Dedik ki, İmam Sadık’ın (a.s) döneminde fevkalade bir ilmî canlılık vardı ve bu ilmî canlılık inanç savaşının şiddetlenmesine neden oldu; her temiz Müslüman’ın da bu inanç savaşında İslam’ın yararına savaşa katılıp İslam’ı savunması gerekirdi. Ama bu ilmî canlanmada etkili olan sebepler nelerdi? Bu konuda üç etken vardır: o günkü İslamî ortam yüzde yüz dindar bir ortamdı ve halk dinî saiklara sahipti. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) ilme teşviki, Kur’an-ı Kerim’in ilim ve öğrenmeye, düşünme ve akletmeye teşvik ve davetleri bu kıyam, heyecan ve canlılığın temel etkenleriydi. İkinci etken fikrî ve ilmî geçmişi olan çeşitli ırkların İslam dinine girmeleridir. Zemin hazırlayan üçüncü ekten, İslamî dünya vatanlığıydı; yani İslam dini su ve toprak vatanlarıyla mücadele etmiş ve vatana İslam vatanı tabirini kullanıyor, nerede İslam varsa orası vatandır diyordu; işte bu nedenle ırksal taassupların büyük bir bölümü yok olmuştu; öyle ki farklı ırklar kardeşlik hissi içerisinde bir arada yaşıyordu; örneğin öğrenci Horasanlı, hocası Mısırlıydı veya öğrenci Mısırlı ve hocası Horasanlıydı. Ders havzası oluşturuluyor ve hoca olarak ders veren kişi örneğin Nafi veya Abdullah b. Abbas’ın kölesi İkrime gibi barbar bir köleydi. Barbar bir kölenin gelip oturduğunu, daha sonra Iraklı, Suriyeli, Hicazlı, Mısırlı, İranlı ve Hindistanlı kişilerin onun etrafında ders halkası oluşturduğunu görüyordunuz. Bu, böyle bir harekete zemin hazırlamak için çok büyük bir etkendi. Bundan daha büyüğü, günümüzde gayr-i Müslimlerle, özellikle kitap ehliyle bir arada yaşamak anlamında “Dinî müsamaha ve hoşgörü” denilen şeydir; yani Müslümanlar kitap ehliyle bir aradan yaşamak için onlara tahammül ediyor ve bunu temel inançlarına aykırı bilmiyorlardı. O dönemde kitap ehli, ilim ehliydi. Bunlar İslam toplumuna girdiler ve Müslümanlar bunları hoşgörüyle karşıladılar; daha birinci asırda onların malumatlarını aldılar ve ikinci asırda ise artık bilimsel toplumun başında Müslümanların kendileri yer aldılar. Kitap ehliyle bir arada yaşamak ve onlara karşı hoş görü içerisinden olmak da çok önemli bir etkendi. Elbette bunun kendisinin de kökü hadise dayanmaktadır. Hatta Merhum Meclisî “Biharu’l - Envar”da -Nehcu’l - Belağa’da da vardır- Resulullah’tan (s.a.a) şöyle nakletmektedir: “Hikmeti müşrikten bile olsa alın.” (hikmet, doğru bir bilimsel söz anlamındadır) “Hikmet -yani Kur’an-ı Kerim’de “Hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir” şeklinde geçen sağlam ve bilimsel, yerinde söylenen, doğru ve muteber söz anlamındadır- müminin kaybettiği şeydir” cümlesinin de anlamı budur. (Bazı yerlerde “müşrikin elinde bile olsa” tabiri kullanılmıştır). “Kaybettiği” tabiri çok harika bir tabirdir. İnsan kendine ait olan bir şeyi kaybedecek olursa gittiği her yerde onu nasıl arar?! Sizin sevdiğiniz pahalı bir yüzüğünüz olur da onu kaybederseniz ihtimal verdiğiniz her yere gidip onu arasınız ve kaybetmiş olduğunuz bu yüzüğü bulmak için bütün köşe ve bucaklara dikkatle bakarsınız. İslam dininin en güzel ve en iftihar kaynağı tabirlerinden biri de budur: “Hikmet müminin kaybettiği şeydir”; onu nerede bulsa, hatta bir müşrikin elinde bile bulsa alır. Yani eğer kaybettiğiniz bir malı bir müşrikin elinde görürseniz, benim onunla bir alıp vereceğim yok mu dersiniz, yoksa bu mal benimdir mi dersiniz? Emirulmüminin Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Mümin ilmi müşrikin elinde bir emanet ve kendisini ise onun asıl sahibi bilir de, müşrik ona layık değildir, ona layık olan benim, der.”
Bazıları kitap ehline karşı hoşgörülü davranma ve onlarla iyi geçinmeyi halifelerin hesabına bırakarak demişlerdir ki: “Halifelerin genişlikleri; onların saraylarında Müslümanların, Hıristiyanların, Yahudilerin, Mecusilerin vs. birlikte kaynaşıp birbirlerinden yararlanmasını gerektiriyor.” Fakat bu halifelerin genişliği değil, Resul-i Ekrem’in (s.a.a) emridir. Hatta Corcî Zeydan bile bu meseleyi halifelerin genişliğine mal etmektedir. Seyyid Rezi’nin -Seyyid Rezi taklit mercilerinden üstün bir kişi ve Seyyid Murtaza’nın kardeşidir- kıssasını değinerek kendi asrından yaşayan “Ebu İshak Sabî”59 vefat edince onun mehdinde bir kaside okudu:60
Gördün mü şu tabutta taşınanın kim olduğunu?!
Bildin mi mahallemizin neden zifiri karanlık olduğunu?!
Dağılan bir dağdı bu….
Bazıları gelip, “Bir seyyid, Resulullah’ın (s.a.a) torunu, büyük bir İslam alimi kafir bir adamı böyle över mi” diye eleştirdiler onu. O da, “Evet” dedi; “Ben onun ilmi için mersiye okudum. Alim bir kişiydi; ben ilminden dolayı ona mersiye okudur (günümüzde biri böyle yapacak olursa şehirde çıkarırlar). Corcî Zeydan bu kıssayı naklettikten sonra şöyle diyor: “Göğüs genişliğini görüyor musunuz; Seyyid Rezi gibi peygamber evladı bir Seyyid o kadar ruhî yüceliği, yüce seyitlik ve ilim makamına rağmen bir kafiri böyle medhediyor.” Daha sonra diyor ki: “Bütün bunlar halifelerden kaynaklanmaktadır; onlar göğsü geniş kişilerdi.” Fakat bu halifelerden kaynaklanmıyor; Nehcu’l - Belağa’yı derleyen Seyyid Rezi, Ali b. Ebutallib’in öğrencisidir. O, dedesi Resulullah (a.s) ve Ali b. Ebutalib’in emrini diğer insanlardan daha iyi biliyordu; hikmet ve ilim nerede olursa saygındır, diyor. Bunlar bu ilmi canlılık ve heyecanı meydana getiren etkenlerdi; ister istemez bu ilmî canlılık İmam Sadık (a.s) için zemin hazırladı.
O halde gerçekte konumuz şu oldu: İmam Sadık’ın (a.s) yönetime geçmesi için zemin hazır olmadı; eğer bu zemin hazırlanacak olsaydı kesinlikle diğer zeminlerden daha iyi olurdu; fakat buna rağmen başka bir zemin hazırlandı ve İmam (a.s) bu zeminden gereğince yararlandı; öyle ki, Sünni’siyle, Şii’siyle İslam dünyasının ilmî hareketlerinin kesinlikle İmam Sadık’tan kaynaklandığı söylenebilir. Bu konu Şii havzaları çok açık bir şekilde ortadadır; Sünni havzaları da İmam Sadık’ın (a.s) ürünüdür. Çünkü Sünnî havzalarının başında yaklaşık bin sene önce inşa edilen “el-Ezher” yer almaktadır; “el-Ezheri”i de Fatimî Şiiler kurmuşlardır; Ehl-i Sünnet’in diğer havzaları da “el-Ezher” aracılığıyla müteşekkil olmuştur. Bütün bunlar İmam Sadık’ın (a.s) kendi döneminin şartlarından yararlanmasının ürünüdür. Bu konular en azından şöyle bir mesele olarak söz konusudur: İmam Sadık’ın (a.s) bu zemini kaybedip gidip savaşması ve zulümle savaş yolunda öldürülmesi mi daha iyiydi, yoksa bu güzel zeminden yararlanması mı? İslam dini sadece zulümle mücadeleden ibaret değildir; İslam diğer şeyleri de kapsamaktadır aynı zamanda. Dolayısıyla ben bu konuyu sadece bir zemin ve İmam Sadık’ın (a.s) dönemiyle diğer dönemlerin arasındaki bir fark olarak arzettim; İmam Sadık (a.s) bu zeminden istifade etmeseydi şöyle bir soruyla karşılaşırdık: “Ehl-i Beyt İmamları (a.s) hükümet ve hilafeti İslam dinini yaymaktan başka bir amaçla mı istiyorlardı? Neden bu müsait zeminden yararlanmayıp kendilerini ölüme verdiler?”
Bu sorunun cevabı şudur: Zemin müsait olunca Ehl-i Beyt İmamları (a.s) müsait zemini elden vermezlerdi. İmam Rıza (a.s) için de müsait zemin Me’mun’un meclisine girmek ve oradan kendi sesini duyurmak olmuştur. Belki de İmam Rıza (a.s) Me’mun’un yanında iki yıldan fazla kalmadı; fakat İmam Rıza’dan (a.s), Me’mun’la bir dönemde olduğu zamanda nakledilen şeyler hayatının diğer bölümü hakkında nakledilmemiştir.
Allah’ın salat ve selamı Muhammed’e ve onun tertemiz Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun.
Dostları ilə paylaş: |