Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə19/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   58

“Speedy!” diye haykırdı.

Yaşlı adam ona baktı ve kahverengi yüzünde bir gülümseme belirdi. “Gezgin Jack!” dedi. “Seni çok özledim, evlat.”

“Ben de seni,” dedi Jacky. “Ama artık yolculuk etmiyorum. Wisconsin’e yerleştim. Bu...” Sihirli bir şekilde çocukluğuna dönmüş, kot pantolon ve tişört içindeki bedenini işaret etti. “Bu sadece bir rüya.”

“Belki öyle, belki değil, fark etmiyor. Önünde çıkman gereken yolculuklar var, Jack. Sana bir süredir bunu anlatmaya çalışıyordum.”

“Nasıl yani?”

Speedy’nin gülümsemesi hem utangaç, hem de bitkindi. “Anlamamış gibi yapma, Jack. Sana tüyleri gönderdim, değil mi? Ve kızılgerdan yumurtası . gönderrmedim mi? Hem de birden fazla.”

“Neden insanlar beni rahat bırakmıyor?” diye sordu Jack. Sesinin tonu, sızlanmaya çok yakındı. Pek hoş bir ton değildi. “Sen... Henry... Dale...”

“Şikâyet etmeyi kes,” dedi Speedy ifadesi katılaşarak. “Nazik olmaya çalışmak için vaktimiz yok. Şartlar çok ciddileşti. Değil mi?”

“Speedy...”

“Senin de yapacak işin var benim de. Ve görevimiz aynı. Sakın bana mızmızlanma, Jack ve beni daha fazla peşinde koşturma. Sen bir polissin, her zaman öyleydin.”

“Ben emekli...”

“Emekliliğine başlatma! Öldürdüğü çocuklar zaten yeterince kötü. Eğer devam etmesine izin verilirse öldürebileceği çocuklar, durumu daha da kötüleştirecek. Ama elindeki çocuk...” Speedy öne eğildi, koyu teni üzerinde gözleri pırıl pırıl parlıyordu. “O çocuk geri getirilmeli, hem de hemen. Eğer çocuğu geri getiremezsen, bu düşünce hiç hoşuma gitmiyor olsa da, onu öldürmek zorundasın. Çünkü o bir Kırıcı. Çok güçlü bir Kırıcı. Çökertmek için sadece birini daha yok etmesi yetebilir.”

“Kime yetebilir?” diye sordu Jack.

“Kızıl Kral’a.”

“Peki bu Kızıl Kral’ın çökertmek istediği nedir?”

Speedy bir süre ona baktıktan sonra sorusuna cevap vermek yerine tekrar gitarını çalıp şarkı söylemeye başladı. “Eski, tatlı şarkısını söylemeye başladığında, artık gözyaşları dinecek...”

“Speedy, yapamam!”

Şarkı, tellerden çıkan ahenksiz bir sesle kesildi. Speedy, on iki yaşındaki Jack’e öyle soğuk bir bakış fırlattı ki küçük çocuk, ta içindeki yetişkin adamın yüreğine varıncaya dek buz kesti. Tekrar konuşmaya başladığında Speedy Parker’ın Güneyli aksanı belirginleşmişti. Neredeyse sıvı halde bir küçümseme ile yüklüydü.

“Bu olayın peşine düşeceksin, anladın mı? Mızmızlanıp ağlamaya, şikâyet etmeye bir son vereceksin. Cesaretini nerede bıraktıysan git ve topla, ondan sonra da şu işin peşine düş!”


Jack bir adım geriledi. Omzunda ağır bir el hissetti. Bu, Morgan Amca. Orada belki de Gün Işığı Bahçıvanı’ydı. 1981 yılındayız ve her şeyi baştan yapmalıyım...

Ama onlar, bir çocuğun düşünceleriydi ve bu, bir adamın rüyasıydı. Jack Sawyer, çocuğun boyun eğmiş olduğu umutsuzluğu bir kenara itti. Hayır olmayacak. Buna izin vermeyeceğim. O yüzleri ve yerleri silelim. Hiç kolay olmadı ve birkaç hayalet tüyün, bir iki hayali yumurtanın ve kötü bir rüyanın onu geri getirmesine izin vermeyeceğim. Kendine bir başka çocuk bul, Speck! Bu, artık büyüdü.

Dövüşmeye hazır bir halde arkasına döndü ama hiç kimseyi bulamadı. Yerde, ölü bir midilli gibi yan yatmış bir çocuk bisikleti vardı. Arkasındaki plakada BIG MAC yazıyordu. Etrafa bir karganın parlak tüyleri saçılmıştı. Jack bir başka ses duymaya başladı.’Soğuk, çatlak, çirkin ve kesinlikle kötü ruhlu bir sesti. Bunun, omzuna dokunan şeyin sesi olduğunu hemen anladı.

“Doğru bildin, kıç silici. Bu işe karışma. Benimle uğraşırsan bağırsaklarını Racine’den La Riviere’e kadar uzatırım.”

Tam bisikletin önünde, yerde, dönen bir delik açıldı. Şaşkın bir göz gibi genişledi. Genişlemeye devam etti ve Jack içine atlamak için bir hamle yaptı, Geriye doğru, dışarı doğru bir yoldu. Aşağılayıcı ses onu takip etti.

“Aferin, piç kurusu,” dedi ses. “Kaç! Abbalah’tan kaç! Kral’dan kaç! O boktan, zavallı hayatını kurtarmak için kaç!” Ses, bir kahkahaya dönüştü ve bu delice kahkahanın yankıları, Jack’i dünyalar arasındaki karanlığa doğru takip etti.

Saatler sonra Jack, çıplak bir halde yatak odasının penceresinin önünde duruyor, doğuda ufkun aydınlanmasını izlerken dalgınca kıçını kaşıyordu. Saat dörtten beri uyanıktı. Rüyasını pek hatırlamıyordu (savunması zayıflıyor olabilirdi ama hâlâ yıkılmamış, yerinde duruyordu) ama hatırladığı kadarı, bir konudan emin olmasına yetmişti: Santa Monica Rıhtımı'ndaki cesedi görünce o kadar çok üzülüp yıkılarak işini bırakmasının sebebi, o cesedi önceden tanıdığı birine benzetmiş olmasıydı.

“Onların hiçbiri aslında olmadı,” dedi yaklaşan güne sesinde sahte bir sabırla. “Ergenlik öncesi dönemimde stresten kaynaklanan bir kriz yaşadım. Annem kanser olduğunu sanıyordu, beni yanına aldı ve tüm Doğu Kıyısı boyunca kaçtık. New Hampshire’a kadar. Annem, ölmek için Büyük Mutlu Yer’e döndüğünü sanıyordu. Bunların bir aktrisin orta yaş bunalımından kaynaklanan saçmalıkları olduğu ortaya çıktı ama bir çocuk bundan ne anlardı ki? Bunalımdaydım. Rüyalar görüyordum.”

Jack içini çekti.

“Rüyamda annemin hayatını kurtarıyordum.”

Rüyasındaki telefon çalmaya başladı. Tiz ses, gölgeli odayı aniden doldurmuştu.

Jack Sawyer bir çığlık attı.

“Sizi uyandırdım,” dedj Fred Marshall. Jack adamın karısının ve oğlunun yaşamadığı bomboş evde tüm geceyi uykusuz geçirdiğini anladı. Belki televizyonu açmıstı, yarasına tuz bastığını bile bile fotoğraf albümlerini karıştırmıştı herhalde.

“Hayır,” dedi Jack. “Aslında ben...”

Sustu. Yatağın başucundaki telefonun hemen yanında bir bloknot vardı. En üstteki sayfasına bir not karalanmıştı. Jack yazmış olmalıydı, odada ondan başka hiç kimse yoktu -lanet olası basit bir bilgi, sevgili dostum, Watson- ama Kâğıdın üzerindeki el yazısı ona ait değildi. Rüyasında bir ara, ölmüş annesinin el yazısıyla bu notu yazmış olmalıydı.
Kule. Kirişler. Kirişler kırılırsa, Jacky... çocuk, Kirişler

Kırılırsa Kule çöker.


Hepsi buydu. Sadece, en parlak orta batı gününde bile işlerin ne kadar çabuk kötüleşebileceğini keşfeden Fred Marshall vardı. Jack, aklı bilinçsizce karaladığı sözcüklerle meşgulken ağzını açıp birkaç söz söyledi, muhtemelen pek de anlamlı değillerdi ama bu, Fred’in pek umurunda değildi; insanların genellikle cümle sonlarında ve düşünce dizisi değişikliklerinde yaptığı duraksamalar olmaksızın konuşmaya devam ediyordu. Fred sadece içindekileri döküyor, yükünü boşaltıyordu ve Jack, kendi sıkıntılı durumuna rağmen Robin Hood Sokağı, 16 numarada oturan dürüst, tatlı, aile babasının dayanma sınırını aşmak üzere olduğunu anladı. Eğer kısa sürede olumlu bir gelişmeye tanık olmazsa, Lutheran Hastanesi’nde, D Koğuşu’nda yatmakta olan karısını ziyaret etmesine gerek kalmayacak, oda arkadaşı olacaklardı.

Jack, Fred’in o an önceden kararlaştırdıkları ziyaretten bahsettiğini fark etti. Araya girmeye çalışmayı bırakarak gözleri kendi yazdığı notun üzerinde, kaşlarını çatarak onu dinledi. Kule ve Kirişler. Ne tür kirişler? Nasıl?

“ ...sizi saat dokuzda alacağımı söylemiştim ama Dr. Spiegleman kendisi Judy’nin doktoru oluyor, onun çok kötü bir gece geçirdiğini söyledi Judy çığlıklar atıyor haykırıyor duvar kâğıtlarını yırtmaya ve sonra yutmaya çalışıyormuş. Bir tür kriz geçirmiş bu yüzden ona yeni ilaçlar vermeye başlamışlar sanırım ismi Pamizene veya Patizone da olabilir emin değilim bir yere yazman Spiegleman beni on beş dakika önce aradı acaba bu insanlar hiç uyuyor mu, bana Judy’yi saat dört civarı görebileceğimizi söyledi, çünkü muhtemelen saatte daha sakinleşmiş olacakmış bu durumda sizi saat üçte alırım ya da belki...”

“Üç benim için uygun,” dedi Jack usulca.

“...yapacak başka işleriniz ya da planlarınız vardır bunu anlayabilirim elbette ama yoksa gelip sizi almak isterim aslında oraya yalnız gitmek istemiyorum...”

“Seni bekleyeceğim,” dedi Jack. “Kamyonetimle gideriz.”

“...belki Ty’dan bir haber gelir ya da onu kaçıran her kimse arar belki fidye ister diye düşündüm ama Spiegleman’dan başka arayan kimse olmadı. Spiegleman karımın doktoru Lutheran...”

“Fred, oğlunu bulacağım.”

Jack bu cesur teminatı, kendi sesindeki kuvvetli özgüveni duyunca şaşırdı, ama en azından bir işe yaramıştı: Fred’in dur durak bilmeyen konuşması son bulmuştu. Hattın diğer ucunda sadece huzurlu bir sessizlik vardı.

Fred sonunda titrekçe fısıldadı. “Ah, efendim. Buna bir inanabilseydim.”

“Denemeni istiyorum,” dedi Jack. “Ve belki bu arada karının kaybettiği aklını da bulabiliriz.”

Belki ikisini aynı yerde buluruz, diye düşündü ama bu düşüncesini dile getirmedi.

Hattın diğer ucundan hıçkırıklar duyuluyordu. Fred ağlamaya başlamıştı.

“Fred.”


“Efendim?”

“Saat üçte evime geliyorsun.”

“Evet.” Şiddetli bir burun çekiş duyuldu, hıçkırıklarını bastırmaya çalıştığı anlaşılıyordu. Jack, Fred Marshall’ın evinin o an ne kadar boş olduğunu az çok anlayabiliyordu ve bu kadarını hissetmek bile yeterince kötüydü.

“Evim Norway Vadisi’nde. Roy’un Dükkânı’nı ve Tamarack Deresi’ni geçtikten sonra...”

“Nerede olduğunu biliyorum.” Fred’in sesinde belli belirsiz bir sabırsızlık tınısı vardı. Jack bunu duyduğuna çok memnun olmuştu.

“Güzel. Görüşürüz o halde.”

“Kesinlikle.” Jack, Fred’in sesinde, içindeki neşeli satıcının hayaletinden bir parça yakaladı ve yüreği sızladı.

“Kaçta?”


“Saat üç?” Sonra artmış bir güvenle tekrarladı. “Üçte.”

“Evet. Benim kamyonetimle gideceğiz. Belki dönüşte Gertie’nin Mutfağı’nda akşam yemeği niyetine bir şeyler atıştırırız. Hoşça kal, Fred.”

“Tamam. Teşekkür ederim, efendim.”

Jack telefonu kapadı. Hafızasının yeniden üretimi olan annesinin el yazısına bir süre daha dikkatle baktı ve polis dilinde buna ne deneceğini merak etti, kontrolsüz sahtekârlık? Gülmekle homurdanmak arası bir ses çıkardı, notu buruşturdu ve giyinmeye başladı. Bir bardak meyve suyu içecek ve ardından bir saat kadar yürüyecekti. Bu yürüyüş, kötü rüyaların üzerinde bıraktığı izlerin yok olmasına yardım edebilirdi. Ve bir de Fred Marshall’ın o korkunç, çaresizlikle yüklü sesinin yankılarının kulaklarından uzaklaşmasına. Sonra bir duş alır, herhangi bir gelişme olup olmadığını öğrenmek için Dale Gilbertson’u arardı ya da aramazdı. Eğer bu soruşturmaya gerçekten katılacaksa pek çok iş onu bekliyor olacaktı... ölen çocukların aileleriyle tekrar görüşmek isteyecekti... Tyler Marshall’ın kaybolduğu yerin yakınındaki yaşlılar evine daha yakından bakması gerekecekti...

Aklı bu tür düşüncelerle, meşgul olan Jack (aslında bunlar hoş düşüncelerdi ama ona sorulacak olsa elbette bunu şiddetle inkâr ederdi), neredeyse kapısının önündeki paspasın üzerinde duran kutu yüzünden tökezleyecekti. Kutu, Postacı Buck Evitz’in ona ait bir posta olduğunda onları bıraktığı yerde duruyordu ama saat altı buçuk bile değildi ve Buck’ın küçük, mavi kamyonetiyle görünmesine daha üç saat vardı.

Jack eğildi ve paketi dikkatle aldı. Ayakkabı kutusu büyüklüğündeydi. Dikkatsizce kesilmiş kahverengi bir kâğıtla kaplıydı ve yapıştırıcı bant yerine büyük damlalar halinde kırmızı, balmumuyla mühürlenmişti. Ayrıca kutu, karmaşık beyaz iplerle sarılıp eğri büğrü fiyonk yapılmıştı. Üst köşeye, üzerlerinde çeşitli kuşların resimleri olan on, on iki kadar pul yapıştırılmıştı (Ama aralarında kızılgerdan yoktu; bunu görmek Jack’i rahatlatmıştı). Pullarda bir gariplik vardı ama Jack, önce bunu fark etmedi. Dikkati, kesinlikle garip olan adrese odaklanmıştı. Ne posta kutusu numarası, ne posta kodu vardı, isim de yoktu, yani var sayılmazdı. Adres, iri, büyük harflerle yazılmış tek bir kelimeden oluşuyordu.

Jack düzensiz harflere bakarken gözünün önünde fosforlu kaleme kenetlenmiş sıkılı yumruklar; kısılmış gözler; bir kaçığın dudaklarının kenarında beliren dilinin ucu canlandı. Kalp atışlarının hızı iki katına çıkmıştı. “Bu hiç hoşuma gitmedi,” dedi derin bir nefes alarak. “Hem de hiç hoşuma gitmedi.”

Ve elbette bunun son derece geçerli, polis içgüdülerinden kaynaklan sebepleri vardı. Gerçekten bir ayakkabı kutusuydu, ince kahverengi kâfim üzerinden kapağın çıkıntısını hissedebiliyordu. Kafadançatlaklar ayakkabı kutularına bomba koymayı pek severlerdi. Açması aptallık olurdu ama her şeye rağmen açacağını da biliyordu. Eğer havaya uçarsa hiç olmazsa Balıkçı Soruşturmasından da kurtulurdu.

Jack, saatli bombaların modasının Betty Boop çizgi filmleriyle aynı dönemlerde geçtiğini bildiği halde paketi kulağına doğru kaldırıp tik tak sesleri gelip gelmediğini kontrol etti. Hiçbir şey duymadı, ama gerçekte pul olmayan pullardaki garipliği fark etti. Biri, kafeteryalarda kahvenin yanında sunulan şeker paketlerinden yaklaşık bir düzine kadarının ön yüzünü dikkatle kesmiş ve sonra bu paketlenmiş ayakkabı kutusunun üzerine yapıştırmıştı. Jack’in boğazından neşesiz, tuhaf bir kahkaha koptu. Evet, kutuyu ona kesinlikle kaçığın teki göndermişti. Şeker paketlerine ulaşmasının pullardan kolay olduğu kapalı bir mekândaki bir kaçık. Peki ama buraya nasıl gelmişti? O karmaşık rüyalarını görürken (sahte pulları damgalanmamış) paketi kim bırakmıştı? Ve o civarda onu Jacky olarak tanıyabilecek kim olabilirdi? Jacky günleri artık çok geride kalmıştı.

Hayır, sandığın gibi değil, Gezgin Jack, diye fısıldadı bir ses. Hem de hiç değil. Artık mızmızlanmayı kesip harekete geçmenin vakti geldi, evlat. Kutunun içindekinin ne olduğuna bakmakla başlayabilirsin.

Aptallık edip kendisini tehlikeye attığını söyleyen içindeki sesi kararlı bir şekilde susturan Jack, ipi kopardı ve başparmağının tırnağını kullanarak geniş balmumu damlalarını kopardı. Bu devirde hâlâ balmumu kullanan kalmış mıydı, Tanrı aşkına? Kahverengi kâğıdı bir kenara attı. Adli memurlar için bir malzeme daha.

Bir spor ayakkabı kutusuydu. Tam olarak söylemek gerekirse bir New Balance marka spor ayakkabısının kutusuydu. 36 numara. Bir çocuk ayakkabısı. Bu noktada, Jack’in kalp atışlarının hızı üç katına çıktı. Alnında boncuk boncuk beliren buz gibi teri fark edebiliyordu. Boğazı sıkışıyor, midesi yanıyordu. Bunlar tanıdık hislerdi. Polislerin, korkunç bir sahne görmek üzereyken gösterdikleri fiziksel tepkilerdi. Kutunun içinden çok korkunç bir şey çıkacağını biliyordu. Jack’in bundan hiç şüphesi yoktu ve artık paketin kimden geldiğime çok iyi biliyordu.

Bu geri çekilmek için son şansım, diye düşündü. Bundan sonra bu işe boğazıma kadar batacağım.

Ama bunun doğru olmadığını biliyordu. Dale öğle vakti olmadan Sumner Caddesi’ndeki karakoldan onu arayacaktı. Fred Marshall saat üçte onu almaya gelecekti ve birlikte Robin Hood Sokağı’nın Çılgın Ev Hanımı’nı görmeye gideceklerdi. Geri çekilme şansını çoktan kaçırmıştı. Nasıl olduğunu pek anlamamıştı ama görünüşe bakılırsa Jack tekrar dizginleri eline almıştı. Ve Henry bu yüzden bu konuda onu tebrik etmeye cüret ederse, büyük bir memnuniyetle kör kıçına tekmeyi basacaktı.

Rüyasından çıkıp gelen ses Jack’in bilincinin altından çürük yumurta kokusu gibi yükseldi -bağırsaklarını Racine’den La Riviere’e kadar uzatırım- ama bu, onu şeker paketi pullar ve eski lakabının özenle yazılmış harflerinden yükselen çılgınlık kadar çok ilgilendirmiyordu. Daha önce de kaçıklarla uğraşmıştı. Aldığı tehditleri saymak ise mümkün değildi.

Basamağa oturarak kutuyu kucağına koydu. Önünde, kuzeye bakan tarlayı durgun bir grilik sarmıştı. Tom Tom’un oğlu Bunny Boettcher bir hafta önce gelmiş, ikinci biçimi yapmıştı ve şimdi, ancak bilek hizasına dek yükselen saplar, yoğun bir sisle kaplanmıştı. Gökyüzü, daha yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı. Sakin renksizliğinde tek bir bulut bile görünmüyordu. Bir yerlerde bir kuş öttü. Jack derin bir nefes alarak düşündü. Eğer gideceğim yer buysa, daha kötüsü olabilirdi. Çok daha kötüsü.

Sonra, kutunun kapağını büyük bir dikkatle kaldırarak yan tarafına koydu. Hiçbir şey patlamadı. Ama sanki biri, New Balance ayakkabı kutusunu geceyle doldurmuştu. Sonra kutunun içindekilerin parlak, siyah karga tüyleri olduğunu anladı ve şiddetli bir ürperti, tüm bedenini sardı.

Elini tüylere doğru uzattı, sonra kararsızca duraksadı. Onlara dokunmayı ancak cesedi yarı yarıya çürümüş, vebadan ölen birine dokunmayı istediği kadar istiyordu ama altlarında bir şey vardı. Görebiliyordu. Eldiven takmalı mıydı? Koridordaki dolabın içinde eldi...

“Eldivenlerin canı cehenneme,” dedi Jack ve kutuyu, yan tarafa koyduğu kahverengi kâğıdın üzerinde ters çevirerek içindekileri boşalttı. Tüyler rüzgârsız sabah havasında birkaç kere dönerek kâğıdın üzerine saçıldı. Sonra bir nesne, tok bir ses çıkararak parlak tüylerin arasına düştü. Çürümüş salam kokusu Jack’in burun deliklerini doldurdu.

Biri, Norway Vadisi Yolu’ndaki Sawyer konutuna, bir çocuğa ait kan defteriyle kaplı ayakkabı teslimatı yapmıştı. Bir şey, ayakkabıyı ve içindekini şiddetle kemirmişti. Kırmızı lekelerle kaplı beyaz, pamuklu bir parça kumaş ucunu gördü... çorap olmalıydı. Ve çorabın içinde tırtıklanmış deri görünüyordu. Kutunun içinden çıkan, bir çocuğa ait olan, içinde hâlâ ayağının durduğu bir hayvan tarafından fena halde didiklenmiş bir ayakkabı tekiydi.

Bunu o gönderdi, diye düşündü Jack. Balıkçı.

Onunla alay ediyor, bu işe bulaşmak istiyorsan çekinme, içeri gir, Jack-Çocuk, diyordu.

Jack ayağa kalktı. Şiddetle çarpan kalbinin hızını ise artık tahmin bile edemiyordu. Alnındaki soğuk ter damlaları irileşerek gözyaşları gibi kaşlarına doğru süzülmeye başlamıştı. Dudakları, elleri ve ayakları hissizleşmişti... yine de kendi kendine sakin olduğunu söylüyordu. Los Angeles’ta, köprü altlarında ya da otoyol alt geçitlerinde çok daha beter manzaralara tanık olmuştu. Bu gördüğü ilk ceset parçası da değildi. Bir keresinde, 1997’de ortağı Kirby Tessier’le birlikte Culver City halk kütüphanesinin tuvaletinde, sifonun üzerinde rafadan yumurta gibi duran tek bir testis görmüşlerdi. Sakin olduğunu kendi kendine tekrar söyledi.

Ayağa kalktı ve verandanın basamaklarından indi. İçinde son teknolojiye uygun bir ses sistemi olan şarap kırmızısı rengindeki Dodge’unun kaputunun önünden; buraya, evrendeki en mükemmel eve taşındıktan bir iki ay sonra kuzey tarlasının köşesine Dale ile birlikte yerleştirdikleri kuş evinin altından yürüyerek geçti. Kendi kendine sakin olduğunu söyledi. Gördüğü sadece bir kanıttı, hepsi bu. Er ya da geç darağacında Balıkçı’nın boynuna geçecek olan ilmiğin bir diğer boğumuydu. Kendi kendine onu küçük bir çocuğun, Irma isminde bir kızın bedeninin bir parçası değil, Kanıt A olarak düşünmesini söyledi. Yerdeki çiyin çorapsız bileklerini ve pantolonunun paçalarını ıslattığını hissediyor, anızların arasında uzun süre yürümenin beş yüz dolarlık Gucci ayakkabılarını mahvedeceğini biliyordu. Mahvolurlarsa ne olurdu ki? Bayağılık sınırının ötesinde bir maddi zenginliğe sahipti; isterse Imelda Marcos’un sahip oldukları kadar çok ayakkabı satın alabilirdi. Önemli olan, sakin olmasıydı. Biri, gece yansı evine gelip verandaya, kapısının önüne, içinde bir insan ayağı olan bir ayakkabı kutusu bırakmıştı, ama Jack sakindi. Gördüğü sadece bir kanıttı, hepsi bu. Ve o. O bir polisti. Kanıt onun aşı, suyuydu. Sadece biraz temiz hava almaya, kutudan yayılan çürümüş et kokusuyla dolu olan burnunu temizlemeye ihtiyacı vardı...

Jack nefesi tıkanırcasına öğürdü, zorlukla yutkundu ve adımlarını hızlandırdı. Aklının (sakin aklımın, dedi kendi kendine) bir patlama noktasına süratle yaklaştığını hissedebiliyordu. Bir şey kırılmaya... ya da değişime uğramaya... eskiye dönmeye hazırlanıyordu.

Özellikle sonuncu ihtimal çok tehlikeliydi. Jack koşmaya başladı. Dizleri giderek yükseliyor, kolları ivmenin artmasına yardımcı olmak için sallanıyordu. Ardında, anızların arasında, evinin önünde başlayıp herhangi bir yerde sona erebilecek, koyu renkli, çaprazlama uzanan bir çizgi bırakıyordu. Belki Kanada’da son bulurdu. Ya da Kuzey Kutbu’nda. Çiyle ağırlaşmış uyku mahmurluğundaki beyaz güveler dantelimsi görüntüler oluşturarak telaşla kanat çırptılar ve aynı şaşkınlıkla anızların arasına geri kondular.

Jack mükemmel evinin verandasında duran çiğnenmiş, kanlı ayakkabıdan ve kendi dehşetinden kaçarak daha hızlı koşmaya başladı. Ama patlama noktasına yakınlaşma hissi hâlâ yerinde duruyordu. Yüzler ve hatırlattıkları sesler beyninde birbiri ardına belirmeye başladı. Belki yirmi yıldır beyninde hayali bir kasaya kilitlenmiş yüzler ve sesler. Daha önce bu yüzler ve sesler kasadan çıkmaya her yeltendiklerinde kendi kendine o eski yalanı söylemişti: bir zamanlar, nezle kapar gibi annesinin sinirsel korkusuna ortak olmuş ve başrolünde annesini kurtaran Jack Sawyer’ın olduğu etkileyici bir hikâye üretmiş, hayal gücü geniş, dehşete düşmüş bir çocuk vardı. Bunların hiçbiri gerçek değildi ve on altı yaşına geldiğinde tümü unutulmuştu. O zaman da sakindi. Tıpkı şimdi, ardında o koyu izi ve şaşkın güvelerin oluşturduğu bulutları bırakarak kuzey tarlasında aklını kaybetmişçesine koşarken olduğu gibi, sakindi. Ne yapıyorsa, sükûnetle yapıyordu.

Yana eğilmiş, kâğıttan beyaz bir kep altında kalan dar bir yüz ve kısık gözler: ihtiyaç duyduğum anda bana bir fıçı getirebilirsen iş senindir. New York’ta, bira içip sonra boş bardağı çıtır çıtır yedikleri Oatley’den, Smokey Updike. Şehrin dışındaki tünelde bir şeyin olduğu ve Smokey’nin onu hapis tuttuğu Oatley. Smokey onu...

Yarı yarıya kapalı gözler, sahte bir gülümseme, göz alıcı, beyaz takım elbise: Seninle daha önce tanışmıştık, Jack... neredeydi? Söyle. İtiraf et. Adı aynı zamanda Osmond olan Indiana rahibi, Gün Işığı Bahçıvanı. Osmond, bir başta dünyadaki ismiydi.

Aslında bir çocuk sayılmayacak çocuğun geniş, tüylü yüzü ve korku dolu gözleri: Burası kötü bir yer, Jacky, Wolf bilir. Öyleydi, hem de çok kötü bir yerdi. Onu, sevgili Wolf’u bir kutuya koymuşlar ve sonunda öldürmüşlerdi. O Amerika denen hastalıktan ölmüştü.

“Wolf!” diyerek yutkundu tarlada koşan adam. “Wolf, ah, Tanrım, çocukluğum!”

Yüzler ve sesler, gözlerinin önünde kaybolmamacasına beliren, kulaklarını doldurarak yankılanan, ona patlayacakmış hissi veren, tüm savunmaları devasa bir dalga etkisiyle yıkıp yok etmekle tehdit eden tüm o yüzler ve sesler.

Başı dönmeye başladı ve dünyası sarsıldı. Tekrar öğürdü. Bu kez, boğazının arkasında o bildik tadı hissetti: ucuz, ekşi şarap tadı. Ve kendini birden, bire yine New Hampshire’da, Arcadia Eğlence Dünyası’nda buldu. Speedy ile atlıkarıncanın önünde ayakta duruyorlardı. (“Atlıkarıncalardaki tüm atların bir adı vardır, bunu bilmiyor muydun, Jack?”) ve Speedy, sihirli nektar olduğunu söyleyerek ona bir şişe şarap uzatıyordu. Ufacık bir yudum ve ardından, diğer tarafa geçecekti...

“Hayır!” diye haykırdı Jack, artık çok geç olduğunu bilerek. “Diğer tarafa geçmek istemiyorum!”

Dünya tekrar sarsıldı ve Jack, gözleri kapalı bir halde elleriyle dizleri üzerine düştü. Gözlerini açmasına gerek yoktu; burnuna aniden dolan kokuların yoğunluğu ve zenginliği, ona bilmeye ihtiyaç duyduğu her şeyi söylüyordu. Her hareketini ve düşüncesini bu anın oluşmamasına (ya da en azından ertelenmesine) adadığı onca karanlık yıldan sonra içini yuvaya dönme hissi sardı.

İşte, bayanlar baylar, bu, hiçbir kirliliğin söz konusu olmadığı uçsuz bucaksız sabah göğü altında uzanan tatlı, yeşil tarlada, elleri ve dizleri üzerinde duran Jack Sawyer’dı. Ağlıyordu. Ne olduğunu biliyor ve ağlıyordu. Yüreği korku ve mutlulukla patlayacakmış gibiydi.

Jack Sawyer, yirmi yıldan sonra, yetişkin bir adam olarak sonunda Öte-dünya’ya geri dönmüştü.

Onu kurtaran, eski dostu Richard’ın -bazen Mantıklı Richard olarak bilinirdi- sesi oldu. Şimdi kendi hukuk firmasını (Sloat & Ortakları Ltd.) yöneten Richard’la, Jack’in Güney Carolina, Seabrook Island’da geçirdiği uzun yaz tatili sırasında tanıdığı Richard arasında dağlar kadar fark vardı. Seabrook Island’daki Richard, hayal gücü geniş, hızlı konuşan, çabuk hareket eden, dağınık saçlı, sabah gölgesi gibi sıska bir çocuktu. Şimdiki, Richard ise saçları tepeden biraz dökülmüş; sürekli masa başında olduğu için göbeklenmişti. SeaBrook Island’da çok parlak olan hayal gücünü, onu rahatsız eden arsız sinekmişçesine ezip yok etmişti. Jack bazen, Richard Sloat’ın hayatında bir şeyin giderek azaldığını düşünürdü, ama eklenen bir şey vardı (muhtemelen hukuk öğrenimi sırasında); kararsızlığın koyunumsu, ağdalı, özellikle telefondayken kulağa çok itici gelen, ses tonu onun bir tür sesli imzası olmuştu. ses, Richard’ın dudakları kapalıyken başlar, açılırken yayılırdı. Bu zamanlar Viyana korosundan bir çocuk ile Lord HawHaw’ın komik bir karışımı gibi görünürdü.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin