Bobby'nin istediği şey, eve dönüp Ted'le Sineklerin Tanrısı'nı konuşmaktı.
"Meteliksizsin ha," dedi Sully üzülerek. "Çok yazık. Senin biletini ben alırdım, ama benim de yalnız otuz beş cent'im var."
"Dert etme. Hey, yoyon nerede?"
Sully'nin büsbütün suratı asıldı. "Lastiği koptu. Sanırım, yoyoların cennetine gitmiştir."
Bobby kıkırdadı. Yoyo cenneti de garip bir fikirdi doğrusu. "Yenisini alacak mısın?" diye sordu.
"Sanmam. Woolworth'da göz koyduğum bir sihirbaz takımı var. Kutusunda, 'altmış farklı oyun,' diye yazılı. Büyüdüğüm zaman bir sihirbaz olmak hoşuma giderdi, Bobby. Bir karnaval veya sirkle seyahat etmek, siyah takım elbise giymek ve başımda bir silindir şapkayla dolaşmak çok hoş olurdu. Şapkaların içinden tavşanlar ve boklar çıkarırdım."
Bobby dudağını büzdü. "Herhalde tavşanlar senin şapkanın içine yaparlar."
Sırıtma sırası Sully'deydi. "Ama ben yaman bir piçkurusu olurdum! Yani öyle olmak isterdim! Her türlü durumda!" Çocuk ayağa kalktı. "Gelmek istemediğine emin misin? Herhalde Godzilla'nın yanından içeri süzülebilirsin."
Empire'daki cumartesi matinalarına yüzlerce çocuk akın ediyordu. Matina, canavarlı bir film, sekiz veya dokuz çizgi film, gelecek haftalardaki filmlerden fragmanlar ve Movie Tone haberlerinden oluşuyordu. Bayan Godlow çocukları sıraya sokayım ve susturayım diye uğraşırken fıttırma raddelerine geliyordu. Nispeten terbiyeli çocukların bile cumartesi öğleden sonraları okuldaymış gibi davranmaya zorlanamayacaklarının farkında değildi kadıncağız. Ayrıca, yaşları on ikiden fazla düzinelerle çocuğun on iki yaşından küçüklerin indirimli biletleriyle içeri girmeye çalışmalarına kafayı takmıştı. Elinde olsa, Brigitte Bardot filmlerine olduğu gibi, cumartesi matinelerine gelen çocuklardan da kimlik sorardı. Bunun için gerekli otoriteden yoksun olduğu için, boyu bir elli beş metreden kısa olan bütün çocuklara, "HANGİ YIL DOĞDUN?" diye bağırmakla yetiniyordu. Bütün bunlar olup biterken kenardan kolaylıkla içeri süzülebilirdiniz. Üstelik cumartesi öğleden sonraları bilet kontrolörleri de yoktu. Fakat Bobby bugün dev akrepler görmek istemiyordu; son bir haftayı, çoğunluğu belki de ona benzeyen daha gerçek canavarlarla geçirmişti.
Bobby, "Yok, ben bugün ortalıkta dolaşacağım," dedi.
"Tamam." Sully-John saçlarının arasından birkaç yaprağı çıkarıp ciddi bir yüzle Bobby'ye baktı. "Bana yaman bir piçkurususun desene, Koca Bob."
"Sully, sen yaman bir piçkurususun."
"Evet!" Sully-John ayağa fırladı ve gülerek havaya yumruğunu savurdu. "Evet, öyleyim! Bugün yaman bir piçkurusuyum! Yarın da yaman bir sihirbaz olacağım!"
Bobby bankın üstüne çökerek bacaklarını ileri uzattı ve kahkahalarla gülmeye başladı. S-J kendini böyle kapıp koyverdiği zaman öyle komik oluyordu ki.
Sully uzaklaşmak üzereyken geri döndü. "Biliyor musun, parka girdiğim sırada parkta acayip iki kişi gördüm."
"Nereleri acayipti?"
Sully-John başını salladı. "Bilmiyorum," dedi. "Gerçekten de bilmiyorum." Sonra, At the Hop'u mırıldanarak uzaklaşmaya başladı. Bu, en sevdiği şarkılardan biriydi. Bobby de onu seviyordu. Danny ve Juniors topluluğu müthişti.
Bobby, Ted'in kendisine verdiği karton kapaklı kitabı açtı. (Kitap artık fazla kullanılmaktan adamakıllı eskimiş gözüküyordu.) Ve son birkaç sayfayı, yetişkinlerin en sonunda ortaya çıktıkları kısmı tekrar okudu. Yine düşüncelere daldı. Son mutlu muydu yoksa mutsuz mu?
Sully-John'u unutmuştu bile. Sonradan düşününce, S-J ona gördüğü acayip adamların üstlerinde sarı paltolar olduğunu söylemiş olsa, birçok şeyin çok farklı sonuçlanacağını anlayacaktı.
"William Golding o kitap hakkında ilginç bir şey yazdı... Bu, sanırım, kitabın sonuyla ilgili kaygın hakkında... Bir gazoz daha ister misin, Bobby?"
Bobby başını "hayır" der gibi sallayıp teşekkür etti. Şalgam suyunu pek sevmiyor, Ted'le beraberken pek çok kez nezaket gereği içiyordu. Yine Ted'in masasının başında oturuyorlardı. Bayan O'Hara'nın köpeği hâlâ havlıyor (Bobby'nin bildiği kadarıyla Bowser'in havlaması asla kesilmezdi.), Ted de Chesterfield sigarasını tüttürüyordu. Bobby parktan dönüşünde annesine göz atmış, onun yatağında uyukladığını görünce üçüncü kata, Ted'e Sineklerin Tanrısı'nın sonunu sormaya koşmuştu.
Ted buzdolabına yürüdü... Sonra birden durdu ve eli buzdolabının kapısının üstünde olduğu halde boşluğa bakışını dikti. Bobby sonradan, Ted'le ilgili bir şeyin ters olduğunu ve giderek bozulduğunu ilk kez o zaman fark ettiğini anlayacaktı.
Sohbet tonuyla, "İnsan onları ilk kez gözlerinin gerisinde hissediyor," dedi. Çok belirgin konuşmuş, Bobby söylediklerinin her kelimesini duymuştu.
"Neyi hissediyor?"
"İnsan onları ilk kez gözlerinin gerisinde hissediyor." Ted, bir eli buzdolabının kapı tokmağında olduğu halde hâlâ boşluğa bakıyordu. Bobby korkmaya başladı. Havada sanki bir şey vardı, neredeyse polen gibi bir şey; bu her neyse, burnunun içindeki kılları titretiyor, ellerinin üstünü kaşındırıyordu.
Sonra Ted buzdolabının kapısını açtı ve içine eğildi. "Bir tane istemediğine emin misin?" diye sordu. "Güzel ve soğuktur."
"Hayır, istemem."
Ted masanın yanına döndü, Bobby de ya az önce olanları olmamış farz etmeye karar verdiğini ya da hatırlamadığını anladı. Ted'in şimdi iyi olduğunu fark ediyor, bu ise ona yetiyordu. Yetişkinler acayiptiler, hepsi bu kadar. Bazen onların yaptıklarını görmezlikten gelmek zorundaydınız.
"Bay Golding'in kitabın sonu hakkında ne dediğini bana anlatın."
"Hatırlayabildiğim kadarıyla şöyleydi: 'Çocuklar bir kruvazörün mürettebatı tarafından kurtarılırlar, bu da onlar için çok iyi, ama mürettebatı kim kurtaracak?'" Ted bir bardağa şalgam suyunu doldurdu, köpüklerin sönmesini bekledi, sonra biradan biraz daha koydu. "Bunun sana yardımı oldu mu?"
Bobby bir bilmece çözmeye çalışır gibi duyduklarını kafasında evirip çeviriyordu. Gerçekten de bir bilmeceydi bu. "Hayır," dedi sonunda. "Hâlâ anlamıyorum. Onların kurtarılmaya ihtiyaçları yok -geminin mürettebatı demek istiyorum- çünkü onlar adada değiller. Ayrıca..." Bobby, kum bahçesindeki çocukları; bir tanesi hıçkırırken ötekinin çaldığı oyuncakla sakin sakin oynamasını hatırlamıştı. "Kruvazördeki adamlar yetişkindir. Yetişkinlerin kurtarılmaya ihtiyacı yoktur," dedi.
"Öyle mi?"
"Öyle."
"Hiçbir zaman mı?"
Bobby birden annesini ve paraya ilişkin tutumunu düşündü. Sonra da uyanıp onun ağladığını duyar gibi oluşunu anımsadı. Yanıt vermedi.
"Düşün," dedi Ted. Sigarasından derin bir nefes çektikten sonra dumanını üfürdü, "iyi kitaplar sonradan üzerinde düşünülmek içindir."
"Tamam."
"Sineklerin Tanrısı Hardy Boys gibi değildi, değil mi?"
Bobby, Frank'le Joe Hardy'nin domuzu öldürüp el yapımı kılıçlarını kıçına sokacaklarını bağırarak ormanda koştuklarını bir an oldukça net biçimde görür gibi oldu. Birden kahkahayı bastı ve artık Hardy'lerle, Tom Swift'le, Rick Brant'la ve Ormanın Çocuğu Bomba'yla işinin bittiğini anladı. Sineklerin Tanrısı işlerini bitirmişti onların. Bir yetişkin kütüphane kartının sahibi oluşuna çok seviniyordu şimdi.
"Hayır, değildi. Hiç şüphesiz değildi," dedi.
"İyi kitaplar da bütün sırlarını bir defada açıklamazlar. Bunu hatırlayacaksın, değil mi?"
"Evet."
"Harika. Şimdi söyle bana, benden haftada bir dolar kazanmak ister misin?"
Konuşma o kadar ani yön değiştirmişti ki, Bobby söylenenleri önce kavrayamadı. Sonra birden sırıtarak, "Tabii ki," diye atıldı. Kafasının içinde rakamlar birbirini kovalıyordu. Bobby'nin matematiği yeterince kuvvetli olduğundan haftada bir doların eylüle kadar en az on beş doları bulacağını hesaplayabiliyordu. Bu parayı şimdiye kadar artırabildiklerine kattığı, ayrıca şişe depozitolarıyla sokaktaki bazı çim kırpma işlerini de eklediği takdirde... Tanrım... İşçi Bayramı'na kadar Schwinn'iyle gezebilecekti. "Ne yapmamı istiyorsunuz?" diye sordu.
"Bu konuda dikkatli olmalıyız. Çok dikkatli." Ted sesini çıkarmıyor, uzun uzun düşünür görünüyordu. Öyle ki Bobby, onun yine gözlerinin gerisinde bir şeyler hissettiğini söylemeye başlayacağından korkmaya başladı. Ama Ted başını kaldırdığında gözlerinde o garip boşluktan eser yoktu. Bakışı keskin, biraz da mahzundu. "Bir dostumdan -özellikle senin gibi genç bir dosttan- ailesine yalan söylemesini asla istemezdim, Bobby, ama bu kez küçük bir yanıltmaya başvurmada bana katılmanı rica edeceğim. Ne demek istediğimi anlayabiliyor musun?"
"Tabii." Bobby, Sully'yi ve gezici bir sirkle seyahat etme, siyah takım elbiseyle dolaşma ve şapkasının içinden tavşanlar çıkarma hevesini düşündü. "Sihirbazın sizi kandırmak için yaptığı gibi bir şey bu," dedi.
"Bu şekilde ifade edilmesi kulağa pek hoş gelmiyor, öyle değil mi?"
Bobby başıyla onayladı. Parıltıları ve projektör ışıklarını kaldırırsan göze de, kulaklara da hoş gelmiyordu.
Ted biraz şalgam suyu içti ve üst dudağındaki köpükleri sildi. "Mesele, annen, Bobby," dedi. "Benden tamamen hoşlanmıyor değil, bunu söylemek haksızlık olur... ama hemen hemen hoşlanmıyor. Sence de öyle değil mi?"
"Sanırım. Bana bir iş verebileceğinizi söylediğim zaman tuhaflaştı. Benim yapmamı istediğiniz herhangi bir şeyi ben daha yapmadan kendisine söylememi istiyor."
Ted Brautigan başını salladı.
Bobby devam etti. "Bana kalırsa bütün sorun, buraya taşındığınız zaman eşyanızın bir kısmını kâğıt poşetlerin içinde getirmenizden kaynaklanıyor. Bunun aptalca gözüktüğünün farkındayım, ama aklıma başka bir şey gelmiyor."
Böyle derken Ted'in güleceğini düşünmüştü, ama adam yine başını salladı. "Belki de bütün sorun bu. Ama öyle de olsa, annenin arzularına karşı gelmeni istemem, Bobby."
Bu kulağa hoş geliyordu, ama Bobby tamamen ikna olmuş değildi. Eğer bu doğru olsaydı, yanıltmacalara gerek kalmazdı.
Ted devam etti. "Annene gözlerimin çok çabuk yorulduğunu söyle. Bu doğru." Ted, sözlerini kanıtlamak ister gibi sağ elini gözlerine götürdü ve köşelerini baş ve işaret parmaklarıyla ovuşturdu. "Annene, bana gazeteden her gün bazı bölümler okuman için seni tuttuğumu ve bunun karşılığında sana haftada bir dolar ödeyeceğimi söyle. Hani arkadaşın Sully'nin kaya• dediği şeyi?"
Bobby başıyla doğruladı... Ama Kennedy'nin ilk yoklamalardaki durumunu ve Floyd Patterson'un haziranda kazanıp kazanamayacağını okumak için haftada bir dolar? Fazladan da belki Blondie'yle Dick Tracy'yi okuması istenirdi. Annesiyle Home Town Emlakçılık'taki Bay Biderman buna inanabilirlerdi, ama Bobby inanmıyordu.
Ted hâlâ gözlerini ovuşturuyor, eli ince burnunun üstünde örümcek gibi dolaşıyordu.
Bobby, "Başka ne var?" diye sordu. Sesi kulağına tıpkı annesininki gibi donuk geldi. Bobby odasını toplayacağına söz verdiği, annesi de akşama geldiği zaman işin yapılmadığını görünce aynen böyle konuşurdu. Çocuk sordu. "Asıl iş ne olacak?"
Ted, "Sadece gözlerini açık tutmanı istiyorum, hepsi bu," dedi.
"Neye karşı gözlerimi açık tutuyormuşum?"
"Sarı paltolu alçak adamlara karşı." Ted'in parmakları hâlâ gözlerinin köşelerinde gidip geliyordu. Bobby onun, ürküntü veren bu hareketine son vermesini istiyordu. Gözlerinin gerisinde gerçekten bir şey mi hissediyordu da, onları bu şekilde ovuşturuyor, sanki yoğuruyordu? Sağlıklı ve düzenli olan düşünce biçimini etkileyerek dikkatini dağıtan bir şeyi mi hissediyordu?
"Çak damlar?" Barnum Caddesi'ndeki Sing Lu'ya gittikleri zaman annesi buna benzer bir yemek ismi söylerdi. Sarı paltolu çak damlar'ın bir anlamı yoktu, ama Bobby'nin aklına başka bir şey gelmemişti.
Ted gülmeye başladı. Bu keyifli ve içten gülüş karşısında çocuk! ne kadar rahatsız olduğunun bilincine vardı.
Ted, "Alçak adamlar," dedi. "'Alçağı' Dickens'in algıladığı anlamda kullanıyorum. Yani ahmak gözüken, ama aynı zamanda tehlikeli adamlar. Bir ara sokakta zar atan ve oyun sırasında bir içki şişesini kese kâğıdı içinde elden ele geçirecek türden adamlar. Elektrik direklerine yaslanıp karşı kaldırımdan geçen kadınlara ıslık çalan, bir yandan da hiçbir zaman pek temiz olmayan mendillerle enselerini silen türden adamlar. Kurdelesine tüy takılı şapkaları ayrıcalık sayan adamlar. Hayatın tüm ahmakça sorularının en doğru yanıtlarını bilirmiş gibi gözüken adamlar... Derdimi pek açık anlatmadım, değil mi? Bu söylediklerimin bazılarından bir anlam çıkarabildin mi bari?"
Evet, Bobby bir anlam çıkarmıştı. Kelime veya cümlenin tam karşılığını bulmasına rağmen bunun neden öyle olduğunu söyleyememeniz gibi bir şey. Bobby'ye Bay Biderman'ın, her zaman tıraşsız gözükmesine karşın, yanaklarında kurumakta olan tıraş losyonunun hâlâ kokusunun alınabilinmesini hatırlatmıştı. Ya da Bay Biderman'ın arabasında yalnız kalınca burnunu karıştıracağını her nasılsa bilmeniz gibi bir şeydi.
Bobby, "Ne demek istediğinizi anlıyorum," dedi.
"Güzel. Yüz yıl daha yaşasam senden bu gibi adamlarla konuşmanı, hatta onlara yaklaşmanı isteyemem. Ama senden gözlerini açık tutmanı, günde bir kere blokun etrafını dönmeni; Broad Sokağı'ndan, Commonwealth Sokağı'ndan, Colony Sokağı'ndan ve Asher Caddesi'nden geçmeni, sonra da buraya, 149 numaraya dönüp ne gördüğünü söylemeni isteyebilirim."
Her şey Bobby'nin zihninde yerine oturmaya başlamıştı. Aynı zamanda Ted'in 149 numaradaki ilk gününe rastlayan Bobby'nin doğum gününde Ted ondan sokaktaki herkesi tanıyıp tanımadığını, orada oturanları geçicilerden ayırt edip edemeyeceğini, ortaya çıkarlarsa yabancıları tanıyıp tanımadığını sormuştu. Aradan üç hafta geçmeden de Carol Gerber, bazen Ted'in bir şeyden kaçıp kaçmadığını merak ettiğini söylemişti.
Bobby, "O adamlar kaç kişi?" diye sordu.
"Üç beş belki de şimdi daha fazladırlar." Ted omuzlarını silkti. "Onları uzun sarı paltolarından ve koyu buğday tenlerinden tanıyacaksın. Ama bu esmer ten de sadece bir tür kamuflaj."
"Yani Man-Tan gibiler mi demek istiyorsunuz?"
"Sanırım. Araba kullanıyorlarsa onları arabalarından tanıyacaksın."
"Arabalarının markası ne? Modeli ne?" Bobby kendini Mike Hammer'deki Darren McGavin gibi hissediyor, kendini fazla kaptırmamak için uyarıyordu. Bu TV değildi. Ama yine de heyecanlıydı.
Ted başını sallıyordu. "Hiçbir fikrim yok. Ama sen yine de onlar olduklarını anlayacaksın. Arabaları da, sarı paltoları, sivri burunlu ayakkabıları, saçlarını arkaya yatırmak için kullandıkları yağlı ve pis kokulu madde gibi abartılı ve bayağı olacaktır çünkü."
Bobby, "Alçak," dedi. Bu bir soru sayılmazdı.
Ted, "Alçak," diye yineleyerek sözünü başının hareketiyle vurguladı. Adam birasını yudumlarken hiç durmadan havlayan Bowser'in bulunduğu yöne gözlerini dikti ve yayı kırık bir oyuncak ya da yakıtı tükenmiş bir makine gibi uzun bir süre öylece kaldı. "Beni hissediyorlar," dedi. "Ben de onları hissediyorum. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz."
"Ne istiyorlar ki?"
Ted çocuğa doğru döndü. Şaşırmış görünüyordu. Bobby'nin orada olduğunu unutmuş gibiydi... Ya da Bobby'nin kim olduğunu bir an için unutmuştu. Sonra gülümseyerek elini uzattı ve Bobby'ninkinin üstüne dayadı. İri, sıcak ve avutucuydu; bir erkeğin eli. Bu dokunuş Bobby'ye son şüphelerini de unutturdu.
Ted, "istedikleri bende bulunan bir şey," dedi. "Neyse, bunu bırakalım."
"Onlar polis değil, değil mi? Belki de hükümetin emrinde olan adamlar? Ya da..."
"Yoksa FBl'ın en çok aradığı On Adam'dan biri ya da Üç Hayatı Yaşadım'daki komünist ajan gibi biri olduğumu mu soruyorsun? Yani kötü bir adam mıyım ben?"
Bobby, "Kötü bir adam olmadığınızı biliyorum," dediyse de, yanaklarını basan kızartı bunun tam tersini anlatıyordu. Hoş, düşündükleri durumu değiştirmezdi ya. Kötü bir adamdan da hoşlanabilir, hatta onu sevebilirdiniz. Kendi annesi bile, "Hitler'in dâhi bir anası vardı," deme alışkanlığındaydı.
"Ben kötü bir adam değilim. Hiç banka soymadım veya askeri bir sır çalmadım. Hayatımın çok büyük bir kısmını kitap okuyarak geçirdim ve payıma düşen para cezalarını ödedim. Kütüphane Polisi diye bir şey, olsaydı onlar peşime düşebilirdi, ama televizyonda gördüklerin gibi kötü bir adam değilim."
"Ama sarı paltolu adamlar öyle, değil mi?"
Ted başını eğdi. "Yüzde yüz kötü. Ve dediğim gibi, tehlikeli de."
"Siz onları gördünüz mü?"
"Defalarca, ama burada değil. Ve senin de görmeme olasılığın yüzde doksan dokuz. Senden bütün istediğim, gözlerini açık tutman. Bunu yapabilir misin?"
"Evet, yapabilirim."
"Bobby? Bir sorun mu var?"
"Hayır." Öyle demesine rağmen, çocuğun aklını bir şey kurcaladı; bu bir bağlantı değil, bu yönde belirli belirsiz bir arayıştı.
"Emin misin?"
"Evet evet."
"Pekâlâ. Sormak istediğim şimdi şu: Görevinin bu bölümünden annene söz etmemeyi göze alabilir misin?"
Bobby böyle bir şeyi yapmasının hayatında tehlikeli, büyük bir değişikliğin işareti olacağını bile bile hemen, "Evet," diye atıldı. Annesinden çok korkuyordu; bu korkusunun temelini ise annesinin kızgınlık sınırı ve ne kadar bir süre kin tutabileceğini bilmesi oluşturuyordu. En büyük kısmı az sevildiğini bilmesi ve var olan azıcık sevgiyi koruma kaygısından doğuyordu. Ama Ted'den de hoşlanıyordu, üstelik Ted'in elinin onun eline dokunuşunu; geniş avucun sıcak sertliğini, bir düğüm şeklinde birbirine eklenmiş sert parmakların temasını da sevmişti Hem yapılması istenen şey yalan söylemek de değildi. Sadece görevinin bazı kısımlarını atlayacaktı.
Ted sordu. "Gerçekten emin misin?"
İçinde bir ses, yalan söylemeyi öğrenmek istiyorsan, bir şeyi anlatırken bazı bölümleri atlamak iyi, bir başlangıç olabilir diye fısıldıyorsa da Bobby o sesi dinlememeyi yeğledi. "Evet," dedi. "Gerçekten eminim. Ted... o adamlar sadece senin için mi, yoksa başkaları için de tehlikeli mi?" Böyle derken annesini, ama aynı zamanda kendisini de düşünüyordu.
"Benim için gerçekten çok tehlikeli olabilirler. Başkaları için -pek çok kimse için- ise büyük bir olasılıkla hayır. Komik bir şey duymak ister misin?"
"Tabii."
"Pek çok kişi çok yakına gelene kadar onları görmezler bile. Onların adeta insanların zihnini bulandırma güçleri var. Tıpkı o eski radyo programındaki Gölge gibi."
"Yani onlar... onlar..." Doğaüstü bir türlü ağzından çıkarmaya yanaşmadığı kelimeydi.
"Hayır, hayır, kesinlikle değil. " Sorusu daha seslendirilmeden giderilmişti. Bobby o gece yatağında her zamankinden daha uzun zaman uyuyamadan yatarken sorunun yüksek sesle sorulmasından Ted'in neredeyse korktuğunu düşünüyordu. "Göremediğimiz pek çok insan, hem de sıradan insanlar vardır, işinden başını öne eğerek dönen ve lokantada giydiği ayakkabıları bir kesekâğıdının içinde taşıyan garson kadın. Parkta öğleden sonra gezintilerine çıkmış ihtiyarlar. Transistorlu radyolarında en çok sevilenleri dinleyen saçları bigudili yirmisinden küçük kızlar. Ama çocuklar onları görürler. Sen ise hâlâ bir çocuksun, Bobby."
"Ama sizin söz ettiğiniz adamlar görülmeyecek gibi değiller."
"Herhalde paltolarını kastediyorsun. Ayakkabıları. Cafcaflı otomobilleri. Ancak bunlar bazı kimselerin -pek çok kimsenin- başlarını öbür yana çevirmelerine yol açan şeyler. Gözle beynin arasında küçük engeller oluştururlar. Her neyse, ben senin riske atılmanı göze alamam.
Sarı paltolu adamları görürsen onlara yaklaşma. Seninle konuşsalar1 dahi sen onlarla konuşma. Seninle konuşacaklarını sanmam ya, hatta seni göreceklerinden bile şüpheliyim. Pek çok kişi ise onları görmez. Ama benim onlar hakkında bilmediğim pek çok şey var. Şimdi sana neler söylediğimi anlat. Aynen tekrarla. Bu çok önemli."
"Onlara yaklaşma, onlarla konuşma."
Ted sinirli bir sesle tamamladı. "Hatta onlar seninle konuşsalar dahi."
"Tamam, onlar benimle konuşsalar dahi. Peki ne yapmam gerekiyor?"
"Buraya dön ve bana onları nerede gördüğünü anlat. Görüş açılarından çıktığına emin oluncaya kadar yürü, sonra koş. Rüzgâr gibi koş. Ölüm peşindeymiş gibi koş."
"Peki, siz ne yapacaksınız?" diye sordu Bobby. Ama bunun yanıtını zaten biliyordu. Belki Carol kadar keskin zekâlı değildi, ama budala da sayılmazdı. "Gideceksiniz, değil mi?"
Ted Brautigan omuzlarını silkti ve Bobby ile göz göze gelmeden şalgam suyunu bitirdi. "Zamanı gelince bunun kararını veririm," dedi. "Eğer o zaman gelirse. Eğer şanslıysam, son günlerdeki hislerim -yani o adamları hissedişimden söz ediyorum- o hislerim doğru çıkar."
"Bu daha önce oldu mu?"
"Evet, oldu. Şimdi niçin daha hoş şeylerden söz etmiyoruz?"
Bundan sonraki yarım saat boyunca beysboldan, sonra da müzikten (Bobby, Ted'in Elvis Presley'in müziğini bilmesine, hatta bazı parçalarını sevmesine şaşırdı.) söz ettiler. Arkasından, Bobby'nin eylülde başlayacak olan yedinci sınıfla ilgili beklentilerini ve korkularını konuştular. Bütün bunlar yeterince hoştu, fakat çocuk her konunun arkasında alçak adamların gizli olduğunu hissediyordu. Alçak adamlar burada, Ted'in üçüncü kattaki odasında gözle görülemeyen garip gölgeler gibiydiler.
Ted ancak Bobby gitmeye hazırlandığı sırada tekrar o konuya döndü. "Araman gereken bazı şeyler var," dedi. "Eski dostlarımın yakınlarda olduğunu gösteren işaretler."
"Ne gibi işaretler bunlar?"
"Kentteki gezilerinde duvarlardaki, dükkân camekânlarındaki ve sokaklardaki elektrik direklerine çakılı kayıp evcil hayvan posterlerine dikkat et. 'KARA KULAKLI, BEYAZ GERDANLİ VE ÇARPIK KUYRUKLU GRİ TEKİR KEDİ KAYIPTIR. GÖRENLER IROQUOIS 7-7661'E TELEFON ETSİNLER. 'VEYA' YARIM KAN KÜÇÜK AV KÖPEĞİ KAYIPTIR. AD| TRIXIE. ÇOCUKLARI SEVER. BİZİM ÇOCUKLARIMIZ EVE DÖNMELERİNİ İSTİYORLAR. IROQUOIS 7-0984'E TELEFON EDİN YA DA HAYVANI PEABODY SOKAĞI NO. 77'YE GETİRİN.' Bunun gibi şeyler."
"Ne diyorsunuz siz? Yani o adamlar birilerinin evcil hayvanlarını mı öldürüyorlar? Yani sizce..."
Ted, "Ben o hayvanların birçoğunun var olmadığını düşünüyorum," dedi. Bezgin ve mutsuz görünüyordu. "Soluk, küçük bir fotoğrafın bulunduğu durumlarda bile o posterlerin masal olduğunu düşünüyorum. Bana sorarsan, o tür posterler bir tür haberleşme aracı. Benim anlamadığım şey, o adamların niçin Colony'nin kafeteryasına gidip haberleşmelerini güzel bir kızartmayla patates püresi yerken yapmadıkları. Annen alışverişini nereden yapar, Bobby?"
"Total Market'ten. Bay Biderman'ın emlak bürosunun bitişiğindedir."
"Sen de annenle gidiyor musun?"
"Bazen." Daha küçükken Bobby her cuma günü annesiyle orada buluşur, üz gelene kadar dergi raflarından aldığı TV Guide'ları okuyarak vakit öldürürdü. Hafta sonunun başlangıcı olduğu için cuma öğleden sonralarını çok severdi. Hem annesi onun alışveriş arabasını sürmesine izin verir, Bobby de annesini sevdiği için bunun bir yarış arabası olduğunu varsayardı. Ama Ted'e bundan söz etmedi. Eski bir hikâyeydi bu. Çocuk da o tarihte sadece sekiz yaşındaydı.
Ted, "Her süpermarketin kasaların yukarsına koyduğu ilan panolarına bak," diye devam etti. "Orada elle yazılmış küçük notlara rastlayabilirsin. Örneğin, SAHİBİNDEN SATILIK OTOMOBİL gibi. Panoya baş aşağı tutturulmuş bu tür ilanları ara. Kentte başka bir supermarket var mı?"
"Demiryolu üst geçidine yakın A&P var. Annem oraya gitmez. Kasabın kendisine göz kırptığını söylüyor."
"Oradaki ilan panosuna da göz atabilir misin?"
"Tabii."
"Güzel. Peki, çocukların kaldırımların üstüne çizdikleri sek sek oyunu şekillerini biliyor musun?"
Bobby başını salladı.
"Yanına tebeşirle yıldızlar veya aylar çizilmiş olanlarını ara. Tebeşirler genellikle ayrı renklerdedir. Telefon direklerinden sarkan uçurtma kuyruklarına dikkat et. Uçurtmaların kendilerine değil, sadece kuyruklarına. Ve..."
Ted durakladı. Kaşlarını çatmış, düşünüyordu. Masanın üstündeki paketten bir Chesterfield alarak yaktı. Onu seyreden Bobby kesin bir kararla en küçük bir korku bile duymadan, adam deli. Hem de zırdeli, diye düşündü.
Tabii ki öyleydi, bundan nasıl şüphe edilirdi? Bobby sadece Ted'in deli olduğu kadar dikkatli de olmasını diliyordu. Çünkü annesi, yaşlı adamın bu şekilde konuştuğunu duyacak olsa, bir daha Ted'in; yanına yaklaşmasına izin vermezdi. Hatta büyük bir olasılıkla kelebek fileli adamları çağırırdı ya da en azından eski dost Don Biderman'ın bunu onun için yapmasını isterdi.
Ted birden, "Kent meydanındaki saati biliyor musun, Bobby ?" diye sordu.
"Evet, tabii."
Dostları ilə paylaş: |