yapısıyla her zaman ensemde dolaştığı için, bu satırlar da
yazılırken gene dayanamamış ve “Hipyos’un da, Analojile-
rin de...” diye söze karışmaktan kendini alamamıştır. So-
nunda, “Senin de...” diye sözlerini bitirmesine engel olmak
ve gereksiz bir hakarete uğramamak için,
biçim üzerine
yaptığım incelemeyi burada kesmek zorunda kalıyorum.
Bununla birlikte, yazdığı mısralara neden “Şarkı” dediği-
ni ve milli karakterimize daha uygun görünen “Türkü” ke-
limesini seçmediğini de kısaca açıklamaktan kendimi ala-
mıyorum.
Batı enstrümanlarıyla Türk müziği, ya da son zamanlar-
daki söylenişiyle, armonize edilmiş halk türkülerini oldum
olası bir türlü sevememiş olan Selim, yazdığı mısraların da,
küçük bir ihtimal de olsa, sonunda armonize edileceği kor-
kusundan kendini bir türlü kurtaramamıştır.
Her ne kadar
Bela Bartok’un aynı biçimdeki aranjmanlarını kendisine
gösterdimse de, İznik Konseyi ile ilk Ortodoks-Katolik
uyuşmazlığı dışında Hıristiyanlık dünyasının çok sesli mü-
ziğin gelişiminde bir uyum sağlamış olması ve dillerinde
birçok Türkçe kelime bulunan Macarların
bile bu konuda
bizden kaçınılmaz bir ayrılığa düşmesi, onun kuşkularını
artırıyordu. Modern resmi benimsememizde geçirilen sar-
sıntılar düşünülecek olursa, Selim’in bu çekimser tutumunu
yadırgamamak gerekir. Fakat, gene de “Şarkı” yerine -adı
Türkçe olmasa da- “Marş” gibi,
milli karakterimize uygun
bir ad seçebilirdi. Böylece, mısraların arasına, “İzmir Marşı”
ya da “Yaslı gittim şen geldim” gibi marşlar koymak imkânı
olurdu. Bu ikinci marş, genel başlık olabilirdi. Düşünün bir
kere: “Dün Bugün Yarın” gibi silik bir ad yerine, “Yaslı git-
tim şen geldim” ve ondan sonra hemen, “Birinci Marş.”
Selim, özellikle İzmir Marşını, ona annesini hatırlatması
melodi ve söz bakımından insanları coşturmak yerine büs-
bütün mahzun etmesi gibi nedenlerle uygun bulmadı ve bu
158
marşla, iki adım ileri bir adım geri gidilen Mehter Marşında
olduğu gibi, destan havasının dışına çıkıldığını ifade etti.
Selim, Alman militarizmini zaten hiçbir zaman anlayama-
mıştı. Hıristiyanlığın, bütün barışçı niteliklerine rağmen,
kan ve ateşe hiçbir çağda engel olamaması
gerçeğini bir tür-
lü kabul edemiyordu.
Büyük İtalyan Rönesans ve Barok sanatı tenkitçisi Luigi
Cordova (doğumu Madrit) De İncentes’i, işte tam bu sırada
okudu. Hıristiyanlığın resmî bir kurum kişiliğine bürünme-
sinin güzel sanatların gelişmesi bakımından zorunlu oldu-
ğunu, resim, heykel ve mimarlık sanatlarının, gelişmelerini,
Aziz Peter’in temelini attığı ve Aziz Paulus’un da -İsa’ya
rağmen- sınıflarını kurduğu kiliseye borçlu olduklarını öğ-
renince, gene aynı kilisenin Alman militarizmine engel ol-
mamasını bir dereceye kadar bağışladı. Türklerin Viyana
kapılarına kadar dayanmalarının Mehter Marşına
değil de
ulufe dağıtım sistemine bağlı olduğunu öğrenince (Bak:
Prof. Sancak Eltutar,
Dostları ilə paylaş: