Osmanli devletiNİn ruhu


KLASİK OSMANLI DEVLET YAPISININ BOZULUŞU



Yüklə 0,81 Mb.
səhifə11/31
tarix27.07.2018
ölçüsü0,81 Mb.
#60282
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   31

KLASİK OSMANLI DEVLET YAPISININ BOZULUŞU

Önce işin özünü ortaya koyalım: Osmanlı’nın toprak düzeninin esasını oluşturan Tımar sistemi, fetihçilik esasına göre örgütlenen Devlet’in ayağını bastığı zemin, onun lojistik desteğini oluşturan arka planı olduğu için, bu, kahramanlık çağının başlangıç dönemleriyle uyum halindedir ve başarılı olur. Ama, zamanla dünya değişmekte, fetihler çağı kapanmaktadır artık. Ateşli silahların keşfi, askeri örgütlenmede süvarinin yerini modern silahlarla donanmış yayaların alması Osmanlı toplum düzenini derinden sarsan etkenler haline gelmektedir. Bir süre sonra, bırakınız yeni fetihler yapmayı bir yana, artık daha önceden fethedilmiş yerleri elde tutmak bile imkansız hale gelecektir Osmanlı için. Ayrıca, şimdiye kadar kazanılan zaferler ve elde edilen ganimetler de kuruluş döneminin yarı barbar şeflerinin ve onların etrafında oluşan zümrenin başını döndürmüş, fetihçiliğin çıkış noktasını oluşturan tarihsel devrimci-gentilice ruhu (İbni Haldun’un “Asabiyyeti”) yok etmiştir zaten. İbni Haldun Yasaları çalışmaktadır! Saman alevi en yüksek noktasına vardıktan sonra, ateş birden sönmeye başlamıştır!


Eskisi gibi ganimet getiren fetihler yapılamaz hale gelince, fetih üzerine kurulu olan mekanizmayı (“devlet-orduyu”) ayakta tutabilmek için gözler içeriye, daha önce fetihçiliğin lojistik desteğini oluşturan toprak ekonomisine döner. Artan giderleri karşılayabilmek için vergiler arttırılır. Vergilerin toplanması için Devlet’le reaya’nın arasına -Mültezimler-girer. İltizam usulü denilen yeni vergi toplama sisteminde Mültezimler Sarraf’tan aldıkları krediyle peşin ödeyerek belirli bir bölgenin vergi toplama hakkını elde ediyorlar, sonra da bunun kat be katını halktan çıkarıyorlardı. Bu süreç giderek hızlandı, Osmanlı’nın yeniden yapılanma süreci haline dönüştü..
Şimdi sözü gene İnalcık hocaya bırakıyoruz.
Klasik düzende eskiden “Osmanlı sultanları, kökenleri eski Mezepotamya’ya kadar inen geleneksel Orta-Doğu devlet anlayışına uyarak, toprak ve tebaa üzerinde doğrudan doğruya devlet kontrolünü kurmayı temel bir siyaset olarak seçmişlerdir (Hammurabi kanunları ile karş.). Bunun için devlet her türlü şahsi feodal bağlılıkları kaldırmaya çalışıyor; yerel askeri ve idari otoritelerin faaliyetlerini ve reayadan alacakları şeyleri kanun ve nizama bağlıyor; durumu bürokratik yöntemlerle, başlıca tahrir usulüyle sıkı kontrol altında tutuyordu. Tahrir, üretim ve vergi birimi olarak çift-hane birimlerini tesbit amacıyla yapılıyordu. Bir yandan padişahın icra yetkisini taşıyanlar, yani başlıca beylerbeyi, sancak beyleri, öte yandan kendilerine kanun ve nizamların uygulanmasını kontrol görevi verilen kadılar, biribirlerini karşılıklı olarak denetler ve bunun için merkezle doğrudan doğruya yazışma halinde bulunurlardı. Devlet idaresinin en önemli görevi, reayayı yerel otorite sahiplerinin yolsuzluklarından korumaktı, bununla beraber her dönemde, yerel otorite sahiplerinin yolsuzluklarından söz edilmiştir. Ancak bu gibi yolsuzlukların merkezi otoritenin zayıfladığı, mali ekonomik bunalımların kendini gösterdiği dönemlerde genişlediğini, hatta imparatorluk yapısını sarsan bir ağırlık kazandığını görmekte-yiz”[1].
Yani deniyor ki burada, merkezi otorite-Devlet, güçlü olduğu sürece “reaya dostu” olan, sınıflar üstü-“halkçı”- bir unsurdur! Yolsuzluklar artıpta düzen bozulmaya-feodalleşmeye başlayınca bile buna karşı direnir o! Yani, bu durumda bile o halâ, “anti-feodal” “ilerici” bir güç olarak varlığını sürdürmeye çalışır!.. Aslında “balık baştan kokmuştur”, sistem tıkanmıştır, kendi kendini üretemez hale gelmiştir, bu yüzden de bindiği dalı kesmeye başlamıştır; ama öte yandan, sistemin tek dayanağı meyva veren o dal olduğu için, Devlet halâ onun-reaya’nın- yegâne koruyucusu konumunu muhafaza etmeye çalışır!..
Peki, nasıl olmuştur bütün bunlar, eskinin içinde yeninin-yeni durumun- ortaya çıkışı süreç içinde nasıl gerçekleşmiştir? Bunu da şöyle anlatıyor İnalcık:
“Öte yandan, kaydetmek gerekir ki, tımar sistemi dolayısıyla Osmanlı idaresi köyde sipahiye, reaya ve toprak üzerinde bazı kanuni haklar tanımak zorunda kalmıştır ki, bu haklar bütün sınırlama ve kontrollere rağmen çoğu kez kötüye kullanılmıştır. İlkin reaya, yani özel anlamı ile Müslim ve gayrımüslim Hristiyan köylü tebaaya yüklenmiş olan angaryaları görelim”.
“Osmanlı kanunnamelerine göre, reaya, köyde sipahinin aşar payını ambara, hisar-erininkini kaleye kadar taşımak zorundadır. Keza, köylü bu ürünü en yakın pazara kadar taşıyacaktır. Fakar uzaklık asla bir günlük yolu aşmamalıdır. Reaya, sipahi için ot biçmek zorundadır, fakat bu otun taşınması kanunda tanınmamıştır. Bütün bu sınırlamalara rağmen, sipahilerin reayanın hayvanını ve arabasını kendi hizmetleri için kullandıkları her zaman şikayet konusu olmuştur. Kanunun tanıdığı angaryalardan biri de, reayanın köyde sipahi için ambar ve ev yapma zorunluluğudur. Reaya bunun dışında, sipahi için yeniden ev veya başka bir yapı yapmaya zorlanamaz” [Yani Devlet iyi, “görevini kötüye kullanan sipahi” kötü..]
“Kanunlara aykırı istenen hizmet veya paraya tekalif-i şakka, yani kanun dışı vergiler denirdi. Devlet bazen özel bir emirle paşa ve beylere bu şekilde salma vergi, salgun toplama veya hizmet yükleme yetkisi verirdi. Fakat bey ve paşaların kendiliklerinden yaptıkları bu gibi isteklere merkezi otorite, kuvvetli olduğu dönemlerde şiddetli tepki gösterir, görevliyi azlederdi. İdarede merkezi otoritenin zayıfladığı dönemde, reayanın soyulmasına ve memleketin harap olmasına sebep olan yolsuzlukların başında bu gibi tekalif gelmektedir”.
“Nihayet, iltizam sisteminin doğurduğu yolsuzluklara değinmek gerekir. İltizam, devlet gelirlerini veya boş tımar ve has gelirlerini arttırma ile özel kişilere satmaktan ibarettir. Devlet, her an, daha fazla teklif eden yeni bir mültezime işi aktarma hakkına sahipti. Yani, toplanacak gelir miktarı bu yolla daima arttırılabilirdi. Ayrıca mültezimin faaliyetleri, devletin atadığı bir emin tarafından sürekli kontrol edilirdi. Bununla beraber, mültezimin, reayadan alınabilecek azami miktarı toplamasında devlet kuvvetleri, gerekirse, özel bir kişi olan mültezime yardım ederlerdi. İltizam yöntemi, ortaçağ devletlerinde vazgeçilmez bir tahsil yöntemi olup Osmanlı Devleti’nde başlangıçtan beri kullanılmıştır. Devlet bu yöntemin kötülüklerinden haberdar idi ve bu yöntemi olabildiğince az uygular ve kanunsuzlukları önlemeye çalışırdı. Fakat, 16.yy’ın ikinci yarısından itibaren, iltizam yönteminin uygulama alanı ziyadesiyle genişledi. Bunun başlıca sebebi, savaş döneminde hazır para bulma gereği ve tımar sisteminin bozuluşudur. Tımar topraklarının, köylerde oturan sipahiler yerine şehirlerde veya İstanbul’da oturan ekabir’in eline geçmesi, yahut doğrudan doğruya hazineye bağlanması sonucu, bu gelirleri toplamak için iltizam usulünden daha iyi bir yöntem kalmıyordu. İltizam usulü o kadar yayıldı ki, kadılar bile kendi kaza bölgelerinde mahkeme naiblerini iltizamla satmaya başladılar. Zira, her mahkeme, kadı adına toplanan resimler dolayısıyla bir gelir kaynağı oluşturmakta idi. İltizamla bir mahkemeyi satın alan kimse, tabii rüşvet yoluna sürükleniyordu. Böylece, bütün devlet mansıpları veya devletin verdiği yetkiler, şahsi bir kazanç aracı haline geliyordu. Mali sıkıntı içinde bulunan devlet de, bu mansıp veya yetkileri en çok para verene satmaya başladı. Bunun yanında resmi atamalarda, söz sahibi olanların aldıkları rüşvetleri de unutmamak gerekir. Tabi bütün bu yük sonunda reayanın sırtına binmekte idi”.
“İşte bütün bunlar, Osmanlı Devleti’nin kendi yapısı içinde taşıdığı bozulma alametleridir. Geleneksel Doğu devlet anlayışına göre, bir devleti ayakta tutan prensiplerin başında adalet, yani reayayı mezalimden, yetkileri kötüye kullanmalara karşı korumak gelir. Zira, deniyordu, reayanın fakirleşmesi veya dağılması devletin gelir kaynaklarını ortadan kaldırır ve gelirsiz bir devlet de ayakta duramaz. Bu inançla, Osmanlı devlet adamları yolsuzlukları önleyecek önlemler alıyor ve merkezi otorite kuvvetli olduğu sürece, bu önlemleri yürütebiliyordu. Fakat 1570 lerden sonra bunu başaramadılar”[4].
Herşey o kadar açık ki! İster “modern” şekliyle olsun, isterse antika, “Devletçilik” özünde hep aynıdır. Bir yanda, herşeyin üstünde kutsal bir Devlet vardır hep, diğer yanda da, onun koruması altındaki halk-reaya!. Böyle bir düzende Devlet, “halkçı” olduğu için “ilerici”, bu düzenin bozulmasıyla ortaya çıkan unsurlar da-feodal, ya da kapitalist- “gerici” olmuş oluyorlar!..Ben ise tam bunun tersini söylüyorum! Osmanlının devletçiliğinin de, günümüz devletçiliğinin de ilericilik değil gericilik olduğunu söylüyorum! Ve diyorum ki, Türkiye’de bugün bile halâ devam etmekte olan mücadele, özünde, 16.yy’ın ikinci yarısından itibaren başlayarak, çeşitli aşamalardan geçip günümüze kadar gelen-zamana yayılarak gelişen- bir burjuva devrimi mücadelesidir. Bu mücadele aslında, o zamanlar Osmanlının bünyesinde bulunan Balkan halklarının mücadeleleriyle birlikte başlamıştır. Ama o dönemde, Avrupa’lı devletlerin koruması altında oldukları için, onların kocabaşıları, çorbacıları burjuva devriminin liderleri haline gelirlerken, bizde-Müslüman kesimde-bunların muadili olan ayanlar bir türlü Devlet’le olan göbek bağlarını kesememişler, bu yüzden de, hep onun zulmü altında ezilerek günümüze kadar gelmişlerdir. İşte bugün AK Parti’nin yükseltmeye çalıştığı burjuva devrimi mücadelesinin özü budur..Müslüman ayanlar olarak Osmanlının zulmü altında ezilen insanlar şimdi artık Anadolu kapitalistleri olarak ona karşı geliyorlar! “Yeter söz milletindir”in anlamı budur!..

Yüklə 0,81 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin