da öğrenmeye düşman hale getirirsin!
Ama burada tabi, öğrenme disipliniyle öğrenmeye zorlama olayını biribirine karıştırmamak lâzımdır! Öğrenme disiplini öğrenmeye konsantre olmak için gereklidir. İyi bir öğretmen, bu anlamda disiplini elden bırakmayan iyi bir yöneticidir de. Ama gene iyi bir öğretmen, bunu, işin içine zor faktörünü sokmadan başarır. Burada bütün mesele öğretmen-öğrenci ilişkisinin ne derece sağlıklı olduğuna, öğretmenin sisteme informasyon-öğrenme materyali-verme konusunda ne derece yetenekli olduğuna bağlıdır. Çünkü, öğrenmeye ilginin artması öğrenme materyalinin anlaşılabilirliğine, bu materyalin sunuluş tarzına, öğrenme sürecinin küçük basamaklara ayrılarak, öğrenciye her basamağın sonunda öğrendiğini hissetme olanağının tanınmasına, öğrenciye, yol boyunca öğrendikleriyle kendisini mükâfatlandırma olanağı verilerek motivasyon sisteminin sürekli aktif halde tutulmasına bağlıdır.
ÖĞRETMEN-ÖĞRENCİ SİSTEMİNİN VE BİLGİ ÜRETİMİ SÜRECİNİN DİYALEKTİĞİ
“Her sistem örgütlü bir bütündür” demiştik. Örgüt ise görev bölüşümüyle gerçekleşiyordu. Bu durumda, iki parçadan oluşan bir örgüt olarak öğretmen-öğrenci sisteminde bu “görev bölüşümünden” ne anlayacağız? Hangi görev bölüşülüyor burada ve neye göre oluyor bu görev bölüşümü?
“Her sistem, her örgüt, “dışardan” gelen madde-enerjiyi-informasyonu kendi içinde işleyerek (processing) bir ürün-output-çıktı oluşturur. Bir sistemin, ya da bir örgütün bütün fonksiyonlarının özü budur, sistemin içinde yapılan bütün işlerin esası budur. O halde, görev bölüşümü dediğimiz olay da, bu üretim süreci esnasında, ürünü gerçekleştirebilmek için yapılıyor. Nasıl yani? Önce neyi üreteceğini bilecek, bu konuda bir karar vereceksin, buna ilişkin bir model, bir plan oluşturacaksın ki, sonra da bu planı, modeli hayata geçirebilesin, gerçekleştirebilesin. Üretim olayı budur. Her sistemin-örgütün içinde var olan ve bizim görev bölüşümü dediğimiz, yapılan işe, fonksiyona göre, biribirini tamamlayarak var olma olayının esası budur. En azından iki elementten oluşan bir sistemin içindeki görev bölüşümü, neyin, nasıl üretileceğini belirlemeye, buna dair bir model oluşturmaya, ya da en azından, bu türden hazır dispozisyonel bir modele sahip olmaya-onu temsil etmeye ve sonra da, bu planı hayata geçirmeye dayanmaktadır. Bir sistemin içindeki iki temel var oluş fonksiyonu budur” [4].
Görüldüğü gibi, her durumda, görev bölüşümünün altında yatan neden, informasyon işleme mekanizmasının kendisidir. Her sistem, bu mekanizma işlerken, işlediği için varoluyor. Tek bir hücrenin de, çok hücreli bir organizmanın da, bir toplumun da, öğretmen-öğrenci sisteminin de varoluş mekanizması budur.
Öte yandan, sistemin içindeki görev bölüşümünde, neyin-nasıl üretileceğine karar vermede uzmanlaşan unsur daima dominant oluyor. Neden? Çünkü, belirleyici olan o olmuş oluyor da ondan! Yani, onun hazırladığı reaksiyon modeli uygulanıyor da ondan. Diğer unsur, yani motor güç ise, sadece hazır bir planı hayata geçirmiş oluyor! Bu yüzden, reaksiyon modelini hazırlayan dominant unsur daima sistem merkezini de temsil eder görünüyor. Onun dominant olmasının nedeni de bu zaten. Daha başka bir deyişle, dışardan gelen madde-enerjiyi-informasyonu sistemin içindeki bilgiyle işleyerek ortaya bir üretim modeli-planı çıkaran unsur, yani, sistemin içindeki bilgiyi yöneten unsur ilişkilerde dominant, belirleyici bir rol oynamış oluyor” [4].
Bu satırlar “Herşeyin Teorisi’nden”. Alın öğretmen-öğrenci sistemini bu büyük tablonun içindeki yerine oturtun, başka hiçbir şeye gerek yok! Öğretmen-öğrenci ilişkisinin neden bir sistem ilişkisi olarak anlaşılması gerektiği, öğretmenin neden bu sistemin dominant unsuru olduğu, öğrencinin öğrenme fonksiyonunun ne anlama geldiği, bütün bunların hepsi bu tabloda var. Biz gene o büyük tablodan okumaya devam ediyoruz:
“Bir AB sisteminde, A ve B arasındaki bütün ilişkiler iki karşıt potansiyel madde-enerji alanının-kuvvetin birliği zemininden doğarlar” ( Bunu, öğretmen ve öğrencilerin bir araya gelmeden önce biribirleri için potansiyel bir gerçeklik olmaları, biraraya gelişle birlikte objektif bir gerçeklik olarak sistemin doğuşu şeklinde anlayın). Devam ediyoruz: “İlk durum” adını verdiğimiz bu platform (öğretmen-öğrenci ilişkisi) daha sonra gerçekleşecek bütün etkileş-melerin (öğrenme, bilgi üretme sürecinin) ortak zeminini oluşturacaktır. Çünkü her sistem, son tahlilde, bir açık sistemdir. Varlığını dış dünya ile etkileşim halinde sürdürür. Bu anlamda da canlı, dinamik bir yapıdır. İşte, çevreyle gerçekleştirilen bu etkileşmelerin sonucu olaraktır ki, hiç bir sistem, hiç bir zaman, mutlak denge halinde kalamaz. Yani, içinde mutlak birliğin, “huzurun” hüküm sürdüğü kapalı bir sistem düşünülemez. Daha o “ilk” gerçekleşme “anından” itibaren, dış dünyadan gelen etkiler karşıt kutuplar arasındaki dengeyi bozarlar“.
„Aynen şöyle olur: Dışardan alınan madde-enerji-informasyon sistemin içine girince, sistemin dominant kutbu (burada öğretmen) bunu içerdeki bilgiyle işleyerek bir reaksiyon modeli hazırlar ve sonra da hazırladığı bu reaksiyon modelini gerçekleştirmesi için öğrencilere verir. Öğrenciler de görevlerini yerine getirirler, bunu gerçekleştirirler-öğrenirler“. Hepsi bu kadar!
Burada açıklanması gereken iki nokta var sanırım. Birincisi şu: Öğretmen aracılığıyla sisteme giren informasyon neden „dışardan“ gelen bir informasyon oluyor? Bu, aynen, presinaptik bir nöronun aksonundan sinaptik aralığa gelen informasyonun, o sinaps için „dışardan gelen bir informasyon“ olmasına benzer. Bu durumda presinaptik nöron, sisteme-sinapsa dışardan gelen bir informasyonu dahil ediyormuş gibi gözükür. Buradaki „dışarı“-„içeri“ kavramları tamamen izafidir. Örneğin, organizmayı bir sistem olarak ele aldığımızda, bunun dışında yer alan şeyler bu sisteme göre birer „dış unsur“ rolünü oynarlarken, bunlar aynı anda, organizma çevre sistemi açısından sisteme ait unsurlar olarak görülebilirler. Bu nedenle, öğretmen de bir yanıyla öğretmen-öğrenci sisteminin bir unsuru iken, diğer yanıyla da (sistemin dominant unsuru olarak) sistemi dışarıya karşı temsil eden kutup olduğu için, onun dış dünyaya açılan kapısı rolünü de oynar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu fonksiyonların hepsinin aslında bir bütün olarak sistemin fonksiyonları olduğudur. Söz konusu „rollerin“ sahipleri-aktörler bu rollerini sistem adına yapmaktadırlar. Yani öyle varlığı kendinden menkul bir öğretmen ya da öğrenciler yoktur ortada! Bunlar, karşılıklı ilişki içinde biribirlerini yaratarak varolan „öğretmen“ ve „öğrencilerdir“.
İkinci nokta da şudur: „Dışardan“ gelen informasyonu sistemin içine dahil eden öğretmen, bunu yaparken informasyonu sistemin içindeki bilgiyle işleyerek neyin-nasıl öğrenileceğine ait bir öğrenme modeli de oluşturmuş oluyor. Bu nokta çok önemli. Örneğin, üçüncü sınıfta şunlar öğretilecek diye bir program yapmış Eğitim Bakanlığı. Öğretmenin görevi, „ programda bunlar yazılı, haydi bunları öğrenin“ diye buradaki öğrenme materyallerini çocukların önüne koymak değildir! Öğretmen, bu materyalleri bir ham madde olarak değerlendirip, bunları öğrencilerin o ana kadar sahip oldukları bilgilerle (sistemin bilgi seviyesi) işleyerek öğrencilere sunmakla görevlidir. Dikkat edelim, bu, „alın bunları öğrenin“ ilişkisi değildir. Öğretmen bu materyalleri sistem adına değerlendirerek, neyin-nasıl öğrenileceğine dair bir model oluşturuyor. Öğrenciler de bu modeli hayata geçiriyorlar. Yani öğretmenin kendisi de öğrenme sürecinin içinde yer alıyor. Evet burada o bir katalizatör rolü oynuyor, ama bu önemli değildir. Sistem açısından bakınca o da öğreniyor.
Etkileşmenin başladığı andaki durum, bir AB sistemi olarak öğretmen-öğrenci sistemi açısından ilk denge durumudur („initial state“). Etkileşme başladığı an A, yani öğretmen, AB sisteminin mevcut durumunu (sistem merkezini) temsil eden dominant unsur haline gelir. O an o, hem dışardan gelen informasyonun işlenmesi için sistemin gerçekleştireceği reaksiyon modelini hazırlayarak bunu B’ye (yani öğrencilere) iletendir (ki bu B açısından bir etkidir, mevcut dengenin ihlalidir), hem de, mevcut durumu temsil eden unsur olarak onu muhafaza etmeye çalışandır. Örneğin, AB sistemi olarak bir atom söz konusu olduğu zaman, sisteme dışardan bir foton alındığında, atomun çekirdeği, elektrostatik çekme kuvvetiyle elektronların bir üst enerji seviyesine çıkmasını engellemeye çalışırken, elektronlar da, mevcut dengenin kendini inkârını gerçekleştirmek için bir üst seviyeye çıkmakla meşguldürler! Aynen öğrencilerin yaptıkları gibi! Sistem denge durumundayken öğretmen aracılığıyla sisteme alınan informasyon (öğrenme materyalleri) bu dengeyi bozuyor. Bu durumda öğretmen, hem mevcut denge durumunu-sistemi temsil eden dominant unsurdur, hem de, sisteme dışardan informasyon girişine aracılık ederek, bu dengenin kendini inkarına neden olandır. Öğrenciler ise, bu inkarı gerçekleştirirlerken, yani yeni bilgileri öğrenirlerken, sistemin bir üst denge durumuna-bilgi seviyesine-çıkmasına neden olurlar.
„Bir üst seviyeye (bir üst bilgi seviyesine) çıkmak için gerçekleştirilen eylemler daima devrimci nitelik taşırlar! Çünkü, ilk başta, sadece bir tepkiyle yola çıkılıyor gibi görünse de, (öğrencilerin öğrenme faaliyetleri), bütün bu etkinliklerden amaç, yeni ve organizma için daha elverişli olan bir denge durumuna ulaşmaktır. Bu nedenle, sistemin varoluş fonksiyonu olarak gerçekleşen reaksiyon (öğrenme süreci), kendisinden dolayı değil, kendi içinde taşıdığı potansiyelden dolayı (ulaşılacak olan hedeften, yeni doğacak çocuk olarak yeni bilgiden dolayı) ilerici bir öze sahiptir. Yani, sistemin motor unsurlarının (öğrencilerin) sistem adına gerçekleştirdikleri reaksiyon (öğrenme eylemi), yeni bir denge durumuna gebe bir anne rolünü oynar! Bir anne ise, ancak, kendi içinde-ana rahminde taşıdığı çocuktan dolayı devrimcidir! Ne zaman ki, yeni denge durumu, reaksiyondan ayrışarak, yeni bir bilgi seviyesi şeklinde bağımsız bir varlık olarak oluşmaya başlar, buna bağlı olarak, eski durum zemininde oluşan varlıklarıyla A ve B de, eskiye ait kimlikleriyle yok olarak ürünle-bilgi- kendilerini yeniden yaratmış olurlar“ [4].
„Dikkat ederseniz, her durumda, önce girdi, yani sisteme “dışardan” giren madde-enerji-informasyon, mevcut-var olan- çerçevenin içine alınıyor (öğretmen öğrenme materyallerini sisteme dahil ediyor). Daha sonra bu, eldeki bilgiyle yoğruluyor, işleniyor, bir ürün olarak şekillendiriliyor (öğreniliyor). Ama bu ürün, belirli bir noktaya kadar hep mevcut sistemin içinde onunla bütünleşerek, onun bir parçası olarak varoluyor. Öyle ki, bir süre sonra, mevcut sistem sadece bu ürünü yaratan ve onu taşıyan haline geliyor128. Bu, aynen bir kadının hamile kalması olayıdır. Yeni doğacak olan sistem, çocuk, mevcut sistemin ana rahminde gelişiyor. Ve sonra da doğum oluyor. Bir atomda da böyledir bu, bir toplumda da, bir insanda da. Çünkü bu mekanizma, öğrenerek varolma sürecinin-evrim sürecinin- evrensel mekanizmasıdır. Hangi sistem olursa olsun, ister bir atom, isterse bir insan, ya da bir toplum, bütün sistemler, ancak dış dünyayla etkileşerek var olurlar. Bu etkileşmeye göre, ve bu etkileşmenin sonucu olarak.
Her etkileşme, aynı zamanda bir kendi kendini yeniden üretme sürecidir de. Bazı sistemler (canlılar) bunu otonom agentler olarak kendi kendilerine yaparak varolurken, bazıları da (cansız doğadaki nesneler), çeşitli nedenlerle tesadüfen etkileşerek değişirler. Bu durumda, yeni bilgileri temsil etme ve evrim tesadüflerin sonucudur (canlılar böyle bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmamışlar mıdır). Ama özünde mekanizma aynıdır. Bir atomun dışardan bir foton alarak bir üst kuantum seviyesine geçmesi ne ise, bir kadının doğum yapması da odur. Toplumsal düzeyde de, insanlar bir yandan hayatta kalabilmek için, yani mevcut durumu muhafaza edebilmek için üretirlerken, diğer yandan da, ihtiyaçlarından daha fazlasını ürettikçe, “toplumsal gelişme seviyesinde” daha üst basamaklara doğru çıkarlar. Yani, hem sistem içindeki gelişmenin, evrimin, hem de sonra, daha üst bir toplumsal sisteme geçişin temeli üretimdir, dış dünyadan alınan madde-enerjiyi sistemin içinde işleyerek özümlemek ve bir üst basamağa çıkmaktır“...
“İşte, “zıtların mücadelesi” olayının esası-özü de budur. Her durumda, “dışardan” gelen girdiyi-informasyonu alarak onunla bütünleşen, sonra da ona karşı bir reaksiyon modeli hazırlayarak varolan, sistemin dominant unsuru bir A vardır ortada. Bir de, A’nın hazırladığı reaksiyon modelini gerçekleştirerek, sanki ona karşı-zıt bir hareket yapıyormuş gibi varolan-gerçekleşen bir B. Herşey, bu A ve B’nin karşılıklı diyaloğundan-etkileşmelerinden ibarettir!129 Merkezi temsil eden dominant kutup, bir yandan, kendi temsil ettiği mevcut denge halinin inkarını gerçekleştirirken, diğer yandan da onu muhafaza etmeye çalışarak varoluyor; buna karşılık sistemin motor gücü olarak rol oynayan karşıt kutup da, hazırlanan reaksiyon modelini gerçekleştirmeye çalışırken (yeni bir denge durumuna geçişin gereğini yapmaya çalışırken) gerçekleşiyor. Bu arada da sistem hamile kalmış oluyor ve sistemin içinde yeni sisteme ait potansiyel güçler oluşmaya başlıyorlar. Bu nedenle, dışardan bakınca mekanik olarak devrimi-geçişi yapan, sistemin içindeki karşıt kutbun (B’nin) gerçekleştirdiği reaksiyonmuş gibi görünse de, gerçekte böyle değildir (yani devrim bir reaksiyon değildir) ! B’nin gerçekleştirdiği reaksiyon sistemin içindeki “eşitsizliğe karşı bir mücadeledir” o kadar! Bunun “devrimle” bir alakası yoktur! Devrim, eskinin içinde olgunlaşan yeniye ait güçlerin eskinin kabuklarını kırarak ortaya çıkması olayıdır. Ama, eskinin içindeki “karşıt kutup”, yeni doğacak olan bebeğe hamile olduğu için, onu kendi ana rahminde taşıdığı için, sanki bu geçişi sağayan, gerçekleştiren de oymuş gibi görünür!..Hamilelik süresi boyunca çocuk henüz ortalıkta görünmediğinden, annenin kendisi bile kerametin kendisinde olduğunu sanır! Aslında haksız da değildir bunda! Çünkü “çözümü” gerçekten de o taşımaktadır. Ama bu taşıma-temsil yetkisinin, kendisinden değil de, karnında taşıdığı bebekten dolayı onda olduğunu, o dahil, mevcut sistemin içinde kimse anlayamaz“![4]
Devrim dediğimiz olay (yeni bir bilginin öğrenilmesi olayı da devrimci bir olaydır), bir dış kuvvetin sistemi etkilemesi, onu zorlayarak değiştirmesi olayı değildir (yani bir öğretmenin zorla öğrencilerin kafalarına bilgileri sokması değildir! Her durumda, gene bu ister bir atom, ister bir insan, ya da toplum olsun, bütün sistemlerde, dış kuvvetler, daima sistemin iç yapısını oluşturan unsurlar aracılığıyla, onlarla bütünleşerek etkide bulunurlar. Örneğin, bir atomun belirli bir kuantum seviyesinden bir üst seviyeye çıkması için gerekli olan dış etken, enerji (girdi), önce mevcut sistemle bağlaşır, onun içinde işlenir ve sistemin içinde bir ürün, potansiyel yeni bir durum ortaya çıkar. Öyle ki, sistemin bulunduğu enerji seviyesinin sınırları artık bu yeni durumu-enerji kapasitesini muhafaza edemez hale gelir. Bir üst seviyeye geçişin ön koşulu budur. Sonunda, mevcut durumun içinde oluşan yeni sistemin güçleri, onun çerçevesini, sınırlarını aşarak, kendi enerji kapasitelerine uygun yeni bir seviyeye çıkarlar. Olay budur. Yoksa öyle mekanik bir geçiş olamaz. Dışardan bir enerji (hv) geliyor, atom bir üst seviyeye çıkıyor. Ama nasıl oluyor bu? Gelen o enerji önce nereye geliyor? Enerji yoğunlaşması nerede oluyor? Mevcut-varolan sistemin içinde bu girdi nasıl işleniyor? Ortaya çıkan reaksiyon nedir? Yeni bir durum-çıktı nasıl oluşuyor? Ancak bu sorulara cevap verdikten sonradır ki problemi çözülmüş olarak görebiliriz [3]. Neden ve nasıl sorularını atlayarak yapılacak açıklamalar eksik kalmaya mahkumdur. Bir problem ancak İnformasyon İşleme Bilimi130 zemininde açıklanarak çözüldüğü zaman tam olarak çözülmüş kabul edilebilir.
Demek ki, her yeni sistem, önce eskinin içinde bir yoğunlaşma (gelişme diyelim buna) olarak oluşuyor (yeni bir sinapsın eskinin içinde oluşması gibi). Ve ancak bu yoğunluk, eskinin, yani mevcut sistemin sınırları içinde taşınamaz hale geldiği zaman doğum olayı gerçekleşiyor. Bilgi üretme sürecinden başka birşey olmayan öğrenme süreci de böyledir. Yeni bilgileri üretme, yani öğrenme süreci, daima, mevcut bilgileri temsil eden sistemin-nöronal ağların-içinde başlar. Yeni bilgiler eskinin-mevcut varolan sistemin içinde doğarlar ve aynen bir çocuğun doğması gibi onun içinde gelişip oluşarak ortaya çıkarlar.
Dostları ilə paylaş: |