211
hurafelerin ayıklanmasıydı. Bu nedenle ihyacı hareketler bazı modern
araştırmalarda “
ana kaynaklara dönüşçü” özelliği nedeniyle “yeni
selefîlik” veya “ıslahatçı selefîlik” olarak tanımlanmıştır.
Yeni selefîlik ile daha çok Vehhâbîlik’le özdeşleştirilen ve geleneksel Ehl-i
Hadîs çizgisini sürdüren günümüz selefîliği arasında “ana kaynaklara
dönüşçü” ortak payda dışında belirgin bir benzerlik ve yakınlık bulunmamakta-
dır. İhyâcılık/İslâmcılık İslâm toplumunu modernleştirmek adına yükseltilen,
entelektüel,
rasyonel, bilimci, gelişimci, aktivist yönleri ağır basan, Müslüman-
ları birleştirici bir amaç güden küresel bir siyasi projenin adı iken; geleneksel
selefiyye, daha çok hadis merkezli bir metinciliği esas alarak akılcı çözümlere
mesafeli, dışlamacı karakteri baskın muhafazakâr yaklaşımı temsil etmektedir.
b) İslâmiyet’in modern ihtiyaçları karşılayacak evrensel bir siyasi-sosyal
muhtevaya sahip olduğu fikri, İslâmcıların sıklıkla vurguladıkları bir tez
olmuştur. İslâmiyet’in modern dünyadaki bu kapsayıcılığı, kaynağını
kutsaldan almakla birlikte akılla da kavranıp temellendirilebilir. Zira
İslâm, akla uygun bir dindir. Bu nedenle çağın yeniliklerine kolaylıkla
intibak edebilir. Gelişmeye (
terakki) engel olmadığı gibi bizzat gelişmeyi
emreder. Dinin gelişmeye engel olan unsurları, dine sonradan ilave edilen
geleneğin ürünleridir. Tutucu bağlardan kurtulmak ve asli kaynakları
gelişmeci bir dini sistemin hizmetine
sunmak için, Ortaçağ’da kapanan
ictihat kapısı yeniden açılmalı, yeni hükümler üretilmeli, mezhep
taklitçiliğinin önüne geçilmelidir (Türköne, Özcan, Kutluer, 2001).
c) Müslümanlar batıyı üstün kılan ilmi, medeni ve teknik usulleri alarak
kendi toplumlarını kalkındırmak zorundadır. Zaten
batı medeniyeti
bugünkü yüksek seviyesine daha önce Müslümanlardan öğrendikleriyle
ulaşmıştır. Hz. Peygamber’in “hikmet müminin yitik malıdır, nerede
bulursa onu alır” sözü referans alınmalıdır. Fakat bu yararlanma faaliyeti
seçmeci (eklektik) bir tarzda yapılmalıdır (Türköne, Özcan, Kutluer,
2001). Yabancı ideolojiler ve ahlak anlayışları da bu arada alınırsa, bunlar
İslâm’ın asli değerlerine uymadığından, bu tarz bir taklit gelişmeye değil
yıkıma sebep olur.
d) Gelenekle hesaplaşma bağlamında İslâmcılar,
genel olarak tasavvuf ve
tarikatlara menfi bakmışlardır. Tarikatların atâlet ve miskinlik yuvaları
haline geldiği; insan iradesini değersizleştirdiği; hurafeciliği geliştirdiği;
takva, tevekkül ve zühd kavramlarını yanlış yorumlayarak ilerlemeye
mani olduğu iddiaları sık sık dile getirilmiştir. Bununla birlikte felsefi bir
boyut taşıması ve bütün dinleri içine alan müsamahakâr birlik anlayışı
nedeniyle vahdet-i vücûd düşüncesi bazı İslâmcılar nezdinde özel ilgi
görmüştür (Türköne, Özcan, Kutluer, 2001).
e) İslâmcılar,
eğitim-öğretimin ıslahı üzerinde önemle durmuşlardır. Onlara
göre, medrese sistemini
değiştirmek, ıslah etmek, pratik hiçbir faydası
olmayan veya devri geçmiş dersler yerine günün ihtiyaçlarına cevap
verecek konuları okutmak, felsefenin ve pozitif bilimlerin tahsiline önem
vermek gerekmekteydi (Kara, 1995, s. 77). Bu hedefler doğrultusunda
Seyyid Ahmed Han, Aligarh Mektebi’ni kurmuş; Muhammed Abduh el-
Ezher müfredatının ıslahı için çalışmış, Said Nursî ise Doğu Anadolu’da
Zehrâ Medresesi adıyla açmayı düşündüğü bir yüksek öğretim kurumunu
projelendirmişti.
f) İslâmcılara göre
ittihad-ı İslâm, yani panİslâmizm adını da verdikleri
müslümanların siyasal birliği, İslâm âleminin geri kalmasını ve sömürge-
cilerin istilasını engelleyecek tek çareydi. II. Abdülhamid bunu bir
devlet
politikası haline getirdi. Padişahın halife olma imtiyazı tahkim edilerek
212
İslâm ülkelerinin maddi ve manevi desteğini celbetmek ve bu sayede
Osmanlı devletini emperyalist güçler karşısında ayakta tutmak, bu
politikanın esas amacıydı.
Cemâleddin Efgânî’nin İslâm birliği ideolojisi ise daha kapsamlıydı. Ona
göre, ittihad-ı İslâm’ın, din bağı, hac ve hilafet olmak üzere üç dayanağı
vardı. Efgânî milliyet faktörünü, din bağını gölgede bırakmaması ve kavmî
taasubu artırmaması şartıyla faydalı bir unsur olarak ele aldı. Irkçı
eğilimlerden uzak, din bağını güçlendiren müsbet bir milliyetçilikten yana
oldu. Mekke ve Medine’yi İslâm birliğinin manevi merkezleri olarak tespit
etti. Müslümanların her hac mevsimi bu merkezlerde
toplanarak ortak mese-
lelerini görüşmelerini, aralarında iş bölümüne gitmelerini önerdi. Hilafet
kurumunu ise bu birliğin yegane otorite mercii olarak kabul etti. Ancak bu
hilafet, ümmetin katılımı ve meşveret esası ile yürütülmeli, mutlakiyet bıra-
kılarak meşrutiyete geçilmeliydi (Karaman, 1994).
g) Kur’ân ve sünnetin belli bir
yönetim şekli ortaya koymadığını, genel
esaslar belirlemekle yetindiğini savunan İslâmcılar, hilafet kurumunu, onu
“peygamber vekâleti” kabul eden geleneksel anlayıştan farklı olarak
“millete vekalet” şeklinde takdim ettiler. Bu yeni yaklaşım halk
egemenliğine vurgu yaparak anayasa (kânûn-i esâsî) ve vekiller meclisi
gibi yeni kurumları güçlendirmeyi hedefliyordu. Meşveret, şura, biat gibi
İslâmi kavramlar ile, batı kökenli demokrasi, parlamento, serbest seçim,
kamuoyu gibi kavramların arasında yakın irtibatlar kurularak İslâmcı bir
siyaset ideolojisi kurulmaya çalışıldı (Türköne, Özcan, Kutluer, 2001).
h) İhyâcı/İslâmcı şahsiyetlerin ürettikleri
edebiyâta bakıldığında, yukarıda
belirtilen ana meselelerin işlendiği eserlerin yanısıra, temel insan hak-
larını İslâm hukuku açısından ortaya koyan, Müslüman kadının toplum-
daki yerinin iyileştirilmesini savunan makaleler
önemli bir hacmi kapsa-
maktadır.
Yine oryantalist saldırılara cevap vermek yahut ideolojik ve felsefi nite-
likli yabancı akımlarla mücadele etmek gayesiyle çok sayıda kitap telif edildi.
Efgânî’nin bir naturalizm eleştirisi mahiyetindeki Dehriyyûn’a Reddiye’si,
İsmail Fennî’nin materyalist ve ateist felsefeleri eleştirdiği Maddiyyûn Mez-
hebinin İzmihlâli adlı çalışması, İslâm’ın bilimsel gelişmelere mani olduğu
iddiasındaki Ernest Renan’a karşı yazılan reddiyeler ve daha birçok eser
konumuz olan edebiyâtın dikkat çekici mahsülleriydi.
Kur’ân merkezli bir düşünce tasavvuruna sahip ihyâcı alimlerin, ayetleri
tefsir ederken Kur’ân’ı modern bilimle uyumlu bir kitap olarak gösterme
gayretinde olduklarını anlıyoruz. Bu yorum tarzı, İslâmiyet’in bilimsel
gelişmeleri engellediği yönündeki iddialara bir cevaptı. Tantâvî Cevherî’nin
el-Cevâhir başlıklı eseri bu tarz tefsirin en bilinen örneğidir. Hz. Mûsâ’nın
önünde dağın erimesi haberini Seyyid Ahmed Han’ın volkanik bir patlama
olarak açıklaması, yine Hz. Mûsâ’nın elindeki asasıyla taştan pınarlar
akıtmasını Said Nursî’nin artezyenin işareti olarak göstermesi yahut kuşların
attığı taşlarla Ebrehe ordusunun helâkını Abduh’un bulaşıcı çiçek hastalığı ile
izah etmesi, hissi mucizelerin aklîlleştirilmesi ve bilimsel hale getirilmesi
gayretinin ilginç örnekleri olarak dönemin eserlerinde karşımıza çıkmaktadır.
Dostları ilə paylaş: