Yedinci Bölüm Tevazu Aklın Askerlerinden ve Yoğrulmuş Fıtratın Gereklerindendir, Kibir ise Cehaletin Askerlerinden ve Örtülü Fıtratın Gereklerindendir
Bütün insanlık ailesinin üzerinde yoğrulduğu ve de hiç kimsenin mahrum kalmadığı fıtratlardan biri de, büyük bir varlığın karşısında tevazu, alçak gönüllülük ve ululama haletine bürünmesidir. Eğer bir insanın kalbi, herhangi bir kimsenin azamet ve büyüklüğünü derk edecek olursa, fıtratı gereği, onu ulular, onun huzurunda boyun eğer, mütevazi ve alçak gönüllü davranır. Bu büyük şahsa tevazuya bağlı olarak onun yakınlarına da bağımlı olarak tevazu gösterir.
Fıtrat bütün anlamı ve hakikatiyle mutlak büyük ve azim varlığın karşısında mütevazi olduğu için tabiata gömülmediği ve tabiat hükümlerine esir olmadığı müddetçe Hak Teala’ya karşı da tevazu ve ululama haleti içinde olur. Zira Allah-u Teala mutlak azim ve büyüktür. Bütün büyüklükler, azametler, celal ve cemaller, Allah-u Teala’nın cemal, celal ve azametinin sadece bir gölgesidir.
O halde insan, tabiat hükümleriyle örtülü olmayan asil fıtratı hasebiyle Hak Teala için bizzat ve Hak Teala’nın celal ve cemal mazharları için ise, ilineksel olarak tevazu gösterir. Allah’ın kullarına tevazu da Allah’a karşı tevazu göstermektir. Asil fıtrat üzere zuhur eden bu tevazuda nefis ve şeytanın tasarruf eli bulunmamaktadır. Bu açıdan bu tevazu kendisi için gösterdiği bir tevazu değildir. İstifade etmek için tamahlanmak ve göz dikmekten münezzehtir.
Örtülü olmayan bu fıtratın sahibi, bütün varlıklar için tevazu gösterdiği halde, Allah-u Teala’dan başka hiç kimseye boyun eğmez, kalbi sadece Allah-u Teala’ya yönelmiş durumdadır. Bu kesret, tevhidin aynısıdır. Bu yaratıklara teveccüh, Hak Teala’ya teveccühün aynısıdır. Bu ahlak, marifet ve muhabbet çeşmesinden kaynaklandığı için marifetullah ve muhabbetullahın aynısıdır.
Bu fıtratın sahibi olan bir kimse, varlıklardan hiç kimseye yaltaklanmaz. Zira bütün yaltaklanmaların kaynağı bencillik ve haktan örtülü olmaktır. O halde açıkça anlaşıldığı üzere Allah’a ve yaratıklarına karşı tevazu yoğrulmuş fıtratın gereklerindendir. Buradan da anlaşıldığı üzere tekebbür ve yaltaklanma örtülü fıtrattandır. Zira, nefsani hicaplarla örtülü olan ve de kendisine bencillik egemen olan bir insan, bu bencillik üzere kendisi için bir çok kemaller ispat etmeye çalışır. Ama kemallerin kaynağından gafil davranır. Eğer onlara karşı maddi bir tamahı yoksa, Allah’ın kullarını küçümser, ama eğer onlara bir tamah gözüyle bakıyorsa, onları ulular, böylece de elinin altındaki kimselere tekebbüre kapılır. Dünya ehline ve tamahlandığı kimselere karşı yaltaklanır. Dolayısıyla Allah’a doğru seyrettiği ve kendisiyle Allah’a ve yaratıklarına tevazu gösterdiği merkebi, perdeye büründüğü için seyir merkebi onu şeytana ve tabiata doğru götürür. Bu vasıtayla insanlara tekebbürde bulunur ve bazen de onlara yaltaklanır.
On Dokuzuncu Maksat
Teenni1 ve Zıddı Olan Acelecilik Hakkında
Burada üç bölüm vardır:
Birinci Bölüm Tüede (Teenni) ve Aceleciliğin Zahir ve Batın Sıfatlarından Olduğu Beyanında
“Hümeze” kipinde olan “tüede” bir işte sabit kalmak ve teenni anlamlarına gelmektedir. 2 Aynı zamanda itminan içinde hareket etmek anlamını da ifade etmektedir. Tasarru’ ise bütün bunların karşıtıdır.”3
Teenni, nefsani sıfatlardan biridir ve zahirdeki etkileri ise harekette ağırlık ve itminan içinde olmaktır.
Teenni ve vakar, kalpte ortaya çıkınca, görüş ve inançlar hususunda da teenni hasıl olur ve ondan da söz ve davranışlarda teenni meydana gelir. Nitekim, kalpte acelecilik ortaya çıkınca bu zahire de yansır.
Hadis-i şerif incelendiğinde de anlaşıldığı üzere akıl ve cehalet askerleri, batıni sıfatlara özgü bir şey değildir. Aksine zahir ve batın, ilk ve son bütün hayırlar, aklın askerlerindendir. Batıni ve zahiri hayırlar aynıdır. Aynı zamanda bütün kötülükler de cehaletin ordusundadır. Zahiri ve batıni kötülükler aynı konumdadır. Yüce hikmet ilminde de ispat edildiği üzere zahirin batına isnadı birbirine zıt iki gerçek arasındaki isnat gibi değildir. Aksine kemal ve noksanlık, kesrette vahdet ve vahdette kesret türünden bir isnattır. 4 Hatta zahir ve batın tabiri bile belki bütün tabirlerden daha iyidir.
Nefsani ahlak, hakikatlerin ve ruhsal batıni sırların zuhurudur. Nitekim zahiri ameller de melekelerin ve nefsani ahlakın zuhurudur. Şiddetli birlikten ve nefsani makamların vahdetinden dolayı bütün batın hükümleri zahire ve zahir hükümleri de batına sirayet etmektedir. Bu açıdan temiz şeriatta zahir ve suretin korunmasına büyük önem verilmiştir. Hatta oturmak, kalkmak, yürümek ve konuşmak hakkında bile bir çok emirler verilmiştir. Zira bütün zahiri amellerin nefis ve ruhta bir takım etkileri vardır ki ruh onlar vasıtasıyla tümel değişimler geçirmektedir. Eğer insan yol yürürken acele yürürse bu onun ruhunda da acelecilik icat etmektedir. Nitekim acele eden ruh da zahiri acele etmeye sevk etmektedir. Aynı şekilde, eğer insan zahiri amellerde vakar, sükunet ve güven üzere davranacak olursa bu her ne kadar zorlukla yapılsa dahi yavaş yavaş ruh batınında bu değerli meleke, itminan ve sebat vücuda getirir ve bu değerli meleke bir çok hayır ve kemallerin kaynağı haline gelir.
İkinci Bölüm Tuede ve Tasarru’ (Teenni ve Acelecilik) Kelimelerinin Anlamı
Zahire bakıldığında hadis-i şerifte yer alan tuede kelimesinden maksat, karşıtı tasarrru’ olduğu hasebiyle teennidir ve teenni ise ifratı acelecilik olan gazap kuvvesinin itidalidir. Nitekim bazı araştırmacılar, bunu bu şekilde beyan etmişlerdir ve nefis sükunetini, cesaretin kollarından biri saymışlardır. 1
Belki de bundan maksat, sebat içinde olmaktır ve o da gazap kuvvesinin itidalinden kaynaklanmaktadır ve cesaretin dallarından biridir. Bu da nefsin bir çok zorluklara ve alemdeki acı olaylara tahammül etmesi, hemen meydandan kaçmaması, ihmalkarlık ve lakaytlığa yönelmemesi, düşüklük ve sertliğe başvurmamasıdır. Bu ahlaki ve ruhi olaylardan, veya doğal ve cismani olaylardan daha genel bir anlam ifade etmektedir.
Sebat haletine sahip olan bir nefis, ruhsal tatsızlıklar karşısında teslim olmaz, acı olaylar karşısında diz çökmez, itminan ve sebatı azalmaz, belki de “Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”2 ayeti de bu nefis makamına işaret etmektedir.
Elbette toplum içinde böyle bir ruhu elde etmek, en önemli işlerden biridir ve aynı zamanda da en zor işlerden biri sayılmaktadır. Bu açıdan rivayette de yer aldığı üzere Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Hud suresi, bu ayeti sebebiyle beni ihtiyarlattır.”1
Bu ayet, Şura suresinde2 de olduğu halde, Hud suresine özgü kılınışı belki de altındaki “ve seninle birlikte tövbe edenler” ifadesinin yer almasıdır. Zira Şura suresinin devamında bu kayıt yoktur. Zira ümette dosdoğru oluşun vücuda gelmesi, oldukça zor bir iştir, dolayısıyla da Hud suresi zikredilmiştir.
Özetle, işlerde sebat göstermek, insanın savaş meydanlarındaki zorluklarda tahammül göstermesine neden olur ki insan zorluklar karşısında savaştan yüz çevirmez ve ilahi değerleri savunmada sürçmez. Böylece ruhsal zorluklar karşısında da sürçmez, nefsin sebat ve güvenini kaybetmez.
Ama tam tersine acelecilik, uyumsuz melekelerden biridir ki insan bu sıfat sebebiyle, hiçbir şeyde sebat gösteremez, sorumluluk kabullenmekten kaçınır ve işleri idare edemez. Ne ruhsal sorunlardan sakınabilir ne de bedensel zorluklarda direnebilir. Bu uyumsuz ahlaktan dolayı erdem şehrinde bir çok bireysel ve toplumsal bozukluklar vücuda gelir. İnsan eğer böyle ruhsal bir halete sahip olursa en küçük zorluklar karşısında kendini kaybeder, ilahi ve ruhani görevlerinden yüz çevirir, bazen nefis ve şeytan ona galebe çalar, onu hak yoldan saptırır, imanı lekelenir, dini, mezhebi ve değerlerine ait ilkelerini tümüyle kaybeder.
Nefis güveni ve ayakları sabit kalmak, insanı şeytanın ordusu karşısında korur, cehalet ve şeytanlık askerlerine üstün kılar.
Nefis itminanı ve sebat, insanı gazap ve şehvet kuvvesine üstün kılar. Böylece insan, bu kuvveler karşısında teslim olmaz. Hatta bütün batıni ve zahiri kuvvelerini ruhun itaati altına sokar.
Sebat ve direniş insanı, alemdeki tatsız olaylar, ruhsal ve bendesel baskılar karşısında çelikten bir sed gibi ayakta tutar ve insanda sürçmelerin ve gevşekliklerin ortaya çıkmasına izin vermez. İman ve din kuvvesini korumak, nefis itminanı ve ruh sükuneti olduğu taktirde daha kolay gerçekleşir ve son nefesine kadar insanı alemdeki sert rüzgarlar karşısında korur.
Nefis güveni ve ayakları üzerinde sabit kalmak, yabancıların ve münafıkların ahlakının insana sızmasını engeller ve insanın olaylara kapılmasını önler. İnsan nefis güvenliği ve sebatıyla tek bir millet teşkil eder ki eğer çirkin ahlaklar ve dinsizlikler seli tüm insanları alıp götürse dahi o çelikten bir dağ gibi bütün her şeyin karşısında durur ve yalnızlıktan dolayı asla dehşete kapılmaz.
İtminan ve sebat sahibi bir insan, bütün ferdi ve toplumsal görevlerini yerine getirebilir ve hayatının maddi ve ruhani hiçbir aşamasında sürçme ve hataya kapılmaz.
Din büyükleri, bu ruhsal büyük kuvve sayesinde kötü huylu milyonluk topluluklar karşısında kıyam ediyor ve asla hatasal fikre dahi düşmüyorlardı. Bu büyük ruh, büyük peygamberlerde mevcuttur. Zira onlar, tek başına bir dünyanın cahilce düşüncelerine karşı durmuş, yeni bir hareket başlatmışlardır. Onlar, kendilerinin azlığından ve düşmanların çokluğundan dolayı hiçbir korkuya kapılmamış ve bütün akılsızca düşüncelere galip gelmişlerdir. Bütün insanların adet ve tavırlarını ayakları altına almış, onları kendi renglerine büründürmüşlerdir. Bu sebat ve itminan içindeki bu ruh, kalabalık topluluklar karşısında sayıları az olan toplulukları korumuş ve az bir techizat ve sayı ile alemdeki bütün ülkelere musallat kılmıştır. Allah-u Teala Kur’an-ı Şerif’te bu itminan ve sebat kuvvesine büyük önem vererek şöyle buyurmuştur: “Eğer içinizde sabreden yirmi kişi olursa ikiyüze galip gelirler.”1 ve gerçekten de bu şekilde olmuştur. 2
Dostları ilə paylaş: |