Şiîliğin Teşekkülü
Şiîliğin ne zaman ortaya çıktığı konusunda, Sünnî ve Şiî âlimler arasında
görüş ayrılığı bulunduğu gibi, Şiî ulemanın kendi içinde de bir birliktelik
mevcut değildir. Bu karışıklığın en önemli sebebi, Şiîliğin siyasi ve dini
tarihinin iyi kavranamamış ve hangi cephesinin ne zaman ortaya çıktığının
sağlıklı bir şekilde değerlendirilememiş olmasıdır. Belki bundan daha
önemlisi, hangi Şiîliğin ne zaman ortaya çıkıp hangi unsurları kapsadığının
mezhepsel kaygılardan uzak bir şekilde tespit edilememiş olmasıdır. Şiî
müelliflerden bir kısmı, imâmeti neredeyse nübüvvetin bile önüne geçirecek
şekilde, Ali taraftarlığını Hz. Peygamber’den öncesine götürerek,
peygamberlere inen kitap ve sahifelerde Ali’nin velâyetinin yazılı olduğunu
belirtirken (Küleynî, 1388, I, s. 437); Şîa’nın büyük çoğunluğu, Ali
taraftarlığının (teşeyyü’) Hz Peygamber devrinde, onun vasıtasıyla ve
teşvikiyle ortaya çıkıp gelişme kaydettiğini, o devirde Ali’nin özelliklerinden
dolayı ona muhabbet besleyen ve Peygamber’in vefatından sonra onun
imametini destekleyen, başta Selmân-ı Fârisî, Ebû Zer el-Gıfârî, Mikdâd b.
el-Esved ve Ammâr b. Yâsir gibi sahabîlerin, daha o zaman, Ali Şîası diye
anıldıklarını belirtmektedirler (Eş’arî, s. 15, Nevbahtî, s. 15-6). Şiî olmayan
araştırmacılar ise, Şîa’nın, Hz. Peygamber’den hemen sonraki hilâfet
tartışmalarıyla; Hz. Osman dönemindeki olaylar sırasında; Hz. Ali’nin
hilâfeti döneminde; Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra; 61/680 yılında
Kerbela’da Hz. Hüseyin’in şehadetinden sonra meydana gelen Tevvâbun
hareketiyle; 66/685 yılındaki Muhtar es-Sakafî’yle birlikte ve nass ve tayin
nazariyesinin ortaya çıkmasından sonra olmak üzere geniş bir zaman
diliminde değerlendirmektedirler (Abdülhamid, 1994, s. 16-9).
İlk görüşle irtibatlı olan klâsik Sünnî bakış açısına göre, Hz.
Peygamber’in vefatından sonra halife olacak kişinin kimliği konusunda kesin
ve belirleyici bir nass veya vasiyet bulunmadığı için, Ensâr ve Muhacirler’in
görüşleri, Sakîfe toplantısında ileri sürdükleri gerekçelerle, kendi bakış
açıları doğrultusunda gelişirken, Hz. Ali’nin bazı yakınları ve yukarıda ismi
geçen sahâbîler, hilâfeti Hz. Ali’ye geçen bir miras gibi değerlendirmişlerdir.
Onlara göre, eğer Hz. Peygamber miras olarak bir mal bıraksaydı, nasıl
yakınlarına kalacak idiyse, siyasî manadaki mirasın da böyle olması gerekir.
Ehl-i Sünnet ve Şîa tarihçileri Hz. Ali’nin ilk dönemde Ebû Bekir’in halife
seçilmesinden hoşlanmadığı, ona biat etmeye belli bir süre yanaşmadığı
hususunda ittifak halindedir. Hz. Ali’nin, Hz. Ebû Bekir ve önde gelen diğer
zevâtla yaptığı konuşmalarda, kendisinin halifeliğe daha fazla hak sahibi
olduğuna işaret ederek, Kureyş’in Resûlüllah’ın soy ağacı olması durumunda,
Ehl-i Beyt’in bu soy ağacının meyvesi olacağına atıfta bulunduğuna dair
kayıtlar mevcuttur. Yine onun, “hilâfete benden daha layık kimse yoktur”
(Taberî, 1879–1881, III, s. 476) şeklindeki ifadesi bunu teyid etmektedir.
Hz. Ali’nin geç biatını sadece, eşi Hz. Fatıma’nın Ebû Bekir’e olan
kırgınlığına bağlayan âlimlerin görüşlerine katılmak mümkün değildir.
Çünkü Hz. Ali, hilâfetin Ebû Bekir’den çok kendi hakkı olduğunu
97
düşünmekteydi. Her ne kadar İmâmiyye Şîası, Hz. Peygamber’in Ali’yi
kendisinden sonra halife atadığına dair birtakım nassları zikretmiş olsa da,
Peygamber’in onu kendisinden sonra halife tayin ettiğine dair açık bir nass
bulunmamaktadır. Nitekim Şiî müellif Küleynî’nin “İmam Ali kendisine biat
edilmesi için bir çağrı yapmamıştır; toplumun yaptığını kabul etmiş ve
niyetini gizlemiştir” (Küleyni, Ravzatü’l-Kâfî, s. 246) şeklindeki ifadeleri
bunu doğrulamaktadır. Bunun içindir ki, sahâbe ne Ğadîr-i Hum
hadisesinden ne de başka rivayetlerden halifelik konusunda bir nass ve tayin
manası çıkarmamıştır. Bu da, Hz. Ali hakkında varid olan nasslarda ya
halifelik manasının açık olmadığını ya da bu nassların o zaman mevcut
olmadığını göstermektedir. Ali’nin önce imâmetin kendisine ait olacağını
ümit etmesi, bir süre geçtikten sonra, Ebû Bekir ve daha sonra Ömer’e biat
etmesi, sonraları teşekkül eden Şîa’nın düşüncelerinin aksine, Ali’nin halife
olacağı konusunda kesin ve sahih bir nas bulunmaması dolayısıyladır. Eğer
Hz. Peygamber’den, kendisinden sonra Ali’nin halife olacağı konusunda
kesin bir nas gelseydi, Muhacir ve Ensâr da bu durumdan haberdar olsaydı,
onlar mutlaka Hz. Peygamber’in sözüne göre hareket ederlerdi.
Hz. Ali Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın yerine hilâfetin kendi hakkı olduğunu
düşünmekte midir? Bununla dinî mi yoksa siyasî liderliği mi kasdetmiştir?
Ali’nin imâmetini kabul ve diğer insanları ona davet etme düşüncesinin,
dinî değil siyasî bir tercih olarak başladığı söylenebilir. Ebû Bekir ve Ömer
devrinde (11-23/632-644) devlet ve toplum idaresinde tamamıyla liyakat ve
ehliyetin hakim olması ve her iki halifenin de adalet ve hakkaniyete uygun
hareket etmeleri sebebiyle, toplumda başka bir idareceyi iş başına geçirme
özlemi ortaya çıkmamış; dolayısıyla Ali taraftarlığı belirli ölçüde, siyasî bir
taraftarlıktan öteye geçmemiştir. Hatta Hz. Ali bu iki halifenin en yakın
danışmanı olarak çalışmıştır. Ammâr gibi bir taraftarı da onların valileri
arasındadır. Fakat Hz. Osman devrinde (23-35/644-656) bu durum değişmiş;
halifenin yaşlılığı, icraatındaki bazı zaaflar, Ümeyye ailesine mensubiyeti
dolayısıyla valilik ve memuriyetlere yakınlarını tayin etmesi, onları kontrol
edememesi, yaptıkları yanlış işlere göz yumması, kendilerine ölçüyü aşan
ihsanlarda bulunması, Emevîler’in idare ettikleri yerlerin ahalisine kötü
davranmaları, sonuçta halk arasında Hz. Osman ve çevresine karşı husumet
oluşmasına ve siyasî anlamda Şîa’nın gelişmesine zemin hazırlamıştır.
Hz. Ali lehindeki ilk hareket Velid b. Ukbe’nin valiliği devrinde Kufe’de
ortaya çıktı. Kurrâ (Kur’ân okuyucuları) diye anılan bir takım zâhid kişiler,
Ali’nin hilâfeti döneminde ve daha sonra, Ali Şîası’nın liderleri oldular. Bu
devrede Şîatu Osman yahut Osman taraftarları adıyla mevcut halifeyi
destekleyen kesim zayıfladı ve adaletli bir devlet başkanı arayışı ve
özlemiyle, Şîatü Ali yahut Ali taraftarları olarak anılan; fakat toplumun diğer
kesiminden farklı belirgin bir yapısı olmayan grup, güç ve itibar kazanmaya
başladı (Öz, s. 60-1).
Başkent Medine dışındaki İslâm beldelerinde, yukarıda belirtilenler
yanında, İslâm’a sonradan girip ihtidâ edenler sebebiyle, halife aleyhinde
başlatılan cereyanlar hızla gelişti. Şiîliğin Hz. Osman dönemindeki fitne
olaylarına bağlı olarak ortaya çıktığı görüşünde olanlar, daha çok İbn Sebe
meselesinden hareket etmektedirler. Her ne kadar erken dönem Şiî
kaynaklarda da, Hz. Ali hakkında, onun imâmetinin farz olduğunu ileri süren
ilk kimsenin Yemenli İbn Sebe olduğu şeklinde kayıtlar mevcut ise de
(Nevbahtî, s. 20), Şiîliğin İbn Sebe ile birlikte Hz Osman döneminde
başladığı iddiası önemli sorunları içermektedir. Öncelikle İbn Sebe’nin
kimliği meçhuldür ve kim olduğu hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır.
98
İkincisi İbn Sebe meselesinde, konuyla ilgilenen araştırıcılar arasında görüş
birliği olmadığı gibi, müşterek noktalar bulmak da pek mümkün değildir.
Diğer bazı kaynaklarda ise, Hz. Osman döneminden hiç söz edilmeksizin,
doğrudan İbn Sebe’nin Ali’nin tanrılığını iddia ettiği, bunun üzerine Ali’nin
onun yakılmasını emrettiği; fakat daha sonra vazgeçtiği söylenmektedir.
Kısacası İbn Sebe’yle ilgili rivayetler birbirleriyle çelişkilidir. Bu yüzden
Şiîliğin doğuşunun, Hz. Osman dönemindeki, tarihe fitne olayları olarak
geçen hadiselerle ve Sebeiyye ile doğrudan irtibatlandırılması pek mümkün
gözükmemektedir. İbn Sebe’ye atfedilen fikirler ise, birinci asrın sonlarıyla
ikinci asrın başlarında tartışılan fikirler arasındadır. Hz. Osman dönemindeki
olaylara katılanların çoğunluğunun güneyli olması sebebiyle, onlara Sebeiyye
sıfatının verilmiş olması mümkündür. Ancak o dönemde bu kavramın
içeriğinde muhtemelen Osman aleyhtarlığı vardır. Nitekim 51/671 yılında
Ali’ye ve soyuna sövülmesini protesto ederek ayaklanan Hucr b. Adiy için de
Sebeî sıfatı kullanılmıştır (Kutlu, 2006, s. 93–94). Hucr’un Osman
aleyhtarlığından başka aşırı nitelikte belirgin bir vasfı yoktur. Muhtemelen
Sebeiyye kavramı, Ali taraftarı Muhtar es-Sakafî’nin 67/686 yılında, Musab
b. Zübeyr ve Kufeli eşrafın işbirliği ile öldürülmesi ve taraftarlarının kılıçtan
geçirilmesinden sonra karşımıza çıkan, Muhammed b. el-Hanefiyye’nin adı
etrafındaki kurgulara dayalı farklılaşmalarda, itikadî nitelikte aşırı görüşlere
sahip olan kimseleri tavsif için kullanılmaya başlamıştır (Onat, 2000, s.44-5).
Cemel, Sıffîn ve Nehrevan savaşlarında Ali ile beraber mücadele edenler,
Dostları ilə paylaş: |