Maxton’un... kimi şimdiden dans pistinde yerini almış, kimi tekerlekli sandalyesinde etrafına şaşkınca ve boş boş bakan... sakinlerinden, parti havasında heyecanlı bir çığlıktan ziyade, sonbahar rüzgârının çıplak dallar arasında eserken çıkardığı sese benzer zayıf bir fısıltı yükseldi. Bir köpekbalığı gibi gülümseyen Senfonik Stan, coşan kalabalığı sakinleştirmek ister gibi kollarını kaldırdı, sonra Chick Webb’den ilham almış bir Savoy Balo dansçısı gibi kalçasını çevirerek dönmeye başladı. Ceketinin uzun, ikiz kuyrukları kanatlar gibi açıldı, parlayan ayakları uçuşa geçti, indi ve ardından tekrar uçuşa geçti. Durduğunda, iki büyük, siyah top diskjokeyin avuçlarında belirmişti. Biri döne döne kol ağzından içeri girerken diğeri pikabın iğnesinin altındaki yerini aldı.
“Pekâlâ, pekiyi, pek güzel, hoplayan horozlar ve zıplayan tavşanlar, şimdi de Duygusal Beyefendi, Bay Tommy Dorsey geliyor. Haydi bakalım, Arjantin’in gururu Buenos Aires’li Dick Haymes “How Am I to Know You?”*) derken sandalyenizi bırakın, eşinizi kapın ve piste fırlayın. Frank Sinatra henüz teşrif etmedi sevgili kardeşlerim ama hayat yine de kaliteli bir şarap gibi, tadı damaklarda kalıyor!”
Rebecca Vilas, gördüklerine inanamıyordu. Mikrofonun başındaki adam, tekerlekli sandalyedekiler de dahil olmak üzere herkesi piste çekmeyi başarmış, dans etmeyen kimse kalmamıştı. Egzotik, şaşırtıcı kıyafeti içindeki Senfonik Stan... Henry Leyden, diye anımsattı kendine... hem modası geçmiş, hem nefes kesici, hem absürd, hem de inandırıcı olabilmeyi başarıyordu. Sanki hem rolüne, hem de bu yaşlı insanların duymak istediklerine kenetlenmiş k zaman kapsülüydü. Onları tekrar hayata döndürmüş, içlerinde, derinlerde k, yere gömülmüş olan gençliği su yüzüne çıkarmıştı, inanılmazdı! Bu durumu tanımlayacak başka bir kelime bulamıyordu. Bir eşya gibi gördüğü donuk boş bakışlı insanlar, gözlerinin önünde adeta canlanıyor, çiçek açıyordu. Senfonik Stan’e gelince, zarif bir derviş gibi işine devam ediyor, Rebecca’nın aklına, nazik, gösterişli, yumuşak, kaçık, seksi, çekici gibi sıfatların üşüşmesine yol açıyordu. Ve plaklarla yaptığı o hareket! Nasıl olabiliyordu?
Rebecca, ayağıyla ritim tutup sallanarak şarkıya eşlik ettiğini Henry, Artie Shaw’un “Begin the Beguine”‘** şarkısını çalmaya başlayıncaya dek fark etmemişti. Ve şarkı başlayınca o da olduğu yerde beguine dansını yapmaya başladı. Henry’nin hareketli figürleri, pistte dans eden bunca beyaz saçlı, gri saçlı, kel kafalı insanın görüntüsü, Alice Weathers’ın, en az kendisi kadar mutlu görünen Thorvald Thorvaldson’ın kollarında ağzı kulaklarına varırcasına gülümsemesi, tekerlekli sandalyelerinde oturan Ada Meyerhoff ve “Tom Tom” Boettcher’ın birbirlerinin etrafında dönmesi, müziğin, her şeyi Artie Shaw’un klarnetinin büyülü neşesiyle saran canlandırıcı ritmi; tüm bunlar sihirli bir şekilde iç içe geçerek aniden gözlerine sıcak yaşların hücum etmesine yol açan dünyevi bir güzelliği ortaya çıkarmıştı. Gülümseyerek kollarını kaldırdı, kendi etrafında döndü ve kendini hiç ummadığı birinin, Tom Tom’un ikiz kardeşi, A17’de kalan seksen altı yaşındaki emekli coğrafya öğretmeni, onu usta figürlerle, tek kelime etmeden dans pistine sürükleyen, Hermie Boettcher’ın becerikli kollarında buldu.
“Güzel bir kızın tek başına dans ettiğini görmek çok üzücü,” dedi Hermie.
“Hermie, seninle her yere gelirim.”
“Haydi platforma biraz yaklaşalım,” dedi yaşlı adam. “Fiyakalı kıyafetler içindeki fırlamaya yakından bakmak istiyorum. Bir yarasa kadar kör olduğunu söylüyorlar ama inanmıyorum.”
Hermie, Artie Shaw’un müziğine uyumlu hareketlerle dans ederek, Rebecca’yı belinden hafifçe tuttu ve Senfonik’in şarkının bitmesini beklerken bir sonra çalacağı plağı elinde çevirmeye başladığı platforma yarım metre kalana dek ilerlediler. Rebecca, Stan/Henry’nin varlığını hissetmekle kalmayıp bir de göz kırptığına yemin edebilirdi! Ama bu gerçekten imkânsızdı... değil mi?
Senfonik Stan, Artie Shaw plağını kol ağzından içeri kaydırıp pikaba yeniden oydu ve, “Sakın enerjinizi tüketmeyin çünkü yenileri yolda,” dedi. “Hazır herkes pistte toplanmışken ve ısınmışken Woody Herman ve ‘Wild Root’“* ile devam edelim. Bu şarkı tüm güzel bayanlara, özellikle de Calyx kullanan hanıma ithaf edilmiştir.”
Rebecca bir kahkaha attı ve, “Ah, Tanrım,” dedi. Parfümünün kokusunu almış, hangisi olduğunu tanımıştı!
‘Wild Root’un hızlı temposuna gözüpek bir edayla uyan Hermie Boettcher, bir adım geriledi, kolunu uzattı ve Rebecca’yı döndürdü. Sonraki ritmin hasını yakalayarak Rebecca’yı kendine çekti ve yön değiştirerek platformun diğer ucuna, Alice Weathers’in Bay Thorvaldson ile Senfonik Stan’i izlediği yere doğru ilerletti.
“O özel hanım sen olmalısın,” dedi Hermie. “Çünkü kullandığın şu parfüm kesinlikle bir ithafa değer.”
Rebecca sordu. “Böyle dans etmeyi nereden öğrendin?”
“Kardeşim ve ben, kasaba çocuklarıydık. Dans etmeyi, Arden’da, Alouette’s adında bir yerdeki otomatik plakçaların önünde öğrendik.” Rebecca, Arden’ın Main Caddesi’ndeki Alouette’s’i biliyordu ama artık öğle yemekleri sunan bir lokantaya dönüşmüştü; otomatik plakçalarsa, Johnny Mathis’in listelerde düştüğü dönemlerde kaldırılmış olmalıydı. “İyi bir dansçı arıyorsan kendine bir kasaba çocuğu bulmalısın. Tom Tom o zamanlar civardaki en iyi dansçıydı. Onu tekerlekli sandalyeye mıhlayabilirsin ama içindeki ritim duygusunu asla söküp alamazsın.”
“Bay Stan, hu huu, Bay Stan?” Alice Weathers başını kaldırarak. Ellerini ağzının iki tarafına koymuştu. “İstek parça çalıyor musunuz?”
İki kayanın birbirine sürtünmesi gibi sert ve gıcırtılı bir ses duyuldu. “Önce ben geldim, yaşlı kadın.”
Bu açgözlü kabalık, Rebecca’yı olduğu yerde durdurdu., Hermie’nin sağ ayağı, genç kadının sol ayağının üzerine bastı ve sonra bir öpücükten fazla zarar vermeyerek uzaklaştı. Alice’in yanında bir kule gibi ayakta duran Charles Burnside, gözlerini dikmiş, ters ters Thorvald Thorvaldson’a bakıyordu. Thorvaldson bir adım gerileyip Alice’in elini tuttu.
“Elbette, hayatım,” dedi Stan hafifçe eğilerek. “Bana adını ve hangi şarkıyı çalmamı istediğini söyle.”
“Adım Alice Weathers ve...”
“Önce ben geldim,” diye yüksek sesle tekrarladı Burny.
Rebecca başını iki yana sallayarak yüzünü buruşturan Hermie’ye baktı. Kasaba çocuğu ya da değil, o da Bay Thorvaldson gibi sinmişti.
“Benny Goodman’dan ‘Moonglow’unu istiyorum, lütfen.”
“Benim sıram dedim, seni ahmak kadın. Ben Woody Herman’dan ‘Lady Magowan’s Nightmare’ini’ istiyorum. O iyidir.”
Hermie, Rebecca’nın kulağına doğru eğildi. “Bu adamdan hiç kimse hoşlanmıyor ama o her istediğini yaptırıyor.”
“Bu sefer yaptıramayacak,” dedi Rebecca. “Bay Burnside sizden...”
Senfonik Stan, elinin bir hareketiyle onu durdurdu. Fazlasıyla sinir bozucu olan sesin sahibi ile yüzleşmek üzere döndü. “Üzgünüm bayım, ama maalesef dediğinizi yapamam. Şarkının ismi, ‘Lady Magowan’s Dream’* ve ne yazık ki o hoş şarkıyı bugün yanımda getirmemiştim.”
“Pekâlâ, ya Bunny Berigan’ın şarkısı ‘I Can’t Get Started’** var mı?”
“Ah, o şarkıya bayılırım,” dedi Alice heyecanla. “Evet, lütfen onu çalın.”
“Benim için bir zevk olur,” dedi Stan, Henry Leyden’ın normal sesiyle. Dans figürleri ve plak çevirme numaralan yapmadan kutudan bir plak çıkarıp abartısız, hızlı ve ustaca hareketlerle pikaptakiyle değiştirdi. Mikrofonun başına geçtiğinde garip bir şekilde solgun görünüyordu. “Bir uçağın içinde tüm dünyayı dolaştım, İspanya’daki ihtilalleri durdurdum. Başlayamıyorum. Mavi Elbiseli Tatlı Alice’e ve Geceleri Yürüyen’e ithaf edilmiştir.”
“Sopanın ucundaki bir maymun bile senden iyi numaralar yapar,” dedi Burny.
Müzik başladı. Rebecca, Hermie’nin omzuna hafifçe dokunarak o güne dek pek şiddetli olmayan bir tiksinti duyduğu Charles Burnside’ın yanına gitti. Yüz yüzeyken, içindeki öfke ve iğrenme duygusuyla, “Bay Burnside, Alice’den ve konuğumuzdan özür dileyeceksiniz,” dedi. “Siz kaba, iğrenç bir zorbasınız ve özür diledikten sonra ait olduğunuz yere, odanıza dönüp orada kalmanızı istiyorum.”
Bu sözlerin hiçbir etkisi olmuşa benzemiyordu. Burnside’ın omuzları çökmüştü. Yüzünde geniş, yılışık bir gülümseme vardı ve belli bir yere odaklanmış gözlerle anlamsızca bakıyordu. Değil Bunny Berigan’ınkini, kendi ismini bile hatırlayabilecekmiş gibi görünmüyordu. Her neyse, zaten Alice Weathers dans ederek oradan uzaklaşmıştı ve pembe spot ışığının aydınlattığı alanın dışında, platformun bir köşesinde duran Senfonik Stan, derin düşüncelere dalmış görünüyordu. Yaşlı çiftler müziğin ritmine uyarak pistte ileri geri sallanıyorlardı. Kenarda yalnız duran Hermie Boettcher, kollarını dans ediyormuş gibi kaldırarak soran gözlerle Rebecca’ya baktı.
“Az önce olanlar için özür dilerim,” dedi Rebecca, Stan/Henry’ye.
“Özür dilemeye hiç gerek yok. ‘I Can’t Get Started’ karımın en sevdiği şarkıydı. Son birkaç gündür onu çok fazla düşünüyordum. O yüzden biraz afalladım.” Parmaklarıyla saçlarını düzelttikten sonra kollarını şöyle bir salladı. Tekrar rolüne bürünmeye hazırlandığı belliydi.
Rebecca onu kendi haline bırakmaya karar verdi. Aslında kısa bir süre için her şeyi bir kenara bırakmak istiyordu. Hermie’ye işaretlerle ve yüz ifadesiyle üzgün olduğunu, ama işinin başına dönmesi gerektiğini anlattıktan sonra kalabalığın içinden sıyrılarak dinlenme salonundan çıktı. Her nasılsa, koridorda ihtiyar Burny ile karşılaştı. Yaşlı adam, başı önüne eğik, ayaklarını sürüyerek Papatya koridoruna doğru yürüyordu.
“Bay Burnside,” dedi Rebecca. “Sergilediğiniz performans herkesi kandırmaya yetiyor olabilir ama beni kandıramadığınızı bilmenizi isterim.”
Burny, son derece yavaş hareketlerle arkasına döndü. Önce tek ayağı yerden yükseldi, sonra dizi, ardından kalçası hafifçe döndü ve ikinci ayağı birincinin yanına indi. Öne eğik başının çirkin kütlesi, ince boynu üzerinde yükseliyor, çıplak, benekli kafa derisi Rebecca’nın gözleri önüne seriliyordu. Uzun bumu, bükülmüş bir dümen gibi bir çıkıntı oluşturuyordu. Aynı iç daraltan yavaşlıkla başını kaldırdı ve çamura benzeyen gözleriyle sarkık ağzı, Rebecca’nın görüş alanında belirdi. Cansız bakışlarında bir an için kin dolu bir ifade belirdi ve ölü dudakları kıvrıldı.
Ürken Rebecca geriye doğru içgüdüsel bir adım attı. Burny’nin sarkık dudaklarında korkunç bir sırıtış belirdi. Rebecca kaçmak istedi, ama bu zavallı serseri tarafından küçük düşürülmüş olmasına duyduğu öfkeyle olduğu yerde kaldı.
“Bayan Magowan çok, çok korkunç bir kâbus gördü,” dedi Burny. Sesi pusturulmuş ya da yarı uykudaymış gibi çıkıyordu. “Bayan Sophie de bir kâbus gördü. Ama onunki çok daha beterdi.” Kıkırdadı. “Kral, sayım evinde, ganimetini sayıyordu. Uykuya daldığında Sophie’nin gördüğü buydu.” Kıkırdayış bir ton yükseldi ve “Bay Munching” gibi bir şey söyledi. Dudakları gerildi ve sapsarı, düzensiz dişleri ortaya çıktı. Sarkmış suratındaki ifade aniden değişti Daha önce orada olmayan bir zekâ dokunuşu, yüz hatlarını keskinleştirdi “Bay Munshun’u tanıyor musun? Bay Munshun ve küçük dostu Gorg’u? Chicago’da neler olduğunu biliyor musun?”
“Hemen kesin şunu, Bay Burnside.”
“Zevgili Fridz Haarman’ı danıyor muzun? Ona, ona, ona ‘Hanover’ın Vampiri, Vampiri, Vampiri’ diyorlardı. Eved, eved, eved, öyle diyorlardı. Herr-kezz, herrkezz, herrkezz bazen gabuslar görür, görür, görür, ha ha ho ho.”
“O şekilde konuşmayı kes!” diye haykırdı Rebecca. “Beni kandıramıyorsun!”
Bir an için Burny’nin cansız gözlerinde zekâ ışıltıları belirdi ve neredeyse aynı hızla yok oldu. Dudaklarını yaladı ve, “Uyan, Burn-Burn,” dedi.
“Her neyse,” dedi Rebecca. “Eğer istiyorsanız, akşam yemeği saat yedide, aşağıda sunulacak. Gidip biraz uyuyun ya da başka bir şey yapın, tamam mı?”
Burny ona aksi, karanlık bir bakış fırlattı ve tek ayağını kaldırarak o iç sıkan yavaşlıktaki dönüşüne tekrar başladı. “Bunu bir kenara yazabilirsin. Fritz Haarman. Hanover’dan.” Dudakları huzursuz edici, kurnaz bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Kral buraya geldiğinde belki seninle dans ederiz.”
“Hayır, teşekkürler,” diyen Rebecca hâlâ dehşetin ürpertisini hissederek, yaşlı adamın onu izlediğinin bilincinde, yüksek topuklarını tıkırdatarak koridorda hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Rebecca’nın güzel, küçük çantası, Chipper’ın ofisinin penceresiz girişindeki masasının üzerinde duruyordu. İçeri girmeden önce küçük bir kâğıdın üzerine Fritz Harmann(?), Hannover(?) yazıp çantasının iç gözüne koymayı düşünerek biraz duraksadı. Hiçbir anlamı olmayabilirdi... büyük olasılıkla de öyleydi... ama kim bilebilirdi ki? Burnside’ın onu korkutmasına izin verdiği için fazlasıyla öfkeliydi ve eğer eline ihtiyarı Maxton’dan attırabilecek bir koz geçerse hiç tereddüt etmeden kullanırdı.
“Sen misin, tatlım?” diye seslendi Chipper ofisinden.
“Hayır, gelen Bayan Magowan ve lanet olası kâbusu.” içeri girdi ve Chipper’ın, masasında oturmuş mutlulukla müşterilerinin oğullarının ve kızlarının öğleden sonra yaptıkları bağışları saydığını gördü.’
“Küçük Becky’min tepesi atmış gibi görünüyor,” dedi Chipper. “Ne oldu? Bunaklardan biri ayağına mı bastı?”
“Bana Becky deme.”
“Hey, hey, neşelen biraz. Tatlı dilli sevgilinin bugün akrabalardan söğüşlediği miktarı duyunca kulaklarına inanamayacaksın. Yüz yirmi altı papel! Bedava para! Tamam, sorun nedir? Ne oldu?”
“Charles Burnside ödümü patlattı, olan bu. Burada değil, bir akıl hastanesinde olması gerek.”
“Şaka mı yapıyorsun? O bunak bizim için altın yumurtlayan bir tavuk. Nefes alıp verdiği sürece kalbimde özel bir yere sahip olacak.” Sırıtarak bir avuç banknotu gösterdi. “Ve sen de, tatlı bebeğim, kalbimde bir yere sahip olduğun sürece Maxton’da kalabileceksin.”
Burny’nin Kral, sayım evinde, ganimetini sayıyordu sözlerini hatırlayan Rebecca’nın dengesi bir an için bozuldu. Eğer Chipper, o şekilde, ağzı kulaklarına varırcasına sırıtmasaydı Maxton’un en sevdiği sakinini Rebecca’ya böyle nahoş bir şekilde hatırlatmazdı. Herrkezz, herrkezz bazen gabuslar görür, görür... bu, Balıkçı’nın French Landing’i için hiç de fena bir tanımlama sayılmazdı, işin komiği, büyük olasılıkla Yaşlı Burny’nin cinayetleri Chipper gibi umursamıyor oluşuydu. Rebecca, Chipper’ın Balıkçı’nın cinayetlerinden söz ettiğine hiç rastlamamıştı. Sadece bir keresinde Dale Gilbertson, katilin o şişko koca kıçını ele geçirmediği sürece hiç kimseye balığa çıktığını söyleyemeyeceğinden bahsederek yakınmıştı ama asıl bu kimin umurundaydı?
8
GELEN İKİ TELEFON ve varlığını inkâr etmek için elinden geleni yaptığı özel bir mesele, sonunda Jack Sawyer’ın Norway Vadisi’ndeki kozasından çıkıp French Landing, Sumner Caddesi üzerindeki polis merkezine doğru yola koyulmasına sebep oldu. İlk telefon, Henry’dendi ve Senfonik-Stan’in molalarından birinde, Maxton’un kafeteryasından arayan Henry aklından geçen her şeyi ısrarla söylemişti. O günün erken saatlerinde Maxton’un önündeki kaldırımdan bir çocuğun kaçırılmış olması ihtimali çok fazlaydı. Jack’in bu işin dışında kalmak için sebepleri, her ne olurlarsa olsunlar -bu arada o konuda hiçbir açıklama da yapmamıştı- artık geçerli değillerdi maalesef. Bu sonuncusuyla Balıkçı’nın kurbanı olan çocukların sayısı dörde yükseliyordu, Jack, Irma Freneau’nun aniden evinin kapısında belireceğini düşünmüyordu herhalde, değil mi? Dört çocuk!
“Hayır,” demişti Henry. “Radyodan öğrenmedim. Bu sabah olmuş.”
“Maxton’da çalışan bir hademeden,” demişti Henry. “Endişeli görünen bir polisin bir çocuk bisikletini arabasının bagajına koyduğunu görmüş.”
“Pekâlâ, tamam,” demişti Henry.-”Belki ne olup olmadığını bilemem ama hissedebiliyorum. Bu akşama kalmaz, Dale zavallı çocuğun kimliğini tespit eder ve yarın gazetenin ön sayfasında çarşaf gibi görürsün. Ve ondan sonra, tüm halk ayağa kalkar. Anlamıyor musun? Senin işin içinde olduğunu bilmek bile insanları sakinleştirmeye yetecek. Kusura bakma ama artık emeklilik lüksüne sahip değilsin, Jack. Payına düşeni yapmalısın.” .
Jack ona elinde yeterince veri olmadan sonuçlara ulaşmaya çalıştığını ve bu konuyu daha sonra konuşacaklarını söyleyerek telefonu kapamıştı.
Kırk beş dakika sonra Dale Gilbertson aramış, Tyler Marshall adında bir çocuğun o sabah saatlerinde Maxton’un önünden kaybolduğunu haber verdi. Tyler’ın babası Fred Marshall’ın o an karakolda olduğunu ve onu görmeyi talep ettiğini söylemişti. Fred harika bir insandı, düzgün karakterli, dürüst bir aile babası, duyarlı bir vatandaştı ve Dale’in arkadaşıydı. Ama o an, dengesi tamamen bozulmuş, hayatı altüst olmuştu. Karısı Judy olayların başlamasından çok önce birtakım ruhsal sorunlar yaşıyordu ve oğlunun kaybolması pimi çekmişti. Kadın, anlaşılmaz sözler söylemiş, kendini yaralamış, evin altını üstüne getirmişti.
“Ve Judy Marshall’ı tanırım,” demişti Dale. “Güzel, çok güzel bir kadın, ufak tefek ama çetin cevizdir, kişiliği kuvvetli, ayakları yere sağlam basan, harika bir insan, olağanüstü bir insan, ne olursa olsun kontrolünü asla kaybetmeyeceğini düşüneceğin türden biri. Anlaşıldığı kadarıyla bisikleti terk edilmiş bulunmadan önce Tyler’ın başına bir şey geldiğini biliyordu ya da öyle düşünüyordu, her neyse. Bu öğleden sonra o kadar kötüleşmiş ki Fred, Dr. Skarda’yı aramak ve Judy’yi Arden’daki Lutheran Hastanesi’ne götürmek zorunda kalmış ve hastanedekiler bir bakıştan sonra onu hemen D Koğuşu’na, psikiyatri bölümüne yerleştirmişler. Yani Fred’in ne durumda olduğunu tahmin edersin. Seninle konuşmakta ısrarlı. Sana güvenmiyorum, dedi bana.”
“Eh, sen buraya gelmezsen Fred Marshall oraya, senin evine gelecek, olacağı bu,” demişti Dale. “Adama tasma takamam ve sırf senden uzak tutmak adına kilit altına koyacak da değilim. Her şey bir yana, Jack, sana burada .ihtiyacımız var.”
“Pekâlâ, Dale,” demişti. “Tamam, hiçbir söz vermiyorsun, biliyorum. Ama ne yapman gerektiğini biliyorsun.”
Bu konuşmalar, kamyonetine binip Sumner Caddesi’ne doğru yola koyulmasına yeter miydi? Büyük ihtimalle, diye düşündü Jack ve üçüncü etken aklına geldi; gizli, zorlukla fark edilen, önemsiz etken. Hiçbir anlamı yoktu. Sadece aptalca bir sinir bozukluğu, yoğun bir endişeydi, ki şartlar göz önüne alınırsa bunlar son derece doğaldı. Herkesin başına gelebilecek türden bir şey. Evde durmak istememişse ne olmuştu yani? Kimse onu kaçmakla suçlayamazdı. Hatta uzak durmayı, kaçmayı en fazla istediği Balıkçı’nın karanlık cinayetlerine doğru ilerlemekteydi. Ama bu, olaya dahil olacağı anlamına gelmiyordu, elbette. Dale’in arkadaşı, kayıp olduğu açıkça ortada olan bir çocuğun babası şu Fred Marshall denen adam, ısrarla onunla konuşmak istemişti; pekâlâ, konuşsun bakalım. Eğer emekli bir dedektifle geçireceği yarım saat, Fred Marshall’a sorunlarını çözmesi için yardım edecekse, emekli dedektifler ona seve seve vakit ayırırdı.
Geri kalan her şey kişiseldi. Gündüz rüyaları ve kızılgerdan yumurtalar aklını iyiden iyiye karıştırmıştı, ama bu kişisel bir durumdu. Zamanla anlaşılabilir, çözüme ulaştırılabilirdi. Aklı başında hiç kimse böyle şeyleri ciddiye almazdı; bir yaz fırtınası gibi, başladıkları gibi sona ererlerdi. Centralia’da, yeşil ışıkta geçerken, bir polisin refleks haline gelmiş duyarlı algısıyla Sand Bar’ın park yerinde sıralanmış Harley’leri fark etti, ama aklı öğleden sonra yaşadığı zorluklardaydı. Buzdolabının kapağını bir daha açamamış -haydi açmak istememiş diyelim- olması son derece mantıklıydı. Kötü sürprizler, hareket etmeden önce tekrar düşünmenizi sağlardı. Oturma odasında bir ampul yanmış, Jack yenisiyle değiştirme niyetiyle içinde yarım düzine halojen ampulün bulunduğu çekmecenin başına kadar gitmiş ama çekmeceyi açamamıştı. Aslında evindeki hiçbir dolabı ya da çekmeceyi açamaz olmuştu ve bu yüzden ne bir fincan çay yapabiliyor, ne üzerini değiştirebiliyor, ne de yemek hazırlayabiliyordu. İşin doğrusu, dalgınca kitaplara bir göz atmak ya da televizyon izlemek dışında hiçbir şey yapamıyordu. Posta kutusunda küçük, mavi yumurtalardan oluşmuş bir piramit göreceğinden çekinerek postayı ertesi gün kontrol etmeye karar vermişti. Zaten posta kutusuna gelenler sadece faturalar, dergiler ve gereksiz ilanlardı.
Durumu olduğundan kötüymüş gibi göstermeye gerek yok, dedi Jack kendi kendine. Evdeki her kapıyı, dolabı ve çekmeceyi açabilirdim ama istemedim. Buzdolabından ya da gardıroptan kızılgerdan yumurtalarının döküleceğini falan sanmıyordum... sadece o lanet şeylerden birini daha bulma riskini göze almak istemedim. Bana bunun nevrotik olduğunu söyleyen bir psikiyatr gösterin, ben de size psikolojinin p’sinden anlamayan bir geri zekâlı göstereyim. Eskiler bana cinayet masasında çalışmanın akıl sağlığına pek de iyi gelmediğini söylemişlerdi. Kahretsin, zaten emekli olmamın sebebi buydu!
Ne yapsaydım yani, tabancamı yiyene kadar görevde mi kalsaydım? Akıllı bir adamsın Henry Leyden ve seni severim, ama ANLAMADIĞIN bazı durumlar var!
Pekâlâ, Sumner Caddesi’ne gidiyordu. Herkes ona bağıra çağıra bir şeyler yapmasını söylüyordu ve o da yapıyordu işte. Dale’e bir merhaba diyecek, diğer çocukları selamlayacak, oğlu kayıp olan şu duyarlı vatandaş Fred Marshall ile oturup konuşacak ve ona her zamanki safsataları sıralayacaktı; mümkün olan her şey yapılıyordu, FBI ile çok sıkı işbirliği içindelerdi ve FBI, dünyanın en iyi dedektiflerine sahipti, falan filan. Bu safsatalar. Jack’e göre öncelikli görevi yaralı bir kediyi sakinleştirmek için hayvana yapıldığı gibi Fred Marshall’ın tüylerini okşamaktı; Fred sakinleştiğinde, Jack’in topluma karşı borcu –bu tamamen başkalarının fikriydi, tabii- ödenmiş olacak ve özgür kalıp elde etmek için bir bedel ödediği özel hayatına dönebilecekti. Dale bunu beğenmezse gidip kendini Mississippi’ye atabilirdi; eğer Henry beğenmeyecek olursa Jack ona Kasvetli Ev’i okumayacak, onun yerine Lawrence Welk, Vaughn Monroe ya da onlar kadar acı verici birini dinlemeye zorlayacaktı. Kötü Dixieland. Yıllar önce biri Jack’e bir Fate Manassas CD’si vermişti. Fats Manassas’ı otuz saniye dinleyince Henry merhamet dilenmeye başlardı.
Bu sahne Jack’in kendini, dolaplar ve çekmeceler önündeki duraksamalarının fobi kaynaklı olmayıp sadece geçici bir isteksizlik yüzünden ortaya çıktığını kanıtlamaya yetecek kadar rahat hissetmesini sağlamıştı. Konsolda, sıkıca kapalı duran küllük, dikkati başka yöne odaklanmış olsa da, ki çoğunlukla öyleydi, kamyonete bindiği andan beri onunla alay ediyor, kışkırtmaya çalışıyordu. Küllüğün yuvasının çevresini bir çeşit sinsi kötülük dolu gizemli bir hava sarmıştı.
İçinde küçük, mavi bir yumurta olmasından korkuyor muydu?
Elbette hayır, içinde dökülmüş siyah plastik ve havadan başka bir şey yoktu zaten.
O halde çekip açabilirdi.
French Landing’in dışında kalan binalar, kamyonetin pencerelerinde bir bir görünüp kayboluyordu. Henry’nin Dirtysperm CD’sini koyduğu yere gelmek üzereydi. Elbette kül tablasını çekip açabilirdi. Bundan kolay ne vardı? Sadece parmaklarını uzatıp asılacaktı, hepsi bu. Dünyanın en kolay işi. Bir elini uzattı. Parmakları konsola değecekti ki elini geri çekti. Alnından süzülen ter damlaları kaşlarına takılıyordu.
“Önemli değil,” dedi yüksek sesle. “Yoksa bir sorunun mu var, Jacky-çocuk?”
Elini tekrar kül tablasına uzattı. Birden dikkatini önünde uzanan yoldan çok aşağıya yönelttiğini fark etti ve hızını yarı yarıya düşürdü. Tamamen durma fikrini reddediyordu. Tanrı aşkına, sadece bir küllüktü. Parmakları konsola dokundu ve küllüğün altındaki boşluğa doğru kıvrıldı. Jack bir kez daha yola göz attı. Ardından, bir hemşirenin hastanın kıllı karnına yapıştırılmış yara bandını çekip alışındaki kararlılıkla küllüğü çekip açtı. O sabah farkında olmadan yuvasından çıkarmış olduğu çakmak, Jack’in şoka uğramış gözlerine tıpkı gümüş rengi-siyah bir yumurtaymış gibi görünerek beş on santim yüksekliğe fırladı.
Kamyonet, yoldan çıktı, dikenlerle kaplı bir tümseğe çarparak olduğundan tehlikeli görünen telefon direğine doğru ilerlemeye başladı. Çakmak dünyadaki hiçbir yumurtanın çıkaramayacağı yüksek, metalik bir gürültüyle küllüğe geri düştü. Telefon direği giderek yaklaşıyordu ve neredeyse ön camı kaplamıştı. Jack frene asıldı ve küllükten garip tıkırtılar gelmesine-yol açacak şekilde aniden durdu. Eğer kül tablasını açmadan önce hızını yarıya düşürmüş olmasaydı şu an kamyonetin kaputunun bir buçuk metre kadar ilerisinde duran telefon direğine çarpması işten değildi. Jack suratındaki teri sildi ve uzanıp çakmağı aldı. “Of, Tanrım.” Çakmağı kül tablasının içindeki yuvasına yerleştirdi ve geriye doğru yığıldı. “Sigara içmek insanı öldürür, diye boşuna dememişler,” dedi. Yaptığı espri, onu eğlendirmek için fazlasıyla aptalcaydı. Birkaç saniye boyunca öylece arkasına yaslandı ve Lyall Yolu’ndaki seyrek trafiği izledi. Kalp atışları normale döner gibi olduğunda kendi kendine, her şeye rağmen kül tablasını açmayı başardığını hatırlattı.
Dostları ilə paylaş: |