“Ver onu bana,” dedi Bobby Dulac.
Lund gazeteyi manşeti görülecek şekilde çevirerek ona uzattı. BALIKÇI HÂLÂ FRENCH LANDING’DE İŞ BAŞINDA, diyordu başlık. Hemen altında üç sütunu kaplayan bir yazı vardı. Yazı, açık mavi bir zemin üzerine basılmıştı ve sayfanın diğer bölümünden siyah bir çerçeveyle ayrılıyordu. Manşetin altında ayrı bir başlık vardı. Polis, Psikopat Katilin Kimliğini Hâlâ Ortaya Çıkaramadı. Yazan, Wendell Green.
“Balıkçı,” dedi Bobby. “Başından beri arkadaşın Wendell’ın kaleminden başka bir şey çıkmıyor. Balıkçı, Balıkçı, Balıkçı. Bir anda dev bir gorile dönüşsem ve gökdelenlere tırmanmaya başlasam bana da King Kong mu diyecek?” Lund başını eğip gülümsedi. “Pekâlâ,” dedi Bobby. “Kötü bir örnekti. Peki söylesene, birkaç banka soysam bana John Dillinger der miydin?”
“Şey,” dedi Tom pişmiş kelle gibi sırıtarak. “Söylenene göre Dillinger’ın aleti öyle büyükmüş ki onu bir kavanoza koyup Smithsonian Müzesi’ne...”
“Bana ilk cümleyi oku,” dedi Bobby.
Tom gazeteyi okumaya başladı: “‘French Landing Polisi, bu gazetecinin Balıkçı ismini verdiği iki cinayet işlemiş şeytani seks suçlusunun kimliğine dair hâlâ hiçbir ipucu bulamazken korku, umutsuzluk ve şüphe, küçük kasabada giderek artıyor ve dokunduğu her yeri karanlık bir dehşet perdesi altında bırakarak yayılıyor.’“
‘Tam da ihtiyaç duyduğumuz şey,” dedi Bobby. “Tanrım!” Odayı bir adımda geçerek Tom’un omzunun üzerinden Herald’ı okumaya başladı. Bir eli, hemen o anda gazeteyi delik deşik etmek istiyormuşçasına tabancasının kabzasındaydı.
‘“Geleneklerimize olan güven ve iyi komşuluk, çekinmeksizin cömertçe herkese gösterdiğimiz sıcaklık, bu sarsıcı duyguların saldırısına uğrayıp günden güne azalıyor, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor [diye yazıyor Wendell Green, olayı iyice dramatize ederek]. Korku, umutsuzluk ve şüphe, küçük büyük her toplumun ruhunu zehirler ve medeniyetle alay edercesine komşuları birbirlerine düşürür.
“‘İki çocuk hunharca katledildi ve bedenlerinin bir kısmı yendi. Şimdi üçüncü bir çocuk kayıp. Sekiz yaşındaki Amy St. Pierre ve yedi yaşındaki Johnny Irkenham, insan kılığındaki bu canavarın çaresiz kurbanları oldular. Ne ergenliğin mutluluğunu, ne de yetişkinliğin doygunluğunu yaşayabilecekler. Kederli anne babalarının coşkuyla bağırlarına basacakları torunları olamayacak. Bölgedeki tüm aileler, Amy ve Johnny’nin arkadaşlarının aileleri gibi çocuklarını evlerinin güvenliği içinde korumaya çalışıyorlar. Sonuç olarak French Kasabası’nda bu yaz çocuklar için düzenlenen tüm etkinlikler iptal edildi.
“‘Irma Freneau’nun Amy St. Pierre’in ölümünden on, Johnny Irkenham’ın ölümündense sadece üç gün sonra kaybolması, halkın sabrının tehlikeli bir şekilde azalmasına yol açtı. Size daha önce iletildiği gibi, elli iki yaşında, halihazırda boşta gezen, belirli bir ikâmet adresi olmayan bir çiftlik işçisi, Merlin Graasheimer salı gecesi geç saatlerde Grainger Caddesi üzerinde kimliği belirlenemeyen bir grup adam tarafından dövülmüş olarak bulundu. Benzer bir olay perşembe sabahı erken saatlerde La Riviere Leif Eriksson Parkı’nda yaşandı. Elvar Praetorious adında, otuz altı yaşında yalnız seyahat eden İsveçli bir turist, parkta uyurken, yine kimliği belirlenemeyen üç adamın saldırısına uğradı. Graasheimer ve Praetorious sadece ayakta tedavi gördüler ama ileride meydana gelecek benzer olayların daha ciddi sonuçlar doğuracağına kuşku yok.”
Tom Lund, Irma Freneau adlı kızın Chase Caddesi’nde aniden kayboluşunu anlatan bir sonraki paragrafa şöyle bir baktı ve masadan uzaklaşıp arkasına yaslandı.
Bobby Dulac sessizce bir süre daha okuduktan sonra, “Şu saçmalığı duymalısın, Tom,” dedi. “Yazıyı şöyle bitirmiş:
“Balıkçı tekrar ne zaman harekete geçecek?
“Tekrar ortaya çıkacağından emin olabilirsiniz, dostlarım.
“Ve French Landing Polis Şefi Dale Gilbertson ne zaman görevini yapıp kasaba sakinlerini Balıkçı’nın vahşetinden ve kendi eylemsizliğine doğal bir tepki olan şiddet olaylarından koruyacak?’“
Bobby Dulac odanın ortasına geldi. Yüzü duyduğu öfkeyle kızarmıştı. Derin bir nefes alıp verdi. “Balıkçı tekrar harekete geçtiğinde Wendell Green’in pörsük kıçını tekmelese nasıl olur?”
“Sana katılıyorum,” dedi Tom Lund. “Bu palavraya inanabiliyor musun? ‘Doğal bir tepki olan şiddet.’ İnsanları şüpheli gördükleri herkesin üzerine saldırmaya teşvik ediyor!”
Bobby işaret parmağını ona doğrulttu. “Bu adamı kendi ellerimle yakalayıp icabına bakacağım. Bu sözümü bir kenara yaz. Ölü ya da diri, icabına bakacağım.” Tom’un söylediklerini tam anlayamamış olması ihtimalini düşünerek ekledi. “Bu işi şahsen halledeceğim.”
Akıllıca bir tercihle aklına ilk gelen sözleri dile getirmemeyi seçen Tom Lund, başını salladı. Bobby’nin işaret parmağı hâlâ üzerine dönüktü. “Yardıma ihtiyacın olursa belki Hollywood ile konuşman iyi olur. Dale o açıdan pek şanslı değildi, ama belki senin şansın yaver gider.”
Bobby elini salladı. “Gerek yok. Dale ve ben... ve elbette sen üçümüz bu işi hallederiz. Ama bu adamın peşine kendim düşeceğim. Bundan emin olabilirsin.” Bir an duraksadı. “Ayrıca Hollywood buraya yerleştiğinde emekliye ayrılmıştı, unuttun mu?”
“Hollywood emekli olmak için çok genç,” dedi Lund. “Polislik yıllarına göre hâlâ bir bebek sayılır. Ve tabii sen de bu durumda ancak bir ceninsin.”
İki adamın kahkahalarını ardımızda bırakarak odadan çıktık ve tekrar havaya yükselerek bir blok kuzeye, Queen Caddesi’ne yöneldik.
Altımızda, birkaç blok doğuda etrafı içinde birkaç meşe ve akçaağaç olan ve budanmaya ihtiyacı varmış gibi duran çalılıklarla sınırlanmış geniş bir bahçeyle çevrelenmiş alçak, eski, büyükçe bir bina vardı. Binanın bir kuruma ait olduğu belliydi. Binanın merkezinden dışa doğru yönelen bloklarda sınıflar ve merkezde de yemek salonu, idare ofisleri olduğu varsayılırsa buraya bir ilkokul demek pek zor olmazdı. Alçalmaya başladığımızda birkaç pencereden George Rathburn’un gürültülü sesinin yayıldığını duyduk. Binanın büyük, cam kapısı açıldı ve kedigözü modeli gözlükleri olan bakımlı bir kadın güneşli bahçeye çıktı. Bir elinde poster, diğerinde yapıştırıcı taşıyordu. Kapıya döndü ve ustaca hareketlerle posteri dış yüzüne astı. Sağ elinin üçüncü parmağındaki yüzüğün üzerindeki fındık boyutundaki taş, güneş ışığı altında parladı.
O biraz geri çekilip yaptığı işi beğeniyle incelerken iyice alçalıp omzu üzerinden postere baktık. Elle çizilmiş neşeli, rengârenk balonlarla çevrili BUGÜN ÇİLEK FESTİVALİ!!!! yazısı gözümüze ilişti. Kadının ardından binaya girdik. Kapının hemen yanında katlanmış duran birkaç tekerlekli sandalye vardı. Kahverengi saçlarını, başının arkasında topuz yapmış olan kadın, yüksek topuklu ayakkabıları cilalı parkeler üzerinde ses çıkararak tekerlekli sandalyelerin, bakımlı görünen lobinin, üstlerinde dergiler bulunan sehpaların, sandalyelerin ve bir danışma masasının önünden geçerek üzerinde WILLIAM MAX-TON, MÜDÜR yazan kapıdan içeri girdi.
Ne biçim bir okuldu burası? Neden ticari bir işletme havasındaydı ve neden temmuz ortasında festival düzenliyordu?
Aslında burayı öğrenim yıllarını çok gerilerde bırakmış insanlar için, hayatlarının son derslerini gördükleri, Bay William “Chipper” Maxton’un ilgisizce yönettiği bir okul olarak tanımlamak yanlış olmazdı. Burası, Chipper’ın babası Herbert Maxton’un kurup bir süre yönettiği, daha masum çağlarında ve makyaj uygulanmamış, seksenli yıllar öncesi ismiyle Maxton Huzurevi, şimdiki ismiyle Maxton Bakım Merkezi’ydi. Herbert, kendi kanından gelen oğlunun yaptıklarını görse şaşkınlığa düşecek, dürüst biriydi. Chipper, bir gün içinde kalanlara “takma diş”, “yaşayan ölü”, “yatak ıslatan”, “salya akıtan” ordusu adını verdiği huzurevinin yönetimine geçmeye hiçbir zaman niyetlenmemişti. La Riviere’deki Wisconsin Üniversitesi’nde muhasebe eğitimi (ve bunun yanında seks, kumar ve bira üzerine ihtisaslara da saatler harcamıştı) gördükten sonra Madison, Wisconsin’deki Ulusal Vergi Bürosu’nda, daha çok, devletten nasıl belli etmeden çalacağını öğrenme niyetiyle çalışmaya başlamıştı. Orada çalıştığı beş yıl boyunca birçok faydalı bilgi edinmişti, ama yaptığı iş, hırsı yanında yetersiz kalınca babasının giderek zayıflayan yakarışlarına teslim olmuş, salya akıtan yaşayan ölülerin başına geçmişti. Pek gösterişli bir iş değildi ama devletten çaldığı gibi burada da müşterilerden çalabilmek, Chipper’a derin bir haz veriyordu.
Cam kapılardan içeri süzüldük ve bu tür kurumlara özgü o hava temizleyici ve amonyak karışımı kokuyu hissederek lobiden geçtik. Dışarıda gördüğümüz bakımlı kadının sabahın bu erken saatinde orada ne yaptığını merak ederek üzerinde Chipper’ın ismi yazılı olan kapıdan içeri girdik.
Kapının hemen ardında, içinde bir çalışma masası, ceket askılığı ve üzerinde bilgisayar çıktıları, broşürler ve el ilanları bulunan bir raf olan camsız bir bölme vardı. Masanın yanındaki kapı açık duruyordu. Aralıktan, cilalı ahşap lambri kaplı duvarlarıyla geniş ofis, içindeki deri koltuklar, şık cam sehpa ve yulaf ezmesi renginde kanepe görülüyordu. Karşıdaki duvarın önünde üzerinde bir yığın kâğıtla, neredeyse ışık saçıyormuş gibi görünen aşırı cilalanmış büyükçe bir çalışma masası vardı.
İsmi Rebecca Vilas olan genç kadın, bu masanın üzerine tüneyerek bacak bacak üstüne atmıştı. Bir diz diğerinin üzerindeydi ve baldırlar, hoş bir kıvrımla biri saat dördü, diğeri altıyı işaret eden yüksek topuklu siyah ayakkabılara doğru inceliyordu. Anlaşıldığı kadarıyla Rebecca Vilas birine hoş görünmek beklentisiyle bu pozu almıştı. Kedigözü modeli gözlüklerinin ardındaki bakışlarında şüphe ve alaycı bir ifade vardı, ama bu duygulara neyin yol açtığını göremiyorduk. Onun Chipper’ın sekreteri olduğunu sanıyorduk ve her sanı gibi bu da içinde yarı gerçeklik barındırıyordu; Hal ve tavrından da anlaşılacağı gibi, Bayan Vilas’ın yaptıkları, sadece bir sekreterin görevleriyle sınırlı değildi (Parmağındaki değerli yüzüğün nereden geldiği hakkında da rahatlıkla bir fikir öne sürebilirdik).
