Osmanli devletiNİn ruhu


DEVLETİN YOLSUZLUKLARI KALDIRMAYA ÇALIŞMASI-ADALETNAMELER



Yüklə 0,81 Mb.
səhifə12/31
tarix27.07.2018
ölçüsü0,81 Mb.
#60282
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   31

DEVLETİN YOLSUZLUKLARI KALDIRMAYA ÇALIŞMASI-ADALETNAMELER

Merkezi otoritenin sarsıldığı dönemde, Osmanlı idaresindeki bozuklukları bize en yetkili bir biçimde yansıtan kaynak, hiç şüphesiz adaletname’lerdir. Adaletname,devlet



otoritesini temsil edenlerin reayaya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarını olağanüstü önlemlerle yasaklayan beyanname şeklindeki padişah hükümleridir”.
“Anadolu Beylerbeyine, sancak beylerine ve kadılara 1595 te gönderilmeş olan adaletname, ilk defa, imparatorluğun içine düşmüş olduğu kargaşayı ve yaygın hale gelmiş olan yolsuzlukları, alışılmamış bir dille ifade eden ve aykırı hareket eden görevlileri şiddetli cezalarla tehdit eden bir belgedir. Bu adaletnamede, kanunların çiğnendiği, kanuna aykırı bir takım ‘bid’at’ lerle reayadan alınan resim ve vergilerin ziyadesiyle arttırıldığı, genel bir şekilde belirtildikten sonra başlıca yolsuzluklar şöyle sıralanmaktadır:
1-Vezirler, beylerbeyleri, onların vilayetlerdeki ajanları olan voyvodalar, sancak beyleri, subaşılar, evkaf ve emlaki idare edenler, saray gözdelerine verilmiş köylerdeki kahyalar, vergi toplayan eminler ve mültezimler, kadı naipleri, sık sık 10 veya 15 atlı ile vilayetlere devre çıkmakta, her indikleri köyde reayaya kendilerini ve hayvanlarını bedava besletmekte, yetkilerini aşarak fazladan para toplamaktadırlar.
2-Vilayetin güvenliğinden en çok sorumlu olan sancak beyleri ve subaşılar, eşkiyayı yakalayacakları yerde onlarla olmaktadırlar.
3-Vilayetlerdeki padişah kapıkulları veya bu adı takınmış olan bazı kimseler, gruplar halinde köy ve kasabalar üzerine gidip reayayı soymakta, onların kaçıp dağılmalarına sebep olmaktadırlar”.
Adaletname, reayanın bu zulümler yüzünden köylerini bırakıp dağılmış bulundukları noktasını vurgulamaktadır. Bu adaletname III.Mehmed’in Habsburglara karşı büyük seferi arefesinde ilan edilmiştir. Burada kapıkulu adı takılan grupların halk üzerine gittikleri hakkındaki kayıt üzerinde durmak gerekir. Bunun başlangıcı, Kanuni Süleyman’ın son senelerine kadar gider. O zaman taht için rekabet dolayısıyla Anadolu’da merkezi hükümete karşı, şehzadeler etrafında toplananların kaygı veren direniş hareketleri belirmişti. Şehzade Beyazıt, çoğu Anadolu köylerinden çıkmış başıboş leventleri etrafında toplayarak bir ordu kurdu. Kendilerini, tahta çıkarsa kapıkulu ordusuna almaya vaat etmekte idi. Şehzade ortadan kaldırıldıktan sonra İran (1578-1590) ve Macaristan harpleri (1593-1606) sırasında, Osmanlı hükümeti, ateşli silahlarda becerili Anadolu askerini orduya ücretli asker olarak aldı ve miktarını biteviye arttırdı. Sarıca ve sekban adını alan bu kuvvetler, savaş sonunda harçlıksız kaldıkları, devletçe ücretleri ödenmediği zamanlarda Anadolu’da halk üzerine salgun salarak geçinmekte, salgun vermeyen köy ve kasabaları yakmakta ve halkı yağmalamakta ve katletmekte idiler. Bunlara Celali eşkiyası adı verilmiştir”.
“Celalilerin çoğu kendiliklerinden yeniçeri ve kapıkulu adını alarak onların ayrıcalıklarına ortak olma iddiasında idiler. Öte yandan, şehir ve kasabalara yerleştirilen gerçek yeniçeri ve öteki kapıkulları ise, bulundukları yerlerde otoritelerini, halkı soymak ve sosyal imtiyazlı bir sınıf haline gelmek için kullandılar. Bu durum, Anadolu’yu anarşi içine attı. Hali vakti yerinde olan halkın bir kısmı Rumeli’ye ve başka komşu vilayetlere kaçtı. İran, 1603 te karşı saldırıya geçtikten ve Azerbaycan’daki Osmanlı askerini Anadolu üzerine attıktan sonra durum felaketli bir hal aldı. Anadolu’da Celalilerden kurtulmak için köylüler yerlerini bırakıp kitle halinde kaçışmaya başladılar ki, tarihte bu göç Büyük Kaçgun adıyla bilinmektedir. 1609 da I. Ahmed’in ilan ettiği adaletname, o zamanki ağır anarşi durumunu yansıtır. Bu adaletnamede Anadolu ve Rumeli’de bulunan beylerbeyi, sancak beyi ve kadılara şöyle denmektedir: ‘Siz vilayeti dolaşıp suçluları izleme göreviniz için değil, fakat yalnız kanuna aykırı olarak halktan para toplamak için devre çıkmaktasınız. Bu amaçla gereğinden fazla atlı ile bizzat yaptığınız bu ‘devir’ler sırasında şu yolsuzlukları yaptığınız duyurulmuştur: Birisi ağaçtan düşmüş olsa, siz buna bir katl süsü vererek o köye gidip yerleşiyor, sözde katili ortaya çıkarmak için köylüleri zincire vurmak veya dövmek suretiyle onlara kötü muamele yapıyorsunuz. Öşr-i diyet adı altında yüzlerce altın veya guruş aldıktan başka, salgun adı altında köylüden ücretsiz at, katır, arpa, saman, odun, ot, koyun, kuzu, tavuk, yağ, bal vesair yiyecek topluyorsunuz. Has gelirlerinizi de ölçüsüz olarak voyvodalarınıza iltizama veriyorsunuz. Onlar da, çok sayıda atlı ile devre çıkıyor; haslarınızdaki gelirleri defterde yazıldığı gibi kanuna göre almakla yetinmiyor, keyiflerince almaya çalışıyorlar. Onlar, suçlu araştırma bahanesiyle, sıradan köylerden başka bağışıklı olan padişah hassı, evkaf ve emlake dahi giriyorlar; her bir köyden, fazladan ayda otuz kırk altın istiyorlar. Padişah onlara hitapla, siz beyler ve voyvodalarınız, eşkiyanın hakkından gelecek yerde onlardan para alıp serbest bıraktığınız için yüz bulan eşkiya, gruplar halinde reaya üzerine düşmüştür. İşte bu gibi zulümler benim kulağıma kadar gelmiştir”...
“Nihayet adaletname, tefecilerin köylü için nasıl bir afet haline geldiğini şöyle tasvir etmektedir: ‘Askeri sınıfın kanunsuz soygunları yüzünden fakir düşen reaya, ister istemez tefecilerden yüksek faizle para almakta; faiz miktarı yüzde elliye kadar yükselmektedir. Daima ağırlaşan bu borcu hiçbir zaman ödeyemeyen reaya, ücretsiz, tefecinin hizmeti altına girmek zorunda kalmakta, gerçekte onun kulu haline gelmektedir. Karşı geleni zindana attırmak tefeci için her zaman kolay bir iştir”[4].
Burada duralım biraz. Denebilir ki, iyi güzel anladık, Osmanlının merkeziyetçi düzeni ve bu düzenin korunması için yapılan çabalar “ilerici” falan değil, gerici çabalardır bunlar; ama ya ötekilerinki! Reayaya kök söktüren o ayanın çabaları niye ilerici olsun ki! Daha sonra bu konuya tekrar döneceğiz, ama şimdilik şu kadarını söyleyelim. Birincisi şu; ayan denilen bu insanlar öyle kendi içinde homojen bir kitle değil, birkaç çeşit ayan var ortalıkta. Büyük feodal beylere-derebeylerine de ayan deniyor, toprak ağasına, tüccara, pazar için üretim yapan imalatçıya da.. Aynı durum gayrımüslim ayanlar-yani çorbacılar, kocabaşılar- için de geçerli. Ne oluyor sonra, bu gayrımüslim ayanlar Osmanlı Devleti’ne karşı mücadelenin başını çeken burjuva devrimcileri haline geliyorlar. Bunların devrimci olduğunu şimdi kimse tartışmıyor artık! (Ama, Devlet açısından bakarsan bunlar halâ Devlete karşı mücadele eden bozgunculardı) Peki, gayrımüslimin orta sınıfın-ayanı “ilerici-devrimci” oluyor da Müslümanın ayanı neden bir türlü Devletten kopamıyor ve “gerici” oluyor! Üstelik, gayrımüslim orta sınıf-ayanlar batılı devletlerin koruması altında oldukları için Osmanlı onların pek üstüne gidememiştir. Ama Müslüman ayan-orta sınıf- II.Mahmut’tan sonra hep Devlet’in şamar oğlanı olmuştur.
Tam bu noktada denebilir ki, peki madem öyle, ama o zaman neden Müslüman orta sınıf bir türlü kendisine kan kusturan o Devlet’ten kopamamıştır-kopamıyor? İşte, arapsaçına dönen tarihimizin-sınıf mücadelelerinin- kilit sorusu budur. Neden o Müslüman orta sınıf hep Devletin karşısında boynu bükük kalmıştır, neden bu antika yapıya karşı gayrımüslim muadilleri gibi burjuva devriminin bayrağını yükselte-memiştir onlar?
19.yy’ın ikinci yarısından sonra Devlet, gayrımüslimlerin ayrılıkçı-merkezkaç hareketlerine karşı, varolanı-kendini- koruma mücadelesine giriştiğinden, kendini korumak güdüsüyle de olsa, bu durum zamanla onu Müslümanlığa-Müslüman halka daha yakın hale getirmiştir38! Öyle ki, süreç içinde Osmanlı yavaş yavaş bir Müslüman devleti olduğunu hatırlamaya başlar! Bu ise, zaten gayrımüslim orta sınıfla rekabet halinde olan Müslüman kesimde “bu Devlet bizimdir” duygusunu besleyerek bir tür merkezçekim eğilimine sebep olur. Gayrımüslim orta sınıfla olan rekabet ve Devletle aradaki dini-duygusal bağ onları varolana-Devlet’e sahip çıkma psikolojisine iter-hapseder. İşte, gayrımüslim orta sınıf zamanla Devlet’ten bağımsız olarak kendi aydınlarını ve burjuva devrimci ideolojisini yetiştirir-geliştirirken-yaratırken, Müslüman orta sınıfın bir türlü Devlet’ten bağımsız hale gelememesinin, ortalıkta “orta sınıfın temsilcileri” olarak dolaşan o Jöntürkler’in-İttihatçılar’ın bir türlü Devlet’ten kopamamalarının, Devlet’i kurtarma ideolojisinin peşinden sürüklenerek yok olup gitmelerinin nedeni budur. Bütün mesele şurada, şu soruya verilecek cevapta yatıyor: Osmanlı Devleti’nin, 19.yy’ın başlarından itibaren, bir tarihsel devrim gücü kılığına girerek, “modernleşme-batılılaşma” çabası şeklinde kendini koruması çabasını anlamak ayrı bir olay, ama, bu çaba “ilerici”-geleceği olan bir çaba mıydı, yoksa, tarihsel olarak haklı yanı olmayan-zamanı kaçırmış “gerici” bir yapının boşu boşuna savunulması çabası mıydı?
Örneğin, ayrılıkçı unsurlara karşı mücadele ederken Osmanlının çabasını nasıl değerlendireceğiz. Osmanlı-Devleti açısından mı bakacağız bu sürece, yoksa tarihsel ilerleme-gelişme açısından mı. İşte, o dönemdeki Müslüman orta sınıfın duruşu, onların tarihsel konumları ve gelişimleri de bu soruya verilecek cevaba bağlı olmuştur..
“Batılılaşma” süreciyle birlikte Devlet eliti adeta ikiye bölünmüştü ve bunların arasında kıyasıya bir mücadele sürüp gidiyordu. E, Müslüman orta sınıfla Devletin arası da malum-iyi değildi..Bu durumda, Devlete karşı “demokrasi mücadelesi” verdiğini söyleyen “tarihsel devrimci” Jöntürklerle Müslüman orta sınıf arasında aynı şeye karşı olmadan doğan bir ittifak oluştu. Öyle ki, zamanla Jöntürkler’in Müslüman orta sınıfın temsilcileri olarak görülür hale gelmesinin nedeni de bu görünümdür..
İnalcık’la devam ediyoruz:



Yüklə 0,81 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin