Telaşlı görünen sarışın memur Tom Lund belli ki onu bekliyordu. Jack kapının yanına sıralanmış üç bisikletin önünden geçerek karakoldan içeri girdiğinde hemen masasından kalkıp Jack’in yanına geldi, Dale ve Fred Marshall’ın Dale’in ofisinde onu beklediklerini ve kendisinin hemen yolu göstereceğini söyledi. Onu gördüklerine kesinlikle çok memnun olacaklardı. “Ben de çok memnun oldum, Teğmen Sawyer,” diye ekledi Lund. “Tanrım, bunu söylemem gerek. Bize tam da sizin gibi biri lazım.”
“Bana Jack diyebilirsin. Artık bir teğmen değilim. Artık bir polis bile değilim.” Jack, Tom Lund ile Kinderling soruşturması sırasında karşılaşmış, genç adamın hevesi ve sadakati hoşuna gitmişti. İşine, üniformasına, rozetine âşık, şefine saygılı ve Jack’e hayran olan Lund, hiç şikâyet etmeden telefon başında, kayıt bürolarında ve arabasında Sunset Strip’te çalışan iki striptizci kız ve Wisconsin’den bir çiftlik sigortası satıcısı arasındaki suç bağında ortaya çıkan çelişkili ipuçlarını tekrar tekrar kontrol ederek yüzlerce saat geçirmişti. Tüm o süre boyunca lisedeki bir futbol oyuncusunun ilk maçına çıkarken duyduğuna benzer bir heves ve enerjiyle çalışmıştı.
Ama genç memurun artık öyle görünmediğini fark etti Jack. Gözlerinin altında koyu renk halkalar vardı ve yüzündeki kemikler daha belirgindi. Lund’da görülen bu olumsuz izlerin altında yatan sebep, uykusuzluk ve yorgunluktan öte, çok büyük, ahlaki bir şokun yarattığı şaşkın çaresizlikti. Balıkçı, Lund’ın gençliğinin hatırı sayılır bir bölümünü çalmıştı.
“Ama elimden geleni yapmaya çalışacağım,” dedi Jack, niyetlendiğinden fazlasını vaat ederek.
“En küçük yardımınız bile çok makbule geçecek,” dedi Lund. Bu kadarı çok fazla, ifadesi çok çaresizdi ve Lund ofisin yolunu göstermek için önüne düştüğünde Jack, buraya kurtarıcınız olmaya gelmedim, diye geçirdi içinden.
Bu düşünce, hemen o anda içinde bir suçluluk duygusu oluşturdu.
Lund kapıyı çalıp açtı, Jack’in geldiğini duyurdu, eliyle içeriyi işaret etti ve ayağa kalkıp gözlerini yeni gelene diken, biri yüzünde belirgin bir minnet, diğeri, aynı duygunun şiddetli yansıması yanında bir de Jack’i iyice huzursuz eden katıksız bir ihtiyaç ifadesi taşıyan iki adam tarafından fark edilmeden bir hayalet gibi gözden kayboldu.
Dale’in kısaca geçtiği tanıştırma faslının ardından Fred Marshall, “Gelmeyi kabul ettiğiniz için teşekkürler,” dedi. “Çok teşekkür ederim. Tüm yapabildiğim...” Sağ kolu bir tulumbanın tutamağı gibi yükseldi. Jack uzatılan eli sıktığında, Fred Marshall’ın yüzünden okunan duygular ‘daha da yoğunlaştı. Jack’in elini güçlü bir kavrayışla, vahşi bir hayvanın avına sahip çıkması gibi neredeyse hak iddia ederek tuttu ve hararetle sıktı. Gözlerine yaşlar doldu. “Ben...” Elini çekerek yanaklarından süzülen yaşlan sildi. Şimdi gözlerine yoğun bir kırılganlık ifadesi yerleşmişti. “Ah, ulu Tanrım,” dedi. “Burada olduğunuz için çok mutluyum, Bay Sawyer. Yoksa Teğmen mi demeliydim?”
“Jack diyebilirsiniz. Neden bana bugün olanları anlatmıyorsunuz?”
Dale bir sandalyeyi işaret etti; üç adam da oturdular; Fred, Judy ve Tyler Marshall’ın basit ama acı dolu hikâyesi başladı. Önce, bir süreliğine Fred konuştu. Hikâyenin onun ağzından anlatılan yorumunda, yiğit, aslan gibi bir yüreğe sahip, kendini ailesine adamış bir eş ve anne olan kadın; şaşırtıcı, çok yüzlü değişimler ve bozukluklar yaşamaya ve cahil, aptal, bencil kocası tarafından önemsenmeyen birtakım gizemli belirtiler göstermeye başlıyordu. Anlamsız sözler söylüyor, bir bloknottan kopardığı sayfalara çılgınca şeyler yazıyor sonra bu kâğıtları buruşturarak ağzına tıkıyor ve yutmaya çalışıyordu. Yaklaşan trajediyi görebiliyor, bu da akli dengesini altüst ediyordu. Kulağa çılgınca gelebilirdi, ama bencil koca, bunun doğru olduğuna inanıyordu. Yani öyle olduğunu sanıyordu, ilk konuşmalarında bundan Dale’e de bahsetmişti ve inanılması zor gibi görünse de, akla uygun gibi geliyordu. Olanların başka ne tür bir açıklaması olabilirdi ki? Yani düşündüğünü sandığı şey buydu... karısı, BaIıkçı’nın geleceğini önceden bildiği için delirmeye başlamıştı. Bu gibi öngörülerin mümkün olduğunu sanıyordu. Örneğin cesur, acılı anne, güzel, harika oğlunun kayıp olduğunu aptal, bencil, son derece normal bir günmüşçesine sabah işe giden kocasının ona bisikletten bahsetmesinden önce biliyordu. Bu, az önceki savını az çok ispatlıyor sayılırdı. Güzel oğlu, dışarı üç arkadaşıyla çıkmıştı, ama geri dönen sadece bu üç çocuk olmuştu ve Memur Darım, Tcheda, Maxton’un dışındaki kaldırımın üzerinde küçük oğlunun Schwirm marka bisikletini ve minik ayakkabılarının tekini bulmuştu.
“Danny Çita mı?” diye sordu Fred Marshall gibi huzursuz edici şeyler düşündüğünü sanan Jack.
“Tcheda,” dedi Dale ve kelimeyi kodladı. Sonra hikâyenin çok daha kısa olan kendi yorumunu anlattı. Dale Gilbertson’un hikâyesinde, küçük bir çocuk bisikletiyle gezmeye çıkıyor ve Maxton’un önündeki kaldırımda ortadan kayboluyordu. Bir çocuk kaçırma olayı söz konusu olabilirdi. Dale’in tüm bildikleri bunlardı ve Jack Sawyer’ın kalan boşlukları doldurabileceğine olan inancı tamdı.
Jack Sawyer, bir süre sessiz kalarak odadaki diğer iki adamın bakışları altında, düşündüğünü sandığı üç fikri aklında toparlamaya çalıştı. İlki, bir fikirden ziyade içinde gizli bir düşünce barındıran bir tepkiydi: eline sıkıca sarılıp, “Ah, ulu Tanrım,” dediği andan itibaren Fred Marshall’dan hoşlandığını fark etmiş ve bu onu şaşırtmış, o akşama dair kafasında oluşturduğu senaryoya pek uymamıştı. Fred Marshall onda, küçük-kasaba hayatını sembolize eden bir posterin başmodeli izlenimi uyandırmıştı. Bu adamın resmi French Kasabası yöresindeki evlerin satışı için hazırlanan reklam afişlerine basılsa, Milwaukee ve Chicago’dan birçok insana ikinci birer ev satmak çok daha kolay olurdu. Marshall’ın dost canlısı, yakışıklı yüzü ve zarif, atletik vücudu, sahip olduğu sorumluluk duygusunun, dürüstlüğün, iyi ahlakın, iyi komşuluğun, alçakgönüllülüğün ve cömertliğin fiziksel dışavurumu gibiydi. Fred Marshall kendini aptallık ve bencillikle suçladıkça Jack ondan daha çok hoşlanıyordu. Ve ondan hoşlandıkça, içinde olduğu korkunç duruma üzülüyor ve ona yardım etme isteği uyanıyordu. Oraya, Dale’in arkadaşına bir polis memuru gibi tepki göstermeyi bekleyerek gelmişti, ama polislere özgü refleksleri, kullanılmaya kullanılmaya paslanmıştı. Fred Marshall’a sıradan bir başka vatandaş gibi tepki veriyordu. Polisler, Jack’in de çok iyi bildiği gibi, suçun etki alanına girmiş bir sivile, hele soruşturmanın ilk aşamalarındaysalar, nadir olarak onun gibi bir vatandaş gözüyle yaklaşırlardı (Jack’in ona karşı tepkisinin gerisindeki düşünce Fred Marshall gibi bir adamın iyi anlaştığı birine yönelik şüpheler besleyemeyeceğiydi)-
Jack tamamen paslanmış ama halen yeterince etkili dedektiflik refleksle-, ürünü olan üçüncü fikrini kafasında şekillendirirken, hem bir polis, hem vatandaş olarak kafasında beliren ikinci fikri yüksek sesle dile getirdi. “Dışarıda gördüğüm bisikletler Tyler’ın arkadaşlarına mı ait? Şu an biri onları sorguya mı çekiyor?”
“Bobby Dulac,” dedi Dale. “Geldiklerinde onlarla konuştum ama elle tutulur bir şey öğrenemedim. Söylediklerine göre Chase Caddesi’nde beraberlerde ve sonra Tyler yanlarından ayrılıp uzaklaşmış. Hiçbir şey görmediklerini iddia ediyorlar. Belki gerçekten görmediler.”
“Ama sen gizledikleri bir şey olduğunu düşünüyorsun, öyle mi?”
“Tanrı biliyor ya, öyle. Ama ne olabileceği hakkında hiçbir fikrim yok ve ailelerinin sabrı taşmadan çocukları evlerine göndermek zorundayız.”
“Kim bu çocuklar, isimleri nedir?”
Fred Marshall, görünmez bir beysbol sopasını kavrıyormuşçasına ellerini kavuşturdu. “Ebbie Wexler; T.J. Renniker ve Ronnie Metzger. Ty bu yaz boyunca onlarla takıldı.” Son cümlesinde, dile getirilmemiş bir yargının izleri fark ediliyordu.
“Oğlunuza arkadaş olarak seçmeyi tercih etmeyeceğiniz türde çocuklar sanırım.”
“Doğruyu söylemek gerekirse öyle,” dedi Fred doğruyu söyleme arzusu ve haksızlık ediyor olma kaygısı arasında kalıyormuş gibi tereddütle. “Pek tercih etmezdim. Ebbie, kabadayılık taslayan, zorba bir çocuğa benziyor ve diğer ikisinin zekâları biraz... yavaş mı desem? Ty’ın bunu er geç fark edeceğini ve zamanını daha... şey anlarsınız ona uygun arkadaşlarla geçirmesini umuyorum... ya da umuyordum.”
“Yani kendi seviyesindeki çocuklarla.”
“Evet. Ama oğlum yaşına göre ufak tefek bir çocuk ve Ebbie Wexler... nasıl desem...”
“Yaşına göre iri yapılı ve uzun boylu,” dedi Jack. “Kabadayılık taslayan bir Çocuk için ideal.”
“Ebbie Wexler’i tanıyor musunuz?”
“Hayır ama bu sabah onu gördüm. Yanında diğer iki çocuk ve oğlunuz vardı.”
Dale raptiye varmış gibi sandalyesinden fırladı ve Fred Marshall, elindeki görünmez beysbol sopasını düşürdü. “Ne zaman?” diye sordu Dale. Ayma da Fred Marshall da sormuştu. “Nerede?”
“Chase Caddesi’nde, sekizi on geçe civarı. Henry Leyden’ı alıp eve götürmeye gelmiştim. Kasabadan çıkmak üzere ilerliyorduk ki, bisikletleriyle tam önüme çıktılar. Oğlunuza iyice bakma fırsatım oldu, Bay Marshall. Harika bir çocuğa benziyor.”
Fred Marshall’ın irileşen gözleri, içinde bir umut ışığının belirdiğini gösteriyordu. Yeni bir umut, sarılabileceği bir vaat, beklemediği bir anda ona haya vermişti. Dale’se rahatlamış görünüyordu. “Bu, çocukların anlattığı hikâyeye uyuyor. Onları Ty’ın tek başına ayrılmasından hemen önce görmüş olmalısın Tabii eğer ayrıldıysa.”
“Belki de diğerleri gitti ve onu arkalarında bıraktılar,” dedi Ty’ın babası. “Bisiklet üzerinde Ty’dan daha hızlıydılar ve bazen, bilirsiniz... onu taciz ederlerdi.”
“Yarışarak hızla uzaklaşıp onu geride bırakarak,” dedi Jack. Fred Marshall’ın hüzünle başını sallayışı, çocuğun bu küçük düşme anlarını sevecen babasıyla paylaştığını işaret ediyordu. Jack, Ebbie Wexler’in kızarmış, düşmanca bir ifadeye bürünmüş yüzünü ve kamyonete doğru kaldırdığı parmağını düşündü ve çocuğun kendini korumaya çalışıp çalışmadığını, eğer öyleyse bunu nasıl yaptığını merak etti. Dale çocukların hikâyesinde bir bit yeniği olduğundan kuşkulandığını belirtmişti, ama çocukların yalan söylemek için ne gibi bir sebepleri olabilirdi? Sebep her ne ise, yalanın kaynağının Ebbie Wexler olduğuna kesin gözüyle bakılabilirdi. Diğer ikisi, emirlere uyuyordu.
Üçüncü düşüncesini o an için bir tarafa bırakan Jack, “Çocukları evlerine göndermeden önce onlarla bir konuşmak istiyorum,” dedi. “Neredeler?”
“Merdivenlerin sonunda, sorgu odasında.” Dale tavanı işaret etti. “Tom sana yolu gösterir.”
Savaş gemisi grisi rengindeki duvarları, gri metal masası ve kale duvarındaki bir yarık gibi görünen tek penceresiyle merdivenlerin sonundaki oda, sorgulananların içlerini sıkıntı ve umutsuzlukla doldurmak ve bu yolla ağızlarından laf almak amacıyla tasarlanmışa benziyordu. Tom, Jack’le kapıyı açtığında, içerideki dört kişi, odanın kurşun gibi çöken ağır atmosferine teslim olmuş gibiydi. Bobby Dulac, kapıya doğru baktı, kurşunkaleminin ucuyla masanın üzerine vurmayı bıraktı ve, “Yaşasın, Hollywood gelmiş. Dale haber vermişti “ dedi. kasvetli odada Bobby bile her zamanki bıçkın ışıltısını kaybetmişti. “‘Bu canavarları sorguya çekmek mi istemiştiniz, teğmen?”
“Belki bir dakika sonra.” Masanın ucundaki üç canavardan ikisi, Bobby Dulac’ın yanına doğru yürüyen Jack’e, onları hücreye tıkacakmış gibi korkuyla baktılar. “Sorguya çekmek” ve “Teğmen” sözleri, üzerlerinde Kanada’dan soğuk bir rüzgâr etkisi uyandırmıştı. Ebbie Wexler, sert görünmeye çalışarak Jack’e yan yan baktı, fincan tabakları gibi iri gözlü Ronnie Metzger sandalyesinde huzursuzca kıpırdandı. Başını, masaya dayadığı kollarına yaslamış olan üçüncü çocuk, T.J. Renniker, uyukluyor gibiydi.
“Uyandırın onu,” dedi Jack. “Söyleyeceklerimi hepinizin duymasını istiyorum “ Aslında söyleyecek bir şeyi yoktu ama çocukların dikkatini üzerinde toplamalıydı. Dale’in haklı olduğunu şimdiden anlamıştı. Bu çocuklar ya yalan söylüyorlardı ya da gizledikleri bir şey vardı. Bu yüzden iç sıkıcı ortamlarına aniden girdiğinde korkuya kapılmışlardı. Çocukları en başta sorguya alan o olsaydı, üçünü ayırıp teker teker sorguya çekerdi ama şimdi Bobby Dulac’ın hatasını telafi etmek durumundaydı. Başlangıç olarak üçüne birden hitap etmeli, hissettikleri korkuyu onlara karşı kullanmalıydı. Çocukları dehşete düşürmek istemiyordu, sadece kalplerinin biraz daha hızlı atmasını sağlayacaktı. Sonra üçünü ayırabilirdi. En zayıf, suçluluk duygusu en yoğun halka zaten kendisini belli etmişti. Jack, bilgi elde etmek uğruna yalan söylemekten hiç yüksünmezdi.
Ronnie Metzger, T.J.’i omzundan tutup sarstı. “Uyan, lasak... salak.”
Uyuyan çocuk inledi, başını masadan kaldırdı ve gerinmeye başladı. O sırada bakışları Jack’in üzerinde odaklandı. Gözlerini kırpıştırıp yutkunarak hemen kendini toparladı ve sandalyesinde dikleşti.
“Hoş geldin,” dedi Jack. “Kendimi tanıtıp niçin burada olduğumu açıklamak istiyorum. Adım, Jack Sawyer ve Los Angeles Polis Teşkilatı, Cinayet Masası’nda teğmenim. Mükemmel bir sicilim, bir oda dolusu takdirnamem ve madalyam var. Bir kötü adamın peşine düştüğümde, genellikle sonunda onu yakalar ve kelepçeyi takarım. Üç yıl önce Los Angeles’taki bir olayın soruşturması için buraya gelmiştim. İki hafta sonra, Thornberg Kinderling adında bir adam, zincirler içinde Los Angeles’a postalandı. Bu bölgeyi tanıdığım ve daha önce buradaki yasa temsilcisi memurlar ile işbirliği yaptığım için Los Angeles Polis Teşkilatı, Balıkçı cinayetlerinde yerel kuvvetlerinize destek olmam amacıyla beni buraya gönderdi.” Bobby Dulac’ın bu saçmalıklara gülüp gülmediğini görmek için ona kısa bir bakış fırlattı. Bobby mermer gibi bir suratla masanın üzerinden karşı duvara bakıyordu. “Arkadaşınız Tyler Marshall, bu sabah ortadan kaybolmadan önce sizinle birlikteydi. Onu Balıkçı mı aldı? Bunu söylemek hiç hoşuma gitmiyor ama korkarım öyle. Tyler’ı belki geri getirebiliriz, belki de getiremeyiz ama Balıkçı’yı yakalayabilmem için tüm olanları bana en küçük ayrıntıyı bile atlamadan anlatmanız gerekiyor. Bana karşı tamamen dürüst olmalısınız, çünkü yalan söyler ya da bildiklerinizi saklarsanız adalete engel olmak suçunu işlemiş olursunuz. Adalete engel olmak çok ciddi bir suçtur. Memur Dulac, Wisconsin Eyaleti’nde bu suç için en düşük ceza ne kadardır?”
“Beş yıl. Kesinlikle eminim,” dedi Bay Dulac.
Ebbie Wexler yanağının iç kısmını kemirmeye başladı; Ronnie Metzger gözlerini kaçırdı ve alnını kırıştırıp masaya baktı; T.J. Renniker, çok ilginç bulu-yormuşçasına dar pencereyi inceliyordu.
Jack, Bobby Dulac’ın yanına oturdu. “Bu arada, sabah içinizden birinin çirkin bir parmak hareketi gösterdiği kamyonetin içindeki adam bendim. Sizi tekrar gördüğüme pek sevindiğimi söyleyemem doğrusu.”
İki baş, ortaya çıkan bu yeni sorunu çözmeye uğraşarak gözlerini kısan Ebbie’ye döndü. “Öyle bir şey yapmadım,” dedi çocuk, inkârda karar kılarak. “Belki öyle gibi göründü ama yapmadım.”
“Yalan söylüyorsun ve henüz Tyler Marshall hakkında konuşmaya başlamadık bile. Sana bir şans daha vereceğim. Bana doğruyu söyle.”
Ebbie’nin suratında yapmacık bir gülümseme belirdi. “Etrafta tanımadığım insanlara parmak göstererek dolaşmam.”
“Ayağa kalk,” dedi Jack.
Ebbie iki yanına baktı ama arkadaşları onunla göz göze gelmemeye gayret ediyordu. Sandalyesini geri itti ve kararsızca ayağa kalktı.
“Memur Dulac,” dedi Jack. “Bu çocuğu dışarı çıkarın ve orada tutun.”
Bobby Dulac rolünü mükemmel oynuyordu. Sandalyesinden kalktı ve gözlerini üzerinden ayırmayarak, ciddi bir ifadeyle Ebbie’ye doğru yürüdü. Mükellef bir ziyafete yaklaşan bir panteri andırıyordu. Ebbie Wexler korkuyla geriledi ve elini kaldırarak Bobby’yi durdurmaya çalıştı. “Hayır, yapmayın... sözümü geri alıyorum... ben yaptım, tamam mı?”
“Artık çok geç,” dedi Jack. Bobby’nin çocuğun dirseğini kavrayarak kapıya doğru çekişini izledi. Yüzü kızaran Ebbie, boncuk boncuk terler dökerek Bobby’ye direnmeye çalışıyordu, ama kolunun üzerindeki baskıya karşı koyması imkânsızdı. Öne doğru sendeledi, hafif bir çığlık attı ve ağlamaya başladı.
Bobby Dulac kapıyı açarak onu ikinci katın soğuk koridoruna çıkardı. Kapı sertçe kapandı ve korku dolu ağlama sesi kesildi.
Kalan iki çocuğun suratı kireç gibi olmuş yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. «Onu merak etmeyin,” dedi Jack. “Başına bir şey gelmeyecek. On beş, yirmi dakika sonra evlerinize gidebileceksiniz. Daha ilk cümlesinde yalan söyleme-başlayan biriyle vakit kaybetmek istemedim, hepsi bu. Unutmayın, en beceriksiz polisler bile kendilerine yalan söylendiğini anlarlar ve ben, çok iyi bir DOlisim. Evet, şimdi planımız şu. Bu sabah neler olduğunu, Tyler’ın ne yaptığını, ondan ayrılış şeklinizi, o sırada nerede olduğunuzu, sonra ne yaptığınızı, başka birini görüp görmediğinizi ve buna benzer konuları konuşacağız.” Arkasına yaslandı ve ellerini masanın üzerine koydu. “Haydi, bana neler olduğunu anlatın.”
Ronnie ve T.J. birbirlerine baktılar. T.J. sağ elinin işaret parmağını ağzına götürdü ve ön dişleriyle tırnağını kemirmeye başladı. “Ebbie sana o çirkin hareketi yaptı,” dedi Ronnie.
“Ondan sonra.”
“Şey, Ty bir yere gitmesi gerektiğini söyledi,!’
“Bir yere gitmesi gerekiyordu,” diye araya girdi T.J. de.
“O sırada neredeydiniz?”
“Şey... Binbir Çeşit Kağazası’nda.”
“Mağza,” dedi T.J. “Kağza değil, kuş beyinli, orası bir mağza.” t “Sonra?”
“Sonra Ty dedi ki...” Ronnie, T.J.’e baktı. “Ty bir yere gitmesi gerektiğini söyledi.”
“Ne tarafa gitti? Doğuya mı, batıya mı?”
Çocukların bu soruya tepkisi sanki yabancı bir dilde sorulmuş gibi oldu, akılları karışmış bir şekilde şaşkınca bakarak sustular.
“Nehir tarafına doğru mu gitti, aksi yöne mi?”
Tekrar bakıştılar. Soru bildikleri dilde sorulmuştu ama ne cevap vereceklerini bilmiyorlardı. Sonunda Ronnie konuştu. “Bilmiyorum.”
“Ya sen, T.J.? Sen biliyor musun?”
T.J. başını iki yana salladı.
“Güzel. Dürüst cevaplar. Bilmiyorsunuz, çünkü ayrıldığını görmediniz, değil mi? Ve aslında bir yere gitmesi gerektiğini de söylemedi, değil mi? Bunu Ebbie’nin uydurduğuna bahse girerim.”
T.J. olduğu yerde huzursuzca kıpırdandı ve Ronnie, Jack’e yüzünde şaşkınlıkla karışık bir hayranlık ifadesiyle baktı. Aniden, karşısındakinin Sherlock Holmes olduğunu fark etmiş gibiydi.
“Kamyonetimin önünden geçtiğinizi hatırlıyor musunuz?” Aynı anda başlarını salladılar. “Tyler sizinleydi.” Tekrar başlarını salladılar. “Binbir Çeşit Mağazası’nın önündeki kaldırımdan ayrılmış, doğuya, Chase Caddesi’ne doğru nehrin aksi yönüne ilerliyordunuz. Sizi dikiz aynamda.görmüştüm. Ebbie çok süratli gidiyordu. Siz ikiniz ona ancak yetişebiliyordunuz. Tyler sizden daha ufak tefek olduğu için geride kalmıştı. Yani, yanınızdan ayrılıp öylece uzaklaşmadığını biliyorum. Size ayak uyduramadı.”
Ronnie Metzger ağlamaya başladı. “Çok, çok geride kaldı ve Labıkçı gelip onu yakaladı.” Sıcak gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
Jack öne eğildi. “Bunun olduğunu gördünüz mü? Herhangi biriniz?”
“Haayır,” diyerek hıçkırdı Ronnie. T.J. başını yavaşça iki yana salladı.
“Ty ile konuşan biri, duran bir araba ya da öyle bir şey gördünüz mü? Ty tek başına bir dükkâna girdi mi?”
Çocuklar aynı anda konuşarak hiçbir şey görmediklerini anlatan sözler gevelediler.
“Yokluğunu ne zaman fark ettiniz?”
T.J. ağzını açtı ve hiçbir şey söylemeden kapadı. Ronnie, “Meyve sularını içerken,” dedi. Bunun üzerine yüzü hissettiği gerginlikle buruşan T.J. başını salladı.
Sonraki iki soruda Magic kartları da aldıkları 7-Eleven’da içtikleri meyve sularının çok güzel olduğu ve Tyler Marshall’ın yokluğunu fark etmeden önce birkaç dakikadan fazla bir zaman geçmiş olabileceği ortaya çıktı. “Ebbie, Ty’ın bize daha çok kart alacağını söyledi,” diye ekledi yardım etmeye hevesli görünen Ronnie.
Jack’in beklediği an gelmişti. Sakladıkları sır her neyse, 7-Eleven’dan çıkmalarının ve Tyler’ın hâlâ onlara katılmadığını fark etmelerinin kısa bir süre sonrasında ortaya çıkmış olmalıydı. Ve bu sır, sadece T.J.’e aitti. Arkadaşı Magic kartları ve meyve suları konularının ardından nispeten rahatlamışken o hâlâ kan ter içinde, gergin görünüyordu. İkisine birden sormak istediği tek W soru kalmıştı. “Yani Ebbie, Tyler’ı bulmak istedi. Hepiniz bisikletlerinize binip onu aramaya mı çıktınız yoksa Ebbie birinizi mi gönderdi?”
“Ha?” dedi Ronnie. T.J. çenesini göğsüne doğru çekti ve bir darbeden korunmak istercesine kollarını başına kaldırdı. “Tyler bir yerlere gitti,” dedi
Ronnie. “Onu aramaya çıkmadık, parka gittik. Magic kartları değiş tokuşu yapılıyorum,” dedi Jack. “Teşekkürler, Ronnie. Çok yardımcı oldun. Şimdi, TJ ile kısa bir konuşma yaparken dışarı çıkıp Memur Dulac ve Ebbie ile beklemeni istiyorum. Beş dakikadan fazla süreceğini sanmıyorum.”
“Gidebilir miyim?” Jack başını sallayınca Ronnie kararsızca yerinden kalktı. Kapıya vardığında T.J. ağlamaklı bir ses çıkardı. Sonra Ronnie çıktı ve arkasına yaslanan T.J. olduğu yerde ufalmaya çalışarak yusyuvarlak olmuş parlak gözlerle Jack’e baktı.
T.J-,” dedi Jack. “Endişelenmene gerek yok, bana güvenebilirsin.” Sorgu sırasında uyuyakalarak suçunu ilan eden çocukla artık yalnız kalmış olan Jack Sawyer, her şeyden önce o suçluluk duygusunu ortadan kaldırmak istiyordu. T.J.’in sırrını biliyordu ve bu sır bir şey sayılmazdı, yararsızdı. “Bana ne söylersen söyle, seni tutuklamayacağım. Söz veriyorum. Başın hiçbir şekilde belada değil, evlat. Aslında, arkadaşlarınla birlikte buraya kadar gelip olaylara bir açıklık getirmemize yardım ettiğiniz için çok memnunum.”
Bu şekilde damardan gitmeyi üç dört dakika daha sürdürdü ve bu süre içinde daha önce kendini ölüm mangasının karşısında duran, idama mahkûm-olmuş bir suçlu gibi hisseden T.J. Renniker, affedildiğini ve arkadaşı Ronnie’nin söyleyeceği gibi, örgüzlüğün yakın olduğunu anlayarak biraz olsun gevşedi. Yüzüne hafifçe renk gelmişti. Normal oturuş pozisyonuna geçti ve gözlerindeki dehşet dolu bakış yok oldu.
“Bana Ebbie’nin ne yaptığını anlat,” dedi Jack. “Aramızda kalacak. Kimseye söylemeyeceğim. Söz veriyorum. Seni ele vermeyeceğim.”
“Ty’ın bize Magic kartları almasını istiyordu,” dedi T.J. yavaşça. “Ty orada olsaydı, alırdı. Ebbie bazen acımasız olabiliyor. Ebbie bana... bana caddeden aşağı inip tosbağayı bulup getirmemi söyledi, söylediğini yapmazsam kolumu bükecekti.”
“Bisikletine bindin ve Chase Caddesi’nden aşağı doğru ilerledin.”
“Hı-hı. Etrafıma bakındım ama Ty’ı hiçbir yerde göremedim. Oysa göreceğimi sanıyordum. Başka nerede olabilirdi ki?”
“Sonra?” Jack eliyle teşvik edercesine bir hareket yaptıktan sonra zaten bildiği cevabı duymayı bekledi.
“Ty’ı hâlâ görememiştim. Bunun üzerine yaşlıların yaşadığı, önünde çalılar olan binanın bulunduğu Queen Caddesi’ne girdim. Ve sonra, şey, orada bisikletini gördüm. Çalıların önündeki kaldırımda duruyordu. Ayakkabısının teki de oradaydı. Ve çalılıktan düşen yapraklar vardı.”
İşte değersiz sır buydu. Belki o kadar da değersiz sayılmazdı: çocuğun kayboluş zamanını belirlemede yardımcı olmuştu: 8:15 veya 8:20 olabilirdi. Ayakkabı ve bisiklet, Danny Tcheda onları bulmadan önce dört saat boyunca kaldırımda kalmıştı. Maxton Bakım Merkezi, Queen Caddesi’nin o bölümünde, ki tek binaydı ve Çilek Festivali için öğle vaktinden önce gelen olmamıştı.
T.J. hissettiği korkuyu anlattı... eğer Balıkçı, Ty’ı o çalıların arasına çektiyse her an daha fazlası için geri dönebilirdi! Jack’in son sorusuna cevaben de “Ebbie, sorulacak olursa Ty’ın Binbir Çeşit’in önünde yanımızdan ayrıldığın’, söylememizi istedi,” dedi. “Böylece insanlar bizi suçlamayacaktı. Yani eğer öldürülürse. Ty gerçekten ölmedi, değil mi? Ty gibi çocuklar öldürülmezler.”
“Umarım öyledir,” dedi Jack.
“Ben de.” T.J. burnunu çekti ve koluyla sildi.
“Haydi artık sizi evlerinize gönderelim,” dedi Jack ayağa kalkarken.
T.J. de kalkıp masanın yanı sıra yürümeye başlamıştı ki, birden seslendi. “Oh! Şimdi hatırladım!”
“Neyi?”
“Kaldırımda tüyler görmüştüm.”
Jack’in ayaklarının altındaki yer, bir gemi güvertesiymiş gibi önce sağa, sonra sola doğru savruldu. Bir sandalyenin arkasına tutunarak duruşunu sağlamlaştırdı. “Sahi mi?” Çocuğa doğru dönmeden önce kendini toparlamaya çalıştı. “Nasıl tüyler?”
Dostları ilə paylaş: |