Açık kapıdan içeri süzülünce genç kadının giderek sabırsızlaşan bakışlarının nereye hedeflendiğini gördük. İşvereni, başı ve omuzları içinde kayıt defterleri ve birkaç kahverengi zarfın olduğu genişçe bir kasanın içinde olduğu halde yere diz çökmüştü. Chipper zarfları kasadan alırken birkaç fatura dışarı kaydı.
Adam arkasına dönmeden sordu. “Poster işini hallettin mi?”
“Evet,” dedi Rebecca Vilas. “Ve bu özel günün olması gerektiği gibi muhteşem geçmesi için tüm hazırlıklar da tamam.” İrlanda aksanı biraz banal ama şaşırtıcı derecede iyiydi. Gittiği en egzotik yer, iki yıl önce Chipper ile beş sihirli gün geçirdikleri Atlantic City idi. Aksanı eski filmlerden öğrenmişti.
“Çilek Festivali’nden nefret ediyorum,” dedi Chipper kasadan sonuncu zarfı alırken. “Morukların çocukları ve eşleri tüm öğleden sonra boyunca ortalıkta dolanacaklar ve onları tekrar hayata döndürecekler, sonra da bize onları komaya girecek şekilde sakinleştirmek düşecek. Doğruyu söylemek gerekirse balonlardan nefret ediyorum.” Kasadan çıkardığı bir deste parayı halının üzerine attı ve faturaları ayırmaya başladı.
“Benim asıl merak ettiğim neden bu büyük günde sabahın köründe işte olmam gerektiği.”
“Bir başka nefret ettiğim şey ise lanet olası müzik olayı. Şarkı söyleyen moruklar ve o salak diskjokey. Senfonik Stan ve onun küf kokan kahrolası plakları. Tanrım, ne işkence!”
“Sanırım öyle,” dedi Rebecca İrlanda aksanını bir kenara bırakarak. “O parayla ilgili yapmamı istediğin bir şey var.”
“Miller’a yeni bir ziyaret zamanı.” Altmış beş kilometre uzaklıktaki Miller State Provident Bankası’nda sahte bir isim adına açılmış hesaba, hastalara ekstra bakım ve hizmet vaatleriyle toplanan fondan düzenli bir şekilde nakit aktarımı yapılıyordu. Chipper paraları alarak dizleri üzerinde arkasına döndü ve Rebecca’ya baktı. Sonra ağırlığını topuklarına vererek ellerini kucağına indirdi. “Muhteşem bacakların var. Öyle bacaklar meşhur olmalıydı.”
“Hiç fark etmeyeceksin sanmıştım,” dedi Rebecca.
Chipper Maxton kırk iki yaşındaydı. Düzgün dişleri, hiç dökülmemiş saçları, geniş, samimi bir yüzü ve hep biraz nemliymiş gibi duran kısık, kahverengi gözleri vardı. İki çocuk babasıydı. Trey dokuz yaşındaydı ve yedi yaşındaki Ashley’ye yakın zamanda Konsantrasyon Bozukluğu teşhisi konmuştu. Chipper bu hastalığın sadece ilaç masrafının bile yılda en az iki bin dolara mal olacağını düşünüyordu. Ve elbette hayat arkadaşı, karısı, otuz dokuz yaşında, 1.65 boyunda, neredeyse seksen beş kilo ağırlığındaki Marion. Bu lütufların yanı sıra bir de George Rathburn’un hâlâ bahsettiği önceki akşam oynanan Brewers maçı için girip kaybettiği bahis ve bahisçisine borçlu olduğu on üç bin dolar vardı. Oh evet, Bayan Vilas’ın sütun gibi bacakları vardı ve Chipper onları fark etmişti.
“Miller’a gitmeden önce,” dedi. “Şöyle kanepeye geçip keyfimize baksak diyorum.”
“Ah,” dedi Rebecca. “Aklından tam olarak ne geçiyor?”
Chipper şehvetle sırıttı. “Hızlı bir tarife.”
“Seni romantik şeytan,” dedi genç kadın. Chipper gerçekten de romantik olduğunu düşünüyordu.
Rebecca zarifçe masanın üzerinden aşağı kaydı. Chipper pek zarif olmayan bir hareketle doğruldu ve ayağıyla kasanın kapağını kapattı. Nemli gözleri parlayarak birkaç hızlı ve sarsak adımla Rebecca’nın yanına geldi. Bir eliyle onu belinden tutup kendine çekerken diğer elindeki zarfları masanın üzerine bıraktı. Rebecca’yı kanepeye yