Harbiye’ye gelince… Bir zamanlar doğal mesire yeri olan Habiye’de koyunlar, kuzular meleşir, kuşları cıvıl cıvıl ötüşür, insanlar doğayla buluşup örtüşür, soğuk sularını içerek dinlenirlermiş. Şimdiki haliyse içler acısı. Bursa’daki Uludağ’ın yazgısını yaşıyor. Kapitalizm doğasını delik deşik etmiş, sularını hoyratça hortumlamış, sağını solunu duvarlarla, beton binalarla sarıp sarmalamış… Apollon’un aman bilmez aşkından kaçıp kurtulmaya çalışan, yorulduğu yerde "Ey toprak ana beni ört, beni sakla, kurtar" diye yalvar yakar olduğu için ağaca dönüşen Daphne (Defne) adlı o güzel kız; her şeyini paraya çevirme heveslilerinin gözü doymaz hırsları ve acımasızca sömürmeleri yüzünden özelliğini, güzelliğini yitirip kırışıklarını, yıpranmışlığını makyajla saklamaya çalışan yaşlı yosmalara dönmüş. Son derece yapay, plastik ve kalabalık. Öyle de olsa yörenin en gözde turizm ve tatil yeri olarak ayrı bir öneme sahip. Harbiyeli defne ağaçlarının yaydığı o yoğunluktaki kokuyu bir başka yerde bulmak olası mı bilmem.
Güzel bir sürprizi de “sanat gezisi” adıyla yaptığımız ziyaret anında yaşadık. Ziyaret yerimiz Ressam Yusuf Altunay Atölyesi’ydi. Atölyenin duvarlarını sanatçının yaptığı tablolar, mozaikler süslüyordu. Her birimize şövalyesi üzerinde birer küçük tablo ve ayrıca Burhan Günel’e, kendi yapıtı olan kocaman bir Burhan Günel portresi armağan etti. Kıskanmadım, ama imrendim doğrusu. Daha sonra Ali Taş’ın davetlisi olarak onun kafesinde çay, ayran içerek dinlendik. Ali Taş, Gizem Yağmurları adlı ilk kitabından birer tane imzaladı.
O günün akşamınıysa ömrümce unutamayacağım. Belediye Meclis üyesi Sezgin Gümüş’ün Antakya Evi’nde ikram ettiği, Kaymakam Tahsin Kurtbeyoğlu’nun katıldığı yemek, türkü şölenine dönüştü. İlginç olan da şuydu; Aknehir Belediyesi’nin ÖDP’li genç Başkanı Mehmet Bereket de aynı mekândaydı ve bir ara epeyce söyleştik. Bize Aknehir’le ilgili gelecek tasarılarından ve edebiyat-sanat etkinlikleri yapmak istediğinden söz etti. O akşam şiir şöleni, türkü şöleniyle bezenerek tamamlanıyordu. Nebih Nafile’nin ipeksi sesiyle başladığımız türkü geçidini Özgen Karaşah’ın özge türküleri, deyişleri ve şelpe gösterisiyle sürdürdük. Bir zaman sonra sevgiyi, sevmeyi, aşkı anlatan bir Azeri türküyle ben geçtim bağlamanın başına:”Görmüşem, bilmişem, sevmişem seni. Buna ne çare?” Çaresi yoktu sevmekten başka ve türkünün bu nakaratını beş kez yinelemeye katılmayanların duaları kabul görmeyecekti. Salt bu yüzen olmasa da herkes beş kez yineledi nakaratları.
Sonra Burhan Günel, Celal İnal, Ahmet Gökçe, sonra Tuncay Akdağ, Yaşar Türkoğlu türküledi geceyi. Öyle böyle değil, hemen hemen herkes güzel söyledi türküsünü. Doğal ekolu sesiyle Burhan Günel ve Muğla Sürmelisiyle Ruhan Odabaş ağabeyliklerini türkü söylemekte de kanıtladılar. Bulabildiği her fırsatta zamanını bizlerle geçirmeye özen gösteren Kaymakam’ın bütün türkülere eşlik etmesiyse inceliğinin ve Anadolu sevdasının bir başka göstergesiydi.
Üçüncü günün gezi programında, öncelikle, Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı ve köyün içindeki Meryem Ana Kilisesi vardı. Kilisede mumlarımızı yakıp dilek diledik, ikram edilen bir yudum likör içtik ve bir Ermeni amcayla söyleştikten sonra ayrıldık. Sonra bin altıyüz yaşındaki Musa Ağacı adıyla bilinen Hıdırbey Çınarı… İnanışa göre, Hz. Musa, Hz. Hızır’ı aramak için buralara gelir. Suyu görünce asasını yere saplar ve içmeye başlar. Kalktığında asanın yeşererek ağaca dönüştüğünü görür. Bu ağaç o ağaç, hemen dibinden akıp geçen duru yayla suyu da Ab-ı Hayat (Ölümsüzlük Suyu)’tır. Görkemi göz kamaştıran tarihi bir birikim, koca bir tanık… Kimbilir nice aşkların, acıların (Artvin kültüründeki) dert bacısı… Nice düğünlerin, bayramların halaybaşı… Musa Ağacı’ndan sonra sıra Hıristiyanlığın ilk manastırı olması nedeniyle yöredeki inanç turizminin merkezlerinden biri konumundaki St. Simon Manastırındaydı. Musa Dağı’nın doruklarındaki bu manastır kalıntıları bin beş yüz yılın görkemli mirası olarak Anadolu kültürü içinde yer alıyor. Manastırı, su sarnıçları, konaklama mekânları, surları ve hatta ıslaheviyle muhteşem bir bir külliye.
Ancak bir uzlaşma örneğiymiş gibi görünmesine karşın bana çelişki gibi gelen ilginç bir gerçeğe de kalemimi dokundurmalıyım. Yoğunoluk Köyü yakınlarından geçerken rehberimizin dikkatimizi çekmesi üzerine gördüğümüz bir cami-kiliseydi o gerçeklik. Cami, koskocaman köyde, koskocaman dağda bir evlek toprak parçası yokmuş gibi, kilisenin tam üstüne oturtulmuş. Bindirilmiş daha doğrusu. Bu görüntüyü o büyük ve erdemli kültür harmanı atmosferine yakıştırtamadım.
Sonra değişik zamanlarda ve yerlerde gördüğüm, ama şimdi anımsadığım Seleucia Antik Limanı ve onunla doğrudan ilişkisi düşünülebilecek dünyanın ilk ticaret merkezlerinden Sabuniye, sonra Barutlu Mağara, Pencereli Mağara, Antik Tiyatro, Samanlı’da denizde gün batışı ve Eriklikuyu Köyü… Bu köyde, köyünün kalkınması için muhtarlığın açtığı, zeytin ürünlerinin, defne, turunç ürünlerinin, şifalı bitkilerin, kahvaltılıkların ve çayların satıldığı; birbirinden güzel rayihaların bireşiminden oluşan, o mekâna özgülenmiş özel bir rayihanın insanı mest ettiği küçük dükkân… Ve künefe elbet…
Hatay’a, Samandağ’a gelinir de künefe yenmez mi? Yenir de, nerede? Musa Dağı’nın böğründeki bir köyde. Bursa’da yaşayan Nâzım araştırmacısı, Nâzım’ın Bursa Yılları (2010) adlı kitabın yazarı Güney Özkılınç’ın büyüdüğü Teknepınar köyünün Batıayaz yaylası… Yörenin en güzel, en lezzetli künefesi orada yapılıyormuş. Narenciye ve zeytin bahçelerinden geçen, kıvrımlı, inişli çıkışlı, dağ yolunu binbir zahmetle katettikten sonra, nar gibi kızarmış künefe tepsilerinin başında bulduk kendimizi. Yiyince de zahmetimize değdiğini, hem de çok değdiğini anladık. Peynirin tereyağı ve künefe hamuru içindeki tadının, dilimin ucundan ayaklarımın parmaklarına kadar uzayıp gittiğini duyumsadım. “Taam” derler ya eskiler… Bir de kokusu, yani “rayiha”sı… Üstüne bir de yayla suyu içtik mi maşrapa maşrapa!... Destanını yazsam az gelir o gün yediğimiz künefenin, içtiğimiz suyun.
Kaymakam Tahsin Kurtbeyoğlu, etkinlik kitabına yazdığı “Şiir Güzelliği” başlıklı önsözde, “…ilçemiz sınırlarından Akdeniz’e ulaşan ve dünyanın en iyi ney kamışlarının yetiştiği Asi Irmağı ve çevresi” diyerek bana muhteşem bir ipucu vermiş oluyor. Aslında tamamladığım romanımın kahramanlarından Mevlâna’nın Neyzenbaşı Kutb-ı Nâyı Hamza Dede’yi yeniden çalışayım, çalışırken oraya göndereyim, Asi kıyılarına. Aradığını orada bulsun ve dönerken de (ikimiz adına) Kaymakam Bey’e teşekkür etsin. Şimdi, gezi izlenimlerimi yazarken edindiğim bu bilgiyi oradayken edinebilmiş olsaydım, Neyzenbaşı Hamza Dede için birkaç iyi (dokuz boğumlu) kamış seçip getirirdim. Çok sevinirdi biliyor musunuz? Bir daha yolum oralara düşerse öyle yapacağım.
Yaza yaza bir haller oldum, ama bitmedi Samandağ gezimiz. Şimdi de Aknehir’e gidelim. Türkiye’nin en genç Belediye Başkanı Mehmet Mübarek yemeğe davet etmiş çünkü. Hem de nerede? Asi Irmağı’nın kıyısında. Hatay’ın ünlü Kâğıt Kebabından yaptırmış. Özel, özgün ve özge bir lezzet de bu kebabınki. Üstüne bir de yine buraya özgü adıyla “koyu kahve”… Değmeyin keyfime… Bir yanımızda genç Kaymakam bir yanımızda genç Belediye başkanı…İkisi de sanatsever, şiir hayranı. Fotoğrafımız da öyle oldu. Şiirsel ve mutlu.
Aknehir belleğime akenerji imgesiyle de yer etti. Musa Dağ’da var bir pervane… Pervaneler daha doğrusu. Avrupa-Almanya yıllarımı yazdığım “Penceremden Sızan Işık: Hamburger Yazılar” adlı kitabıma “oralarda var, bizde niye yok?” diye not düşerken, “su akar Türk bakar… rüzgâr eser Türk yine bakar” diyerek hayıflanmıştım. Aknehir’de düşümün gerçek olduğunu, artık bizde de o pervanelerin dönmeye başladığını, dağlarımızın temiz elektrik üreten devasa rüzgâr gülleriyle donandığını görerek sevinçte havalara uçtum. Ne ki oluşumu kınayanlar, karşı çıkanlar varmış. Hatta bu tepkilerini o kadar büyütmüşler ki Samandağ I.Şiir Akşamları’nın Tekebaşı ayağını kırmayı bile başarmışlar. Anlamak isterdim, buna sınıfsal bakış açım, felsefem, birikimim ve kapsitem yeterdi, eyleminiz sponsor firmaya karşıydı aslında, ama sapla samanı karıştırdınız ve bu eylem orada, o gün, insanlıktan bir adım geri atmaktan öte bir anlama gelmedi. Bravo yarattığınız kargaşayla siz güçlü çıktınız; şiiri siz de yendiniz, siz de şiirin sesini kestiniz. Bundan sonra nükleere, atom enerjisine, kömür isine evet, öyle mi? “Hayır,” diyeceksiniz biliyorum, ama biz de öyle diyoruz, şiirlerimiz de sevgili ideoloji hemşerilerim.
Aknehir’i geçmeden, biraz da Aknehirli diğer güzel insanlardan da söz etmeliyim. Bize hoş geldin demek için aramıza katılan Nebih’in annesi Hasibe Nafile ve babası Suphi Nafile; evine davet ederek boğma rakı ikram eden, eşi Sibel Hanım’ın annesi Sabire Koç ve babası İsa Koç… Hepsini saygıyla anıyorum, ilgilerini hiçbir zaman unutmayacağım. Armağan olarak verdikleri, yörenin ünlü ve önemli ürünlerinden defne sabununu da anı olarak saklayacağım.
Ve elbette Nebih Nafile… Kaymakam’ın verdiği yetkiyle etkinliklerin bütün yükünü, sıkıntısını çeken sevgili kardeşim… Çift telefonlu… Bağlamanın güzel eli, türkülerin gür sesli dili… “Umut Yaşam İnsan” ve “Güneş Hepimiz İçin” adlı iki şiir kitabının şairi. “/damla ol/ su ol/ ak akabildiğince/…/bugün/ bu dakika/ şimdi” diyebilecek kadar yürekli, ivecen, eylemci ve ışıklı… Ne çok emek verdin Samandağ I. Şiir Akşamları adlı bu güzelliğe! Gençsin de… Tam bu işte; güzel geleceklere dair umutlarımızı taşıyabilecek kadar genç ve yüreğiyle, beyniyle, bedeniyle güçlü…
Bir de Ayın Gözyaşları adlı şiir kitabının(2009) genç şairi Hasan Girişken… Çok emek verdi, çok saygı gösterdi, yaptığı esprilerle çokça güldürdü yüzümüzü. “Ben parantez/sen kesme işareti/ hiçbir ortak cümlede karşılaşmadık,”(s.43) diyor bir şiirinde. Gecenin, rastlantının, aşkın ve yalnızlığın şiircisi. “Ben/çürük/ hasan” başlıklı şiiri de şöyle: “ben çürük hasan/ağaçlar böceklerce kemirilir çürür…// dal kurur, tutunursun kırılır…// gözlerimden iki damla… süzülür, dökülür// ben çürük hasan/çürür, dökülür, kırılır…// gözlerim geleceğe takılır”(s.29).
Hatay ve çevresinde yıllardır gerçekleştirdiği yazın-sanat etkinlikleriyle barışa, sevgiye, güzelliğe hizmet eden, bu bağlamda iki kez de beni konuk alarak ağırlayan sevgili Mehmet Karasu ağabeyi çok göresimiştim, ama her nedense gelmedi, aramadı da. Amanos Yazıları adlı dergilerinde yazdığım halde Murat Altunöz de gelmedi, aramdı, genç şairimiz Onur Aslan da… Bir de özverili, başarılı çalışmalarıyla öğretmenliğin hakkını veren, sanat dostu Canan Başkaya’yı gözüm aradı. Ama onun, annesinin sağlık sorunu yüzünden gelemediğini öğrendim.
Son bir selam da sevgili dostum Artar ailesine ve Künefe’me… Yani Ada Artar’a… Hatay’daki can dostum, Almanya arkadaşım, beş yıllık gurbetimizin şiir, türkü, bağlama ve vefa ortağı Musa Artar’ın kızı o. Samandağ I. Şiir Akşamları etkinliğinde bir güzellik de o yaptı bana. Güneşi de Getir Bize adlı çocuklara şiir kitabımdaki Atatürk betimlemesi “Bir Halk Adamının Gözleri” adlı şiirimi okudu. Künefe kadar tatlı, ada kadar büyük bir ödül vermiş oldu bana. Ona “künefe” dememin nedeni de böylesine tatlı şeyler yapması ve tatlı olmasıdır. Samandağ gecelerimizin sonuncusunda onların konuğu olduk. O gece de iyiliklerin anası Ferdane yengenin, güzel kızları Deniz’in hazırladığı nefis yemekleri yedik. Şarap eşliğinde ve birlikte türkülere durduk yine Nebih’in bağlamasının eşliğinde. Samandağ günlerimin sizlerle çok daha anlam kazandığını bir kez daha ve coşkuyla dile getirmeliyim. Ayrıca Sevgili Musa Artar’ın yakın zamanlarda gün yüzüne çıkaracağını umduğum bir öykü dosyası üzerinde çalıştığı muştusunu da vermeliyim.
Beşinci gün birkaç saatliğine Adana’daydık. Ben, Melda Hanım ve Ruhan Ağabey. Seyhan Nehrinin kıyısındaki büyük kent parkında dinlendik, yemek yedik, çay, kahve içtik, yalnızca parkı gezdik, Seyhan Nehrinin üstündeki asma köprüde salındık, fotoğraflar çektik ve kanatsız kuş örneği bir kez daha havalanıp İstanbul’a konduk.
Son sözüm yine sanat-insan, şiir-toplum üzerine olacaktır. İşi güzellik üretmek olan sanat bireye haz vermesinin yanında onun duygularını eğiterek kişiliğinin iyilikten, güzellikten yana değişmesine katkı yapar. İyi ve güzel insanlardan oluşan toplumlar barışçı, saygılı, verimli olurlar, diğer toplumlar içinde saygın yer edinirler. Bireysel ve toplumsal erdeme ulaşmak insanoğlunun sonul hedefidir. Oraya giden iki yoldan biri sanattan geçmektedir (diğeri bilimdir). Sanatın en soylu yanlarından biri de şiirdir. Samandağ I. Şiir Akşamları’nı bu bağlamda düşünürsek, onun Samandağ, Hatay, ülkemiz, dünyamız ve insanlık için ne anlama geldiğini daha iyi kavrarız.
Tam da bu nedenlerle sanata; şiire, öyküye, resme, müziğe, heykele, baleye, operaya, romana emek verenlere, sahip çıkanlara, ilgi gösterenlere ne mutlu! Onlar ne yaptıklarını biliyorlar. Onlar arılardır bal yapıyorlar, ipekböceğidirler koza örüyorlar.
Biz de ne yaptığımızı biliyoruz:
Uludağ’dan Musa Dağ’a bir yol yaptık, ipekten.
Patikalar Dergisi, Samanlı Kaymakamlık Sitesi, Milliyet Blog
PARİS BENİM NEYİME,
BEN HÜZÜNSÜZ OLAMAM
Elbette gönlüm Hamburg’dan Paris’e uçakla gitmek isterdi, ya da hızlı trenle, hiç değilse yataklısıyla; ama olmadı işte. Napolyon’un kulakları çınlasın!... Dandik bir otobüsle yola çıktık. Otobüsümüz dandik, ama yataklı... On mark fazla verdim ve oldukça uzun olan otobüsün bir yanı boyunca yerleştirilmiş yataklardan birine uzandım. Uyandığımda sabah olmak üzereydi, Bürüksel yakınlarından geçiyorduk. ”Adı Aylin” adlı kitabı açtım ve ilginç bir rastlantı olarak Aylin’in Paris yaşantısı, özellikle de Avenue günlerini okumaya başladım.
Arada başımı çevirip dışarı bakıyorum. Avrupa ülkelerinin her şeyi öylesine birbirine benziyor ki!.... Bu nasıl bir düzen, nasıl bir temizlik!... Neden bizde böyle değil her şey?...
Dümdüz bir ovadan sınırları belli bir hızla Paris’e ağıyor, altından yapılmış bir tünelden geçerek Kuzey Garajı’nda Paris toprağına ayak basıyoruz. Akşam saat sekizde yine buraya dönmek zorunda olduğumuz için bulunduğumuz yeri iyice belledikten sonra hızlı biçimde metroya gidiyor ve o ünlü Paris Metrosu’nda aklımızı yele veriyoruz.
Metroda Aksaraylı, hüzün yüzlü Hamit’le tanışıyoruz. Sonra yeryüzüne çıktığmızda da Anos Heros’la(heykel)... Foch Alanı’nda soluklanıyoruz. Her yan heykel, her yan Eyfel... Gözlerimi, Foch alanındaki altın kaplamalı heykellerden alıp ileri doğru baktığımda Eyfel’in üstüme hörelenen heybetiyle karşılaşıyorum. Üstündeki ışıklı elektronik tabelada “2000’e 217 gün kaldı” yazıyor. Sonra Sen!... “Ben Sen’i(seni) Paris’te gördüm” demişler ya.... Bulanık akan koca bir nehir. Üstünde turistlerin senfoni orkestrası dinleyerek Paris’i gözlemledikleri dar, uzun gezi tekneleri. Sanki hacdaymışız gibi rengarenk, büyük bir kalabalıkla birlikte şeytan taşlamaya gidiyoruz. Dünyanın en güzel, en soluklu, en coşkulu bir şiiriyle karşılaşmış gibiyim. Şaşırtıcı, ürkütücü ve hatta korkutucu bir şiir... Şimdi o şiiri okuyorum. Paris adlı görkemli şiiri.
Zamanımızın yetersizliği yüzünden üstüne çıkamadığımız Eyfel’in ayaklarının dibindeki yeşillikte bir çift genç... Alabildiğine özgürce, korkusuzca, sevgi dolu, ve hatta sevgilerini çoğaltabilme şansını yakalamış olmanın büyük coşkusuyla sevişiyorlar. Çat pat söyleşmeye duruyoruz. Şilili’lermiş. Sorduk, Notr’dam’a nasıl gidebileceğimizi bıkıp usanmadan, beden dilini kullanarak tarif ettiler.Bu kez de onlar sordular:
-Şili? dediler.
-Şair Neruda,dedik. Bir de Allende.
-Türkiye? diye sorduk.
-Nazım,dediler. Bir de “Atatürk.”
Her şey böylesine güzeldi işte o gün. Umut ve gurur verici. Oysa ne çok utanıp durmuştuk beş yıl boyunca şu Avrupalarda. Diplomalarımız geçersiz, ehliyetlerimiz kağıttan bile sayılmıyor, pasaportlarımızdaki AB amblemi işe yaramıyor... “İşkenceci” olarak biliniyoruz çünkü. Ama işte “Nazım”, diyor önce genç kadın. Sonra da “Atatürk”!
Bu keyifle Sen nehrini gerisin geri geçip Notrdam’ı buluyoruz. Kamburu’nun çingene kızı Esmeralda’ya soylu ve acıklı aşkını anlatan, güvercinli, güzeller güzel kiliseyi... Dilek tutularak mumlar yakılıyor. Yanan mumlardan bir mum çığlığı oluşuyor.
Dünya orada. Paris’te. Herkes... Belki de hiçbir biçimde orada olma olasılığı olmayan bizler bile. Kiliseden geriye dönüp Sen kıyıları boyunca ileri doğru baktığımızda Luvr’un ışıltılı çatısını görüyoruz, sonra da kendisini. O ışığa doğru dönüyoruz yüzümüzü. Tarihin, uygarlıkların ışığına banıyoruz kendimizi; büyüleniyoruz.
Sular akıyor, insanlar akıyor, gürültü akıyor, yeşillikler akıyor, tarih akıp geçiyor sağımızdan solumuzdan ve her yan yine Eyfel. Paris’in neresinde olursanız olun, bakındığınızda Eyfel’i görebiliyorsunuz.
Napolyon’un altın askerlerinin yedeklediği dört atlı gladyatör arabasına binip Şanzelize çapkınına yöneliyoruz. Heykel tarlalarından geçiyor yolumuz, su tarlalarından... Şanzelize’ye varmadan meydanın ortasında arap tarzı bir binayla karşılaşıyoruz. Çevresinde altın yaldızlı, tarihi sütunlar. İnce el emeğinin, estetik zevkin, bilgi ve becerin göz kamaştırıcı simgeleri. Ön cephesi boydan boya mavi çinilerle kaplı bu güzel bina Molla İsmail adına yapılmış.
Ah o dünya diline pelesenk olmuş caddesi Paris’in: Şanzelize’ Uzun, geniş, kalabalık, ağaçlık bir cadde... Bir de bir futbol fanatiği kalabalığı ki; böğürtülerinden beynimiz bulandı. Dünyanın her yerinde milyonlarcasını gördüğümüz, sermayenin zavallı kuklaları!... Dünyanın öte ucunda bir yerlerde emperyalist savaşlarda kan gövdeyi götürürken, bunlar devekuşu rolü oynayarak, saçma sapan tutkularının ardına saklanıyorlar. Bunca çabayı, gücü dünya halklarının sömürüsüne karşı, demokrasi için harcamış olsalardı dünya çoktan güllük gülistanlık olurdu. Neyse ki ulaştık sonunda o destansı ülkeye. Caddenin altından geçtiği, ayakları oldukça güzel kabartmalarla, heykellerle süslü bir kapı ve ötesinde eski Paris.
Bugünlük son durağımız Sakrekör, Soylu Kan adlı, kartal yuvasını andıran, yüksek kuleli, beyaz saray olacak. Hızla oraya gidiyoruz. Ancak, dolana dolana tırmanan merdivenlerden neredeyse sürünerek çıkıyor ve dünyanın her ulusundan insanlarla buluşuyor, ayaklarımızın altına serilmiş olan Paris’i izliyor, çekimler yapıyoruz. Sarayın altında sonsuzmuşcasına uzayıp giden Aşk Bahçesi Parisli ve hatta dünya gençleri için huzur verici bir buluşma, koklaşma yeri. Gençler orada, öylesine güzeller ki, ama benim içimde bir yara. Birkaç gün önce yitirdiğimiz bir dostun anısına düşmüş yolum. Bu hüzünle oracıkta yazıyorum: PARİS (Hasan Yazıcıoğlu’nun anısına...)/ Bütün sular orada göl/ bütün göller mavi/ ve uzak bir dostun/ ölüsü düştü gülüme/ gülüm Gebzeli..../Neye yarar şimdi Paris Paris olsa da./Paris, ah Paris,Paris,Paris/ Ah Paris!...
Bütün bir beş yıl boyunca, Hamburg’da Strasburg’da, Prag’da, Amsterdam’da, Viyana’da, Kopenhag’da,şimdi de Paris’te gördüğüm, ama bizde olmadığını bildiğim her farklı, güzel, “insan için insancalar” karşısında bir hüzün dalgası yalıyor beni.
Ben hüzünsüz olamazdım öyle ya!
Patikalar Dergisi, Milliyet Blog
DATÇA EDEBİYAT GÜNLERİ:
İNSAN OLMAYA DOĞRU BİR ADIM DAHA
İnsanı insan eden sanattır. Bundan ötürü, “daha güzel insana” hedefli Datça Edebiyat Günlerini yazmalı ve bu amaca bir katkı, destek daha vermeliyim diye düşündüm.
Demek istediğim şu ki Edebiyatçılar Derneğiyle Datça Belediyesinin emekleri boşa gitmeyecek. Çünkü Can Yücel’i ölümünün 10. yılında anmak, onun felsefesiyle felsefelenmek, şiiriyle yeniden coşmak büyük bir vefa örneği göstermek bile tek başına insan olmaya doğru atılmış adımlardan biridir. Aslında orada önemli bir anma daha gerçekleşti, Türkiye’nin Nâzım’ı “Bursa’nın Nâzım’ı” olarak, hem de üç gün boyunca anıldı. Anmalardan ötesiyes üç gün boyunca sürecek sanat haşırneşirliği olarak en önemli adımı oluşturuyordu. Şiirle, müzikle, fotoğrafla, romanla, söyleşilerle, tartışmalarla…
Her şey adına yaraşır biçimde ve güzeldi. İzlence etkinlikleri, bildiriler, şiirler, anmalar, Datça Belediyesi’nin konukseverliği, Datça yarımadasının güneyini laciverte boyayan Akdeniz, kuzeyini maviye boyayan Ege Denizi, eski- yeni Datça, konuğu olduğumuz Kulüp Datça, bir ucu denide bir ucu karada akşam sofraları, ay sefası, güneş şöleni…
Üç günde onüç etkinlik Can Yücel Evi ziyaretiyle başladı. Can Baba gür sesi ve kıyıcı kapitalizme karşı öfkesiyle şiirlerini okudu, “aaaç!...aaaç! aaaç!...” diyerek ortamı çınlattı, kızları Güzel’le Su konuklarını ağırladı. Adına açılan kütüphanesi bahçedeki binada, yorulduğunda dinlenmek için uzandığı yatağı, kahvaltı masası orada, evin balkonundaydı. Metrelerce uzayıp giden kartonlara duygularını yazdı konuklar. “Can Baba; ülkemin güzel yüzü…” diye yazdım ben de. Evin bahçesinde Can Yücel’i mermerleşerek yaşatan Can Yücelceler vardı. Onlardan biri de şu şiiriydi: “içimdeki karanlığı patlatacağım/ ve beynimin en ölümcül yaşlarıyla/ ağlaya ağlaya/ yepyeni bir insan/ pırıl pırıl bir can/ bitecek toprağa.”
Üç günde onüç etkinlik; tümünde Datça’nın güler yüzlü Başkanı Şener Tokcan. Az görülür yazın ve sanatseverlik. Hem de konuk yazıncılarla tek tek ilgilenmecesine… Bu ilgi, bu saygı, bu emek ülkemizin ve insanlığın tarihinde yerini alacak. Hatta bu yazıyla birlikte almaya başladı bile. “Ülkemin güzel yüzlerinden biridir, diye…” imzaladım “Ülkemin Güzel Yüzleri adlı şiir kitabımı ve Buyaz Öykü Günleri (14-15 Şubat 2009) kitabını. Ülkemin örnek yöneticilerinden biri olan Şener Tokcan’a kitap imzalayabilmenin onur ve gururunu ömrümce anacak, sevinçle yüreğimde taşıyacağım. Sanatın önemini köklüce kavramış böyle insanlara, böyle yöneticilere öyle çok gereksinmemiz var ki!... Sözün yeri gelmişken Başkan Yardımcısı Sami Bircan, Belediye Meclis Üyesi Orhan Keskinsoy, Belediye memurları Osman Akın ve Özlem Caner’in mutlaka kulaklarını çınlatmalıyım. Datça’dayım adlı broşürdeki meyhane şiirlerinin derleyeni Orhan Keskinsoy’un 12 eylül öncesi ve sonrası anılarını, Sami Bircan’ın “arıların düğünü” betimlemesiyle anlattığı olayları, Datça’da ayın deniz üstündeki hallerini bütün bir akşam boyunca dinlemek çok zevkliydi. Datçaya dair bir tümcesini daha aktarmak istiyorum Sami Bircan’ın: “En yobazımız bir kadeh içer.”
Can Yücel Kahvesi’ne gittik sonra. Yorgunluk kahvesi içmeye… kahvenin bahçesindeki balkonumsu bölmenin sol tarafında “Can Baba burada oturuyordu,” diye yazıyordu. Sağ tarafında büyükçe, cam panoda imzası ve onun yanındaki camlı dolapta da bardağıyla birlikte “yarım kalan şarabı” vardı. “Başka türlü bir şey benim istediğim” başlıklı etkinlikte Ataol Behramoğlu, Ahmet Antmen, Abdullah Nefes, A. Galip; Can Yücel’i yorumladılar. Ataol Behramoğlu ve Abdullah Nefes’in Can Yücel’le ilgili hapishane anıları ilginç, hüzün ve acı vericiydi.
Üç günde onüç etkinliğin gözdelerinden biri de Bursa’dan Datça’ya birlikte gittiğimiz, Başkanı olduğum, kuruluşundan beri Edebiyatçılar Derneği’yle işbirliği içinde olan Bursa Yazın ve Sanat Derneği(BUYAZ)’nin Sekreteri Güney Özkılınç’ın “Bursa’nın Nâzım’ı” adlı fotoğraf sergisi oldu. Tuna Pansiyonu’nun sergi salonunda üç gün boyunca açık tutulan sergi Nâzım’ı Datça’ya taşımış, ülkemizin oradaki insanıyla buluşturmuştu. Güney Özkılınç’ın bu sergisi Nâzım’ı tüm Anadolu’ya, Trakya’ya da taşımalı ve ülke insanıyla Nâzım’ı bir kez daha buluşturmalı. Ben ve Buyaz onun bu çabasında hep yanında olacağız, gerekirse Datça’da olduğu gibi panoya çiviler çakarak, fotoğrafları asarak sergiyi yine birlikte hazırlayacağız.
Üç günde onüç etkinlikten birinde Can Yücel’i sonsuzluk ülkesinde ziyaret ettik. Onun ironilerinden hız alan Edebiyat Günlerinin Onur Konuğu Muzaffer İzgü’yü Gülseren Engin’in sunumuyla dinledik.
“Etkinlik Açılışı” başlıklı izlenceyi Şebnem Gürsoy sundu. Sunumu da kendisi kadar güzeldi, ama ben ona tavşan-dağ örneğince küstüm. Neden mi? “Az sonra”… Bu etkinlik ayrıca önemliydi. Çünkü insana-sanata sahip çıkan, insan için sanatın önemini insanlarla paylaşmaya çalışan Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı Gökhan Cengizhan, Datça Belediye başkanı Şener Tokcan ve Muzaffer İzgü gibi üç değerli insanın Edebiyat Günlerine, yazına, sanata dair sözlerine kulak astık. Her söz altın değerinde ve kutsaldı. Çünkü ortak ileti güzeldi: “İnsanlaşma sürecinde insana katkı vermeye devam” edeceklerdi. Daha gelişmiş, daha güzel, daha bütün insana gereksinmesi var çünkü ülkemizin, dünyamızın.
Nikbinlik Şiir Grubunun “Can Yücel Şiir Dinletisi” çok özgeydi. Ahmet Antmen; can çocuk, on parmağında on hüner. Gün içindeki etkinlikte sunduğu “Can Yücel Şiirinde İroni” başlıklı bildirisi kadar güzeldi oradaki etkenliği de. Öylesine şiirce ki ellerini nereye koyacağını unutuyor, parmaklarıyla okuduğu şiirin iç müziğini imliyordu. Sonra Özgen Seçkin, Gülümser Çankaya, Mine Ömer, Hayri K. Yetik, Adnan Gerger ve Oğuz Tümbaş’ın şiirlerini dinledik. Amfitiyatro yüzlerce şiirseverini konuk etti o akşam. Onları dinlerken özellikle özgen Seçkin’in kişiliğinde, ülkemizin toplumcu damarının yazınıyla, sanatıyla bugünlerde nasıl çarçur edilmek, boğulup bir kıyıya atılmak istendiğini düşündüm. Özgen Seçkin, arkadan vuran ışığın altında dergici, şair, yazar kimliğiyle gerçek, heybetli ve dimdik bir yontu gibi göründü gözlerime. Onur, gurur ve sanat abidesi…. Uzun yıllar köy ve yurtdışı öğretmenliği, uzun yıllar kendi içime dönük yaşamım nedeniyle oradaki birçok yazıncıyı olduğu gibi Mine Ömer’i de ilk kez görüyordum. Etkinlik öncesi dünyamıza bir kıyı adlı şiir kitabını imzalamıştı. Şimdi bakıyorum da, ne güzel şiirlerin şairiymiş o!... Özellikle çocukluğunu kuşatan (Kıbrıs Savaşı nedeniyle) savaş kültürünün izleri çok yoğun. …/ ısırgan otu çocukluğumuzun/ gelincik yangınında/ hüzünlere asılı rüzgârgülüyüz/…(s.7), “girdiler çalmadan kapıları// güneşsiz toprak döktüler üzerimize/ cebi büyürken celladın/ esmerdir barış// en çok çocuklar ağlar savaşta/ yoktur elleri ışığın/…(s.8) Yaşamı derinliğine kavrayıp sanatın inceliklerinde sınadıktan sonra şiire döken şairin şiir geleceğini iyi görüyorum. AYNA/ kapınızı çaldım/ karanlık bulut döktünüz// değiştim// ne çok benzedik…(s.39)
Edebiyat Günlerinin ikincisine Datça’nın masmavi denizinde merhaba dedim. Sabah erken Güney’le birlikte denize girdik, kahvaltıdan sonra da Bursa’dan birlikte geldiğimiz, Mustafakemalpaşa Kültür ve Sanat Derneğinin Başkanı, Patikalar Dergisinin Yayın Yönetmeni, gerçekçi bir betimlemeyle, Mustafakemalpaşa’nın son yirmi yılına dair aydınlanma deviniminin önderi, otuz yıllık dostum. Kekil Şimşek’le buluştuk, söyleştik, kahvemizi içtik. O arada Özcan Karabulut, Muharrem Erbey ve Halil İbrahim Özcan geldiler. Muharrem Erbey’le ilk kez görüşüyorduk. Onlarla halleştikten sonra hep birlikte ve bir kez daha Eski Datça’yı görmeye, fotoğraflarını çekmeye gittik. Ne ki Kekil’in ayağı su koyverdi. Daha doğrusu ayağının altı su topladı. Öyle de olsa o tank benzeri kiloluk fotoğraf makinesini omzundan indirmedi ve yüzlerce fotoğraf çekti. Öğlenden sonra Yeni Datça’ya döndük, yemek için Zekeriya Sofrası’na doğru yürümeye koyulduk. Kekil yürümekte zorlanıyor, can acısıyla inliyordu. İşte ne olduysa o an oldu. Bir anda karşımızda bir bayan belirdi, Özcan Bey’e sarıldı, hoş beş ederek sevincini belirtti. Özcan Bey bizi ona tanıtırken, “aaa!” dedi çığlık atarcasına, “Şaban Bey, sizi hep merak ederdim, bu ne güzel sürpriz!…” Şaşkınlığımın sevincini yaşadım. Ayaküstü söyleşirken Kekil’in ayakta durmakta zorluk çektiğini ayrımsadı, sordu ve hemen “muayenehaneme geçelim,” dedi. Meğerse göz doktoruymuş. Ama Kekil’in gözünde bir sorunu yoktu. Öyle de olsa hemen önünde durduğumuz muayenehanesine aldı bizi. Kekil’i de pansuman odasına… Ayağının altındaki suyu boşaltmış, sarmış sarmalamıştı. “Bir de yarın görmeliyim,” diyerek yolcu etti. Yarın dediği gün de aynı ilgisini gösterdi. Kekil acılarındn arınmıştı. Sanki gökyüzünden önümüze inen bir iyilik meleğiydi Müyesser Güler Hanım. Daha doğrusu melek imgesine bürünmüş bir öykücüydü o. Öykücü, uzman göz doktoru ve Kekil’in ayağı… Bunca çürütülen yeryüzü, kirletilen gökyüzü böylesi güzel insanların yüzü suyu hürmetine hâlâ bize hava, su, keçi boynuzu ve domates veriyor.
Datça’da Yazar Olmak nasıl bir şeydi? Onu da Reşadiye Çınaraltı’nda Suna Güler’le Emine Azboz’dan dinledik. Belli ki Datça’da yazar olabilmek için öncelikle Datça’ya âşık olmak gerekiyordu. Yeri gelmişken, Ödünç Zamanlar ve Özgürlük Çıkmazı adlı iki öykü kitabı olan Suna Hanımın üç gün boyunca gösterdiği ilgi ve konukseverliğini övmeli, fırsat gelmişken biraz da kitaplarından söz etmeliyim. İkisi de öykü kitabı. İkisinde de dil ve anlatım düzeyli. İkisi de toplum içinde bireyi yakalamaya çalışmış. Ama bana kalırsa birinci kitabı çok daha ilginç. Çünkü o kitaptaki çok kısa öyküler oldukça özgün, özge ve çarpıcı. Kitaba biçim açısından da zenginlik katmış. Örneğin tek bir tümcelik öykü bile var: “Onun aşk şiirleri tek hecelikti, bir gecede biterdi.”(Ödünç Zamanlar, s.21) İkinci kitabındaki öykü tadında öyküleri de beğendim, hatta daha başarılı buldum. Bunlardan Yaşamın Figüranlarına dair gülümseme izleri dudaklarımın ucunda hâlâ duruyor. Ah o televizyon kanalları yok mu!… İşin içine bir de kedi girince… Vah vaaah, yazık olmuş o anlara! Adam şimdi çok pişman ama iş işten geçmiş. Öyküyü merak mı ettiniz sevgili okurlar, bulun okuyun o zaman, siz de dudaklarınızın kıyılarında gülücüklerle dolaşın… Ama bu kitapta neden kısa öykü yok diye de merak ettim. Neden acaba Suna Hanım, yenilerini yazar mısın?... Bu etkinliğin sonunda söz alan Reşadiyeli 88’lik Hayriye Kale teyze hepimizi büyüledi. O yaşta en azından on kıt’a olan bir şiiri kekelemeden, duraksamadan, eksiksiz ve vurgularını da doğru yaparak okudu. Bir sözü de vardı ki, içimizi yaktı:” Yoksul olduğumuz için babam beni okutamadı. Bir okutabilseydi…”
O gün üç etkinlik daha vardı. “Medyanın Sorumluluğu” başlıklı etkinlikte Hasan Uysal, Adnan Gerger ve Enver Aysever’i dinledik. Doğrusu ülkemiz medyasının bilmediğimiz bir çok gizli, kirli, alavereli dalavereli ayrıntısını öğrendik. SKYtürk’teki Aykırı Sorular izlencesinin hazırlayıcısı ve sunucusu Enver Aysever’in, milliyetçiliği ve dini insanlığın baş belası olarak betimlemesi, Adnan Gerger’in medyanın pislik işlerine dair saptamaları, örneklemeleri son derece aydınlatıcı ve etkileyiciydi.
Kent Park’taki ikinci etkinliğin konusu Anadolu’da Edebiyat ve Edebiyat Dergicicliğiydi. Yıllarını yazın dergiciliğine vermiş Özgen Seçkin, Hasan Özkılıç, Gülümser Çankaya, Uğur Pişmanlık, Mine Ömer, Altan Türel ve Hayri K. Yeti gibi deneyimli dergicilerin konuştuğu etkinlikte dergiciliğin sorunlarına değinildi. Yazın dergilerinin
yaşayabilmesi için öneriler geliştirildi. Hasan Özkılıç’ın sanatın namusu, yazının vıcdanı temalı konuşması, Aratos Dergisi Yayın Yönetmeni Uğur Pişmanlık’ın, dergiciliğin sorunlarının çözümüyle ilgili önerileri ilginç ve güzeldi.
Gün Batımında Şiirler 2 günün son etkinliğiydi. Abdullah Nefes, Remzi Özmen, A. Galip, Gökhan Cengizhan, Halil İbrahim Özcan, Adnan Azar, Ahmet Antmen, Burak Tokcan, İsa İnan şiirlerini paylaşmışlar. Çünkü ben bir sorunum ve yoğun içsel hesaplaşmalarım yüzünden bu etkinliği göremedim. Günahımı dillendirip şair dostlardan özür diliyorum.
Üç günde onüç etkinliğin üçüncü gününü de sabah güneşiyle birlikte denizde karşıladık. Datça’da ay her akşam gelip birazcık ilerimizde, denizden yalnızca birkaç metre yükseklikte duruyor, ışığını da sofranıza uzatıyordu. O kadar ki tekneye binip biraz ileri gitsek ulaşabilir, hatta elimizle dokunabilirdik. Sabahları da güneş… Güneş de ansızın fırlayıp ortaya çıkıyor, sonra oralarda biraz oyalanıyor, biraz dans ediyor, sonra da alabildiğine yükseklere çekilip bütün sıcaklığını üstümüze boşaltıyordu. O gün tekne gezisi yapılacaktı, ama bilemediğimiz bir nedenle iptal edildiğini öğrendik. En iyisi bol bol denize girmek ve biraz da alışveriş yapmaktı. Datça’nın kekik balının, taze bademinin, zeytin sabununun dillere destan lezzetini, yararlarını duymuştuk. Biz de öyle yaptık. Alışverişe çıktığımızda bir şey daha yaptık: Kekil Şimşek’le onun oğlu, benim bir başka türlü öğrencim olan Olgun Şimşek’in izlerini aradık Datça’da. Çünkü daha önce Sinema Günleri için Belediye’nin davetlisi olarak orada bulunmuş, sevgisi, saygısı dolu izler bırakmıştı. Bursa’dan yola çıkmadan önce, bir başka nedenle beni aramış, Datça’daki tanıdıklarına, dostlarına selam söylemişti.
Neyse ki sıra benim de konuşmacı olarak katılacağım Romanın Yükselişi Sürerken başlıklı etkinliğe sıra gelmişti. Saat on yedide Datça Belediyesi Kültür Merkezi’nde olduk. Küçük, ama güzel bir salon. Benden başka iki yazın insanı daha vardı konuşmacı olarak: Ahmet Tüzün ve Özcan Karabulut. Gelen konukların birçoğu dönmüş, Datçalı dinleyiciler de sanki yorulmuşlardı. Şiirin az basılıp az satıldığı, romanın çok basılıp çok satıldığı ülkemiz gerçeğinin Datça’sında da şiire ilgi yoğun, romana azdı. Öyle de olsa güzel bir etkinlikti. Doğrusu soruların niteliğine çok sevinmiştim. Ama işte bu etkinlikte Şebnem Gürsoy’a küstüm. Çünkü o da gitmişti. O güzel ve etkileyici sesin özgeçmişimi okumasından sevinç duyardım elbet. Ne ki Datça’da en büyük konukseverliğini gördüğüm sevgili güzel insan Özlem Hanımın sesiyle konuşma masasına davet edilmek de en az o kadar mutluluk verici oldu. Etkinlikte romanın günümüzdeki durumu, işlevi, sorunları, diğer yazın sanatları arasındaki yeri masaya yatırıldı. Ahmet Tüzün temayı daha çok yazınsal bağlamında ele alırken, Şaban Akbaba sosyal, politik, ekonomik, toplumsal psikoloji ve yine yazın bağlamlarında ele adlı. Ahmet Tüzün genel olarak sanatlar ve bu arada roman için anlatımın nasıl olduğunun önemli olduğuna vurgu yaparken, Şaban Akbaba neyin nasıl anlatıldığının önemli olduğuna vurgu yaptı. Etkinliği yöneten Özcan Katabulut’un, bilinen öykücülüğünün yanında son zamanlarda Yunus Nadi Roman Ödülünü de alan bir roman (Amida, Eğer Sana Gelemezsem)la yazın dünyamızda gündeme gelmesi nedeniyle belli ki yanıtlaması gereken sorular birikmişti önünde. Daha çok o sorulara yanıt verdi. Sanatın ve romanın suya sabuna dokunur olmasını, sanat ilkelerinden, estetikten ödün vermeden üretilmesi koşuluna bağladı.
Yerel Yönetimlerin Kültür Deneyimleri son etkinlikti, ama ne yazık ki bu etkinliğe de hemen yola çıkmamız gerektiği için katılamadım. Çünkü yarımadanın saatler süren inişli, çıkışlı, dönemeçli yolunu karanlığa kalmadan geçmeyi, gelirken göremediğimiz diğer güzelliklerini de görmeyi ve akşamüzeri güneşinde fotoğraflamayı planlamıştık. Ahmet Tüzün dışındaki konuşmacıların üçü de organizasyondandı, yani ev sahibi. Tıpkı bizim Buyaz’da olduğu gibi onlar da özverili davranmış kendilerini izlencenin en son etkinliğine yazmışlardı. Etkinliğinize kalamadığım için sizlerden de özür diliyorum Ali Osman Arıkan, Ahmet Tüzün, Orhan Keskinsoy, Ayça Bilgin adlı güzel insanlar. Anımsamışken teşekkür etmeden geçmemeliyim: Datça Edebiyat Günleri’nin gerçekleşmesine Edebiyatçılar Derneği adına emeği geçen iki kişi daha var; Ayça Bilgin ve Remzi Özmen… Bir teşekkür de o dostlara.
Yol boyunca bir görünüp bir saklanıyordu deniz. Hatta kimi kez göründüğünde Akdeniz, kimi kezinde de Ege Denizi oluyordu. Datça yavaş yavaş gerilerde kalırken yüreğimizde bıraktığı izlenimler, imgeler öne çıkıyordu. Orada güzel korunuyor, güzel yönetiliyordu ülke. Orada üç gün boyunca yoğun sanat, yazın iletişimi yaşanmıştı. Orada insanlığa doğru bir adım daha yürünmüştü.
Datça izlenimlerimi Datça dostluğumuzun güzel isimlerinden Orhan Keskinsoy’un hazırladığı Datça’dayım adlı kitapçıkta da yer alan Hayyam’ın bir şiiriyle noktalamak istiyorum:
Yeryüzü padişahların, kralların olsun
Cehennem kötü, cennet iyi insanların
Tanrıya toz kondurmamak meleğin işi olsun
Temizlik cennet kapıcısının…
Kim ne olursa olsun
Sevgili bizim olsun
Canı canımız olsun.
Patikalar Dergisi, Milliyet Blog
Dostları ilə paylaş: |