"Ya baban? O ne diyor?"
"Babamı s..tir et."
Ağzından çıkan kelime ikimizin de bir an şok duymasına neden oldu. Derken Carol kıkırdadı. "İşte bu Freudçu," dedi ve ayağa kalktı. "Gidip çalışmam lazım. Geldiğin için teşekkür ederim, Pete. O resmi daha önce kimseye göstermemiştim. Kim bilir ne kadar zamandır ben bile bakmadım. Kendimi şimdi daha iyi hissediyorum. Çok daha iyi."
"Güzel." Ben de ayağa kalktım. "İçeri girmeden önce bir şey yapmam için bana yardım eder misin?"
"Tabii. Neymiş o?"
"Göstereceğim. Uzun sürmez."
Holyoke'un yan duvarını izledik, sonra da arkasındaki yokuşu tırmanmaya koyulduk. İslim Binası'nın park alanı iki yüz metre ilerdeydi. Park etiketleri olmayan birinci, ikinci ve üçüncü sınıf öğrencilerinin çoğu arabalarını burada park etmekle yükümlüydüler. Havalar soğuduğu zaman kampüste öğrencilerin sevişmek için geldikleri başlıca yerdi burası, ama o gece arabamda sevişmek aklımda olan son şeydi.
"Bobby'ye hiç beysbol eldivenini kimin aldığını söyledin mi?" diye sordum. "Ona mektup yazdığını söylemiştin."
"Bunu açıklamakta bir anlam görmedim."
Bir süre konuşmadan yürüdük. Ardından ben birdenbire, "Şükran Günü'nde Annmarie'yle olan ilişkime son vereceğim," dedim. "Ona telefon etmeye kalkıştım, ama sonra etmedim. Eğer bu işi yapacaksam yüzüne karşı söylemek yürekliliğini göstermem gerektiğini düşündüm." Böyle bir karara vardığımın farkında değildim, en azından bilinçli olarak, fakat öyle olduğu anlaşılıyordu. Muhakkak ki bu, Carol'a sempatik görünmek için söylediğim bir şey değildi.
Carol başını eğdi. Tenis ayakkabılarıyla yerdeki yaprakları karıştırırken bir eliyle küçük çantasını tutuyor ve bana bakmıyordu. "Ben telefona başvurdum," dedi. "S-J'yi aradım ve bir gençle buluştuğumu söyledim."
Birden durdum. "Ne zaman?"
"Geçen hafta." O an yüzüme baktı. Gamzeler, hafif kıvrık alt dudak, gülümseyiş yerli yerindeydi.
"Geçen hafta ha?" dedim. "Ama bana hiçbir şey söylemedin."
"Bu beni ilgilendiren bir şeydi," dedi. "Benimle Sully'yi ilgilendiren. Yani senin arkandan elinde bir..." Sözüne bu noktada ikimizin de bir beysbol sopasıyla senin arkandan koşacak değildi, diye düşünmemize yol açacak kadar bir ara vermişti. "Haydi, Pete," diye devam etti. "Bir şey yapılacaksa yapılmalıdır. Ancak seninle bir araba gezintisine çıkacak değilim. Gerçekten de ders çalışmam lazım."
"Tamam. Araba gezintisi yok."
Yine yürümeye başladık. İslim Binası'nın park alanı o günlerde bana uçsuz bucaksız gibi görünüyordu; ay ışığının aydınlattığı düzinelerle sıraya yüzlerce araba park edilmişti. Ağabeyimin hurda Ford'unu nereye bıraktığımı doğru dürüst hatırlayamıyordum bile. Maine Üniversitesi'ne son uğrayışımda park alanı üç veya dört kat genişlemiş, her arabaya tek başına yer açılmıştı. Zaman geçiyor ve bizim dışımızda her şey büyüyor.
"Hey, Pete?" Yine yürüyorduk. Artık asfalt üstünde olduğumuz ve eleyecek yapraklar olmadığı halde Carol hâlâ tenis ayakkabılarına bakıyordu. "Evet?"
"Benim yüzümden Annmarie'yle bozuşmanı istemem. Çünkü ilişkimizin geçici olduğuna dair içimde bir his var. Tamam mı?"
"Ya!" Carol'un sözleri beni üzmüştü. -Atlantis vatandaşlarının sevimsiz bir deneyim diye niteledikleri türden bir şey- ama doğrusu şaşırmamıştım.
Carol devam etti. "Senden hoşlanıyorum, şimdi seninle olmak da hoşuma gidiyor, ama dürüst olmak gerekirse bu sadece bir hoşlanmadan ibaret. O yüzden tatil için eve döndüğün zaman istersen bir şey söyleme."
"Yani Annmarie'yi yedeğimde tutacağım, öyle mi? Tıpkı burada, okulda lastiğimiz patladığı zaman bir stepneyi hazır bulundurmak gibi bir şey."
Carol önce şaşırdı, sonra güldü. "Tam isabet," dedi.
"Neye tam isabet?"
"Bilmiyorum, ama senden hoşlanıyorum, Pete."
Kız birden durup bana döndü ve kollarını boynuma doladı. İki araba sırasının arasında kısa bir süre öpüştük, tâ ki sertleşmeme kadar... Bunu onun da hissedebildiğine emindim. Sonunda dudaklarıma küçük bir öpücük oturttu ve tekrar yürümeye koyulduk.
"Ona açıldığın zaman Sully ne dedi?" diye sordum. "Bilmem, sormaya hakkım var mı?"
Genç kız biraz sert bir sesle, "Ama bilgilendirilmek istiyorsun," dedi. Sonra birden güldü. Üzgün gülüşüydü. "Onun kızmasını, hatta belki ağlamasını bekliyordum. Sully iri yarı biri, karşı karşıya geldiği futbolcuların ödünü kopartıyor, duygularını da hemen belli ediyor. Ama beklemediğim bir şey varsa ferahlaması oldu."
"Ferahlamak mı?"
"Evet, ferahlamak. Bir ayı aşkın bir süredir Bridgeport'ta oturan bir kızla ilgileniyormuş... Ne var ki annemin arkadaşı Rionda, kızın aslında yirmi dört veya yirmi beş yaşında bir kadın olduğunu söyledi."
"Sonu kötü bitebilecek bir macera," dedim. Düşünceli gözüktüğümü umuyorsa da aslında sevinçten uçuyordum.
Böylece arabamın yanına geldik. O da sürüyle hurdanın arasında bir diğer hurdaydı, ama ağabeyimin sayesinde benim malımdı. Carol "S-J'nin aklında yeni sevgilisinden daha başka şeyler de var," diye devam etti. "Gelecek haziran liseyi bitirdikten sonra orduya katılacakmış Şimdiden gönüllü olup şubeye kaydını yaptırdı. En kısa zamanda Vietnam'a gidip dünyayı demokrasi için daha güvenli bir yer haline getirmeye sabırsızlanıyor."
"Onunla savaş konusunda tartıştın mı?"
"Hayır. Ne yararı olabilirdi ki? Hem ona ne diyecektim. Benim sorunumun Bobby Garfield olduğunu mu? Harry Swidrowski, George Gilman ve Hunter McPhail'in bütün söylediklerinin, Bobby'nin beni Broad Sokağı yokuşundan yukarı taşımasının yanında hava cıva kaldığını mı? Sully benim delirdiğimi ya da fazla zeki olduğumu zannederdi. O, fazla zeki olan insanlara acıyor. Fazla zekânın bir hastalık olduğunu söylüyor. Belki de haklıdır. Onu bir anlamda seviyorum. Tatlı çocuktur. Aynı zamanda birisi tarafından korunmaya muhtaç olan bir çocuktur."
Onu koruyacak birini bulmasını diliyordum. Yeter ki bu sen olmayasın.
Carol düşünceli bir tavırla arabama baktı. "Pekâlâ," dedi. "Araban çirkin, yıkanmaya ihtiyacı var, ama her şeye rağmen bir ulaştırma aracı. Sorun şu: Benim Flannery O'Connor'un bir öyküsünü okumam gerekirken burada işim ne?"
Cebimden çakımı çıkarıp açtım. "Çantanda bir tırnak törpüsü var mı?"
"Var. Dövüşecek miyiz? İki Numara'yla Altı Numara İslim Binası'nın park alanında işlerini görüyorlar, değil mi?"
"Ukalalık etme, bayım. Sadece beni izle."
Steyşının arkasına vardığımızda Carol gülüyordu, ama az önceki gülüşü değil, Skip'in şehvetli sosis adamının kap kaçak sırasında taşıyıcı kayışıyla geldiği zaman duyduğum içten gelen kahkahasıydı. Niçin burada olduğumuzu en sonunda anlamıştı.
Carol çamurluktaki etiketin bir ucunu, ben de öteki ucunu tuttum;
Öylece ortada buluştuk. Parçaların asfaltın üstüne uçmasını birlikte seyittik. Au revoir AuH20-4-USA. Güle güle Barry. Gülüyorduk, kriz halinde gülüyorduk.
22
Birkaç gün sonra üniversiteye bir yumuşakçanın politik bilinciyle gelmiş olan arkadaşım Skip, Brad Witherspoon'la paylaştığı odanın kendisine ait yanına bir poster astı. Bunda üç parçalı takım elbisesiyle gülümseyen bir işadamı görülüyordu. Bir eli birisiyle tokalaşmak ister gibi ileri uzatılmıştı. Öbürü arkasında gizliydi, ama bu elin kavradığı bir cisimden ayakkabılarının arasına kan damlıyordu. Posterde SAVAŞ İYİ BİR İŞTİR. OĞLUNUZLA YATIRIM YAPIN deniyordu.
Dearie dehşet içinde kalmıştı.
Bunu görünce, "Demek şimdi Vietnam'a karşısın?" diye sordu. Posterin tüm gaddarlığına karşın sevgili kat yöneticimizin üzerinde şok etkisi yaptığı anlaşılıyordu. Skip ne de olsa bir zamanlar birinci sınıf bir lise beysbol oyuncusuydu. Üniversitede de top oynaması bekleniyordu. Delta Tau Delta ile Phi Gam gibi okul birlikleri onunla yakın temas halindeydi. Skip ne Stoke Jones gibi özürlü (Dearie Dearborn da Stoke'a Rip-Rip demeye alışmıştı.) ne de George Gilman gibi kurbağa gözlü biriydi.
Skip, "Bu poster bir sürü insanın berbat bir işten para kazandıkları anlamına geliyor," dedi. "McDonnell-Douglas, Boeing. GE. Dow ve Coleman Kimya. Lanet olası Pepsi Cola. Ve daha kimler."
Dearie'nin burgu gibi bakışı, bu gibi konular üzerinde Skip Kirk'ün yapabileceğinden çok daha yoğun şekilde kafa yorduğunu anlatıyor (ya da anlatmaya çalışıyor) du. "Sana bir tek şey sorayım," dedi. "Arka planda kalıp oralarda Ho Amca'nın dizginleri ele almasına göz yummalıyız?"
Skip, "Ne düşündüğümü bilmiyorum," dedi. "Yani henüz değil. Konuyla sadece birkaç hafta önce ilgilenmeye başladım. Hâlâ da durum kavramaya çalışıyorum."
Bu konuşma sabahın yedi buçuğunda oluyordu, saat sekizdeki derslerine gidecek olan küçük bir grup Skip'in kapısının dışında toplanmıştı. Ronnie'yi (artı Nick Prouty'yi) gördüm, ikisi son günlerde yapışık bebek gibi olmuşlardı. Ayrıca Ashley Rice, Lennie Doria, Bob Marchant ve dört beş kişi daha vardı. Nate, arkasında bir tişört ve pijama pantolonuyla 302 numaranın kapısına yaslanmıştı. Stoke Jones merdivende koltuk değneklerine abanmaktaydı. Herhalde dışarı çıkmak üzereyken tartışmayı izlemek için geri dönmüştü.
Dearie, "Viet Kong, Güney Vietnam'ın bir kentine girdiği zaman ilk yaptıkları şey boyunlarında haç, Aziz Christopher madalyonları, Meryem Ana madalyonları ve bu tür şeyler olan insanları aramaktır," dedi. "Katolikler öldürülüyor. Tanrı'ya inananlar öldürülüyor. Komünistler Tanrı'ya inanan insanları öldürürken seyirci kalmamız gerektiğini mi düşünüyorsun?"
Stoke merdivenden, "Niçin olmasın?" dedi. "Arka planda kalıp Nazilerin altı yıl boyunca Yahudileri öldürmelerine göz yumduk. Bildiğim kadarıyla Yahudiler de Tanrı'ya inanıyorlar."
Ronnie, "Kahrolası Rip-Rip!" diye bağırdı. "Senden fikir soran oldu mu?"
Ama Stoke Jones ya da öbür adıyla Rip-Rip merdiveni inmeye başlamıştı bile. Koltuk değneklerinin yankıları bana yakın tarihte giden Frank Stuart'ı hatırlatmıştı.
Dearie yine Skip'e döndü. Yumruk yaptığı ellerini kalçalarına dayamıştı. Beyaz tişörtünün önünde bir dizi metal künye dikkati çekiyordu. Babasının onları Fransa ve Almanya'da üstünde taşıdığını söylemişti. Birliğinden iki eri öldüren, dördünü de yaralayan makineli ateşinden bir ağacın arkasında saklanırken de üstündelermiş. Bunun Vietnam'daki savaşla ne ilgisi olduğunu hiçbirimiz bilmiyorduk, ama Dearie için çok önemli olduğu belliydi. Ronnie bile çenesini tutma sağduyusunu göstermişti.
"Güney Vietnam'ı almalarına göz yumarsak Kamboçya'yı da alırlar" Dearie'nin bakışı Skip'den Ronnie'ye ve hepimizin üzerine çevrildi. "Sonra sıra Laos'a gelir," diye devam etti. "Arkasındanda Filipinler. Sırayla hepsi."
"Bunu yapabilirlerse belki de kazanmayı hak ediyorlar," dedim.
Dearie bana şok olmuş gibi baktı. Ben de bir anlamda şok halindeydim, ama sözlerimi geri almadım.
23
Şükran Günü tatilinden önce bir dizi yeterlik sınavı daha vardı ve bu, Chamberlain Üç'ün genç öğrencileri için tam bir felaket oldu. O vakte kadar çoğumuz asıl felaketin kendimiz olduğunu ve bir tür grup intiharı gerçekleştirdiğimizi anlamıştık. Kirby McClendon tıpkı sihirbazın tavşanı gibi acayip şekilde ortadan kayboldu. Maraton oyunları sırasında köşede oynayan ve hangi kartı oynayacağına karar veremeyince burnunu karıştıran Kenny Auster de bir gün çekip gitti. Yastığının üstüne üstünde BEN VAZGEÇTİM yazılı bir Maça Kızı bırakmıştı. George Lessard beyin yatakhanesi Chad'da Steve Ogg'la Jack Frady'ye katıldı.
Bu kadarı yetmeliydi. Evet, zavallı Kirby'nin başına gelen yeterli olmalıydı; acayipleşmesinden önceki son üç veya dört gün boyunca elleri o kadar şiddetli titriyordu ki, kartlarını almakta zorlanıyor, koridorda bir kapı çarpılacak olsa oturduğu yerde sıçrıyordu. Kirby yetmeliydi, ama olmadı. Yanıt Carol'la geçirdiğim vakitler de değildi. Doğru, onunla beraberken keyfim iyiydi. Onunla beraberken bütün istediğim bilgilendirilmek (ve belki onunla doyasıya sevişmek)ti. Ama yatakhanede ve özellikle o kahrolası üçüncü kat salonundayken ikinci bir Peter Riley oluyordum. Üçüncü kat salonunda kendi kendime bile yabancıydım.
Şükran Günü yaklaşırken bir tür kör talihçilik bize egemen oldu. Ama hiçbirimiz bundan söz etmiyorduk. Sinemalardan ve seksten söz ediyorduk. (Ronnie, "Bir dönme dolaptaki attan daha çok kadın poposu görüyorum!" diye hiçbir teşvik olmadan durup dururken böbürleniyordu.) Ama en çok Vietnam'dan ve King'den konuşuyorduk. King'le ilgili tartışmalarımız kimin kazançlı, kimin içerde olduğu ve kimin oyunun birkaç basit stratejik hilesini kavrayamadığıyla ilgiliydi. En az zararla takımdaki kartları tamamen elden çıkarmak, riske girilecekse daim yüksekten atmak gibi.
Ufukta beliren üçüncü yeterlik sınavı dizisine gösterdiğimiz tek tepki, oyunu sonu olmayan döner bir turnuva şeklinde organize etmekti. Bir puanı hâlâ beş cent'e oynuyorduk, ama şimdi ayrıca "maç puanları" için de oynuyorduk. Maç puanı almanın sistemi oldukça karmaşıktı, fakat Randy Echolls'la Hugh Brennan geç saatlere kadar süren iki heyecanlı gece seansında iyi bir formül geliştirmişlerdi. İkisi de matematiğe giriş kurslarında çuvalladılar ve sonbahar sömestrinin sonunda devam etmek için çağrılmadılar.
Bu Şükran Günü öncesi yeterlik sınavı dizisinin üzerinden otuz üç yıl geçti, artık yetişkin bir erkek olan Pete o sınavları anımsadıkça hâlâ ürperiyor. Sosyoloji ve İngilizceye giriş dışındaki bütün derslerimde başarısız olmuştum. Bunu bilmek için aldığım numaraları görmeme bile gerek yoktu. Skip, kalkülüs dışında bütün derslerden çuvalladığını ve kalkülüsü bile ucu ucuna geçtiğini söyledi. O gece Carol'u sinemaya götürmüştüm, Şükran Günü tatili öncesi (ve o sırada bilmememe rağmen sonuncu) randevumuzdu bu. Arabamı almaya giderken Ronnie Malenfant'la karşılaştım. Testlerinde başarılı olup olmadığını sordum. Ronnie gülümseyerek bana gözünü kırptı ve, "Hepsi mükemmel geçti. Hiç kaygılı değilim," dedi. Fakat park alanının ışığında gülümseyişinin zoraki olduğunu görebiliyordum. Teni fazla soluktu, eylülde okula başladığımız sırada yeterince kötü olan aknesi ise daha da azmıştı. "Ya sen?" diye sordu.
"Beni edebiyat ve fen fakültelerinin dekanı yapacaklar. Buna ne dersin?" dedim.
Ronnie bir kahkaha attı. "Seni palavracı seni!" Omzuma bir şaplak indirdi. O kendini beğenmiş havası onu daha genç gösteren bir korkuya yerini bırakmıştı. "Çıkıyor musun?" diye sordu.
"Evet."
"Carol'la mı?"
"Evet."
"Kutlarım. Çok güzel bir bebek." Ronnie'ye göre bunlar içtenlikle söylenmiş sözlerdi. "Seni sonra salonda görmezsem mutlu bir hindi günü geçir."
"Sen de Ronnie."
"Tabii." Ronnie doğrudan yüzüme bakacak yerde bana yan gözle bakıyordu, Gülümsemekte zorlandığı da belliydi, "ikimiz de şöyle ya da böyle hapı yuttuk. Öyle değil mi?" diye homurdandı. , "Evet. Özetle öyle."
24
Motor çalışmadığı ve kalorifer kapalı olduğu halde hava sıcaktı. Arabanın içini bedenlerimizle ısıtmıştık. Camlar buğulandığı için park alanının ışığı banyoların buzlu camından içeri süzülen ışık gibiydi. Radyoda eski parçalar çalıyordu. The Humble Yet Nonetheless Mighty The Four Seasons'ı çalıyordu. The Dovells, Jack Scott, Little Richard ve Freddie 'Boom Boom' Cannon'u dinliyorduk. Carol'un hırkasının önü açıktı, sutyeni de koltuğun arkalığına sarılmış, geniş beyaz atkısı aşağı sarkmıştı. Sutyen teknolojisi o günlerde günümüzdeki büyük hamleyi kaydetmemişti. Carol'un teni sıcacık, ağzımın içinde meme başı taş gibiydi. Külotu hâlâ üstünde olmakla beraber, yukarı sıyrılmış ve bir yana itilmişti. Önce bir, sonra iki parmağımı içine sokmuştum; onun da eli şortumun lastiğini kurcalıyordu. Onun kokusu burnuma doluyordu: boynundaki parfümle şakağında saçlarının başladığı yerin hemen altındaki kokusu... Onu duyabiliyordum; soluklarını, öpüşürken kelimesiz fısıltılarımızı. Arabanın ön koltuğu gidebildiği kadar arkaya itilmişti, ben ise başarısız sınavları, Vietnam'daki savaşı, Lyndon Johnson'u veya Kupalar'ı düşünmüyordum bile. Sadece Carol'u istiyor, onu hemen burada istiyordum. Ama o sonra birden doğruldu ve her iki elini göğsüme dayayarak beni de doğrulttu. Ben tekrar ona doğru bir hamle yapıp ellerimden birini bacağına götürünce sert bir sesle, "Hayır, Pete!" diye bağırarak bacaklarını kapadı. Dizleri o kadar Şiddetle birleşti ki, çıkardıkları sesi duyabildim. Çıkan ses bu işin bittiğini gösteriyordu. Ben de ister istemez durdum.
Derin soluklar alıp vererek başımı sürücü tarafındaki sisli cam dayadım. Organım çamaşırımın içinde kol demirinden farksızdı ve bayağı canımı yakıyordu. Bu durum ergeç geçecekti; hiçbir sertleşme sonsuza dek sürmez. Sanırım Benjamin Disraeli öyle demişti. .
Burt Reynolds'un oynadığı sıradan bir filmi yarıda bırakarak çıkmış, İslim Binası'nın park alanına gelmiştik. İkimizin de aklında aynı şey vardı... En azından ben öyle ümit etmiştim. Aslında aynı şeyi istemiştik, ama ben elde ettiğimden biraz fazlasını ümit etmiştim, hepsi bu.
Carol hırkasını aşağıya indirmişti, ama sutyeni hâlâ koltuğun arkasına sarılıydı. Aralıktan dışarı taşmaya hazır göğüsleri ve meme başının ölgün ışıkta seçilebilen yarım halesiyle insanı çıldırtacak kadar çekiciydi. Çantasını açmış, titreyen parmaklarıyla sigaralarını çıkarmaya çalışıyordu.
"Vay vay." Sesi de elleri kadar titrekti.
"Önü açık hırkanla Brigitte Bardot'ya benziyorsun," dedim.
Başını kaldırdı. Şaşırmış, aynı zamanda hoşlanmış gözüküyordu. "Sahi, öyle mi düşünüyorsun? Sakın sarı saçlarım seni yanıltmış olmasın?"
"Saçların mı? Yok canım. Daha çok..." Önünü işaret ettim. Kız da önüne bakıp güldü. Ama düğmeleri iliklemedi, hırkanın kenarlarını üst üste çekmeye de kalkışmadı. Zaten istese de yapamazdı, yanlış hatırlamıyorsam, kazağı çok dardı ve bedenine sıkı sıkı oturmuştu.
"Ben çocukken oturduğumuz sokağın yukarsında bir sinema vardı: Asher Empire. Şimdi orası yıkıldı, ama Bobby, Sully-John ve ben çocukken hep Bardot'nun filmlerini gösterirlerdi. İçlerinden birini, galiba Ve Tanrı Kadını Yarattı'yı bin yıl göstermişlerdir."
Ben de bir kahkaha attım ve kontrol panelinin üstünden kendi sigaralarımı aldım. "Cuma ve cumartesi geceleri arabayla gidilen Gates Falls sinemasında üçüncü film daima o oluyordu."
"Sen de filmi gördün mü?"
"Alay mı ediyorsun? Bir Disney çizgi filmi olmadıkça o sinemaya gitmeme bile izin verilmiyordu." Tonka'yı -Sal Mineo başroldeydi- en az yedi kere seyretmişimdir. Ama fragmanları, Brigitte Bardot ile havlusunu hatırlıyorum."
Carol, "Okula geri dönmeyeceğim," dedi ve sigarasını yaktı. O kadar sakin konuşmuştu ki, önce hâlâ eski filmlerden veya Kalkütta'da Gece Yarısı'ndan ya da vücutlarımızı artık uykuya yatma zamanının gelmesine, aksiyonun sona erdiğine inandırmaktan söz ettiğimizi sandım, sonra kafamın içinde bir kıvılcım çaktı.
"Ne... ne dedin?"
"Tatilden sonra buraya dönmeyeceğimi söyledim. Evde de pek iç açıcı bir Şükran Günü yaşamayacağız, ama önemi yok."
"Baban mı?"
Carol başını sallayarak sigarasından bir nefes çekti. Sigaranın ateşinin ışığında yüzünde turuncu ışıltılar ve gri gölgeler dolaşıyordu. Bu haliyle daha yaşlı gözüküyordu. Hâlâ güzeldi, ama daha yaşlı. Radyoda Paul Anka Diana'yı söylüyordu. Radyoyu kapadım.
Carol içini çekti. "Babamın bu işle bir ilgisi yok. Harwich'e dönüyorum. Annemin arkadaşı Rionda'dan söz ettiğimi hatırlıyor musun?"
Hatırlar gibiydim, onun için "evet" der gibi başımı eğdim.
"Sana gösterdiğim fotoğrafı, Bobby, S-J ile benim resmimizi Rionda çekmişti. Diyor ki..." Carol beline kadar çıkmış etekliğine baktı ve onu aşağı çekmeye çabaladı. İnsanları neyin utandırdığını bilemezsin; bazen tuvalete çıkmaktır, bazen akrabalarının cinsel kaçamaklarıdır, bazen de gösteriş amaçlı davranışlardır. Bazen de tabii içkidir.
"Açık konuşayım. Gerber ailesinde içki sorunu olan yalnız babam değil. Anneme elinde kadehle dirseğini kıvırmayı o öğretti, annem de iyi bir öğrenciydi doğrusu. Uzun süre içkiyi bıraktı, AA• toplantılarına gitti. Ama Rionda yine başladığını söylüyor. Onun için de eve dönüyorum. Anneme bakıp bakamayacağımı bilmesem de deneyeceğim. Annem kadar erkek kardeşimin hatırı için. Rionda, Ian'ın ne yaptığını bilmediğini söylüyor. Hiçbir zaman bilmedi zaten." Genç kız gülümsedi.
"Carol, seninkisi belki pek parlak bir fikir değil. Öğrenimimden öyle bir çırpıda vazgeçemezsin."
Genç kız öfkeyle başını kaldırdı. "Seninkisi de laf mı? Öğrenimimden vazgeçemezmişim ha! Bugünlerde Chamberlain Üç'deki kahrolası King oyunu hakkında neler duyduğumu biliyor musun? Noel'de sen dahil o kattaki herkesin okuldan atılacağını duydum. Penny Lanq bahar sömestri başlarken üçüncüde o sersem kat yöneticinizden başka kimse kalmayacağını söylüyor."
"İşte buna abartma denir," diye atıldım. "Nate de kalacaktır ve gece merdiveni inerken düşüp boynunu kırmazsa Stokely Jones da kalır."
Carol, "Bunları komik bir şeymiş gibi anlatıyorsun," dedi.
"Hiç komik değil," dedim. Gerçekten de komik değildi.
"Öyleyse niçin o pis oyundan vazgeçmiyorsun?"
Bu kez kızmaya başlayan bendim. Carol beni itip dizlerini birbirine bitiştirmişti, onu yanımda istemeye, hatta gereksinmeye başladığım şu sırada gideceğini söylemişti, beni seksüel açıdan zor durumda bırakmıştı, şimdi ise kartlarıma, oyunuma karışıyordu.
"Niçin vazgeçmediğimi ben de bilemiyorum," dedim. "Peki sen niçin annene bakacak başka birini bulmuyorsun? Örneğin, o arkadaşı, adı Rawanda mı neydi..."
"Ri-on-da."
"Evet, niçin o annene bakmıyor? Annen ayyaşsa suç senin mi?"
"Annem ayyaş değil! Sakın ona ayyaş deme!"
"Sırf onun yüzünden üniversiteden ayrılacaksan mutlaka öyle bir şeydir. Mesele bu kadar ciddiyse, ona bir ad konulması gerekir, Carol."
Carol, "Rionda'nın bir işi ve bakılacak bir annesi var," dedi. Öfkesi kaybolmuştu. Neşesiz, adeta sönmüş izlenimi bırakıyordu. Çamurluğun üstündeki Goldwater etiketinin parçalarının asfaltın üstüne uçmasını gülerek seyreden kızı hatırlıyordum; karşımdaki sanki aynı insan değildi. "Annem annemdir," dedi. "Ona bakacak bir lan'la ben varız, lan ise lisede ucu ucuna sınıf geçiyor. Hem Connecticut Üniversitesi de var."
"Biraz bilgilendirilmek istiyor musun?" diye sordum. Sesim titriyor ve boğuklaşıyordu. "İstesen de istemesen de sana bilgi vereceğim! Tamam mı? Fena halde kalbimi kırıyorsun. Bilgi işte bu. Lanet olası kalbimi kırıyorsun."
"Hiç sanmam," dedi. "Kalpler sağlamdır, Pete. Çoğu zaman kırılmazlar. Çoğu zaman sadece eğilip bükülürler." Evet, evet, Konfüçyüs de baş aşağı uçan kadınların kafalarını kırıklarını söylerdi. Ağlamaya başladım. Fazla ağlamadım, ama yine de elerimden yaşlar aktı. Bence asıl neden tamamen hazırlıksız yakalanmamdı. Ve belki kendim için de ağlıyordum. Korkuyordum çünkü. Bir tanesi dışında bütün derslerimden çuvallama tehlikesi içindeydim, arkadaşlarımdan biri onu yanımdan koparıp atacak düğmeye basmayı planlıyordu ve ben kart oynamaya bir türlü son veremiyordum. Üniversiteye girerken olmasını planladığım hiçbir şey gerçekleşmiyordu ve ben panik halindeydim.
"Senin gitmeni istemiyorum," dedim. "Seni seviyorum." Gülümsedim. "Bu da biraz daha fazla bilgi, değil mi?"
Carol bana pek anlamlandıramadığım bir yüzle baktı, sonra camını indirerek sigarasını dışarı attı. Camı yeniden yukarı çektikten sonra bana kollarını uzattı. "Gel buraya."
Ben de kendi sigaramı taşmakta olan küllüğün içine bıraktım ve koltuğun onun oturduğu yarısına kaydım. Onun kollarının arasına... Carol beni öptü, sonra gözlerimin içine baktı. "Belki beni seviyorsun, belki de sevmiyorsun," dedi. "Ben kimseyi beni sevmekten vazgeçirmek istemem, çünkü dünya zaten yeterince sevgisiz. Ama senin aklın karışmış, Pete. Okul hakkında, King hakkında, Annmarie'yle benim hakkımda."
Öyle olmadığını söylemeye hazırlansam da dediklerinin doğru olduğunu biliyordum.
Carol, "Connecticut Üniversitesi'ne gidebilirim," dedi. "Annemin durumu biraz düzelirse, Connecticut Üniversitesi'ne gideceğim. İşler yolunda gitmezse Bridgeport'ta Pennington'da yarım günlük kurslara katılabilirim. Hatta Stratford veya Harwich'de gece kurslarına bile yazılabilirim." Bunları yapabilirim, bir kız olduğum için bunları yapabilme lüksüne sahibim. Kız olmanın avantaj sağladığı günlerde yaşıyoruz. Lyndon Johnson sağladı bunu."
"Carol..."
Elini yavaşça ağzıma dayadı. "Bu aralık ayında okuldan atılırsan gelecek aralık ayında balta girmemiş ormanda olman mümkün. Bunu iyice düşün, Pete. Sully için durum farklı. O gitmek istiyor. Sen ne istediğini, hatta ne düşündüğünü bilmiyorsun ve o kartlarla vaktini ziyan ettiğin sürece de bilmeyeceksin."
Dostları ilə paylaş: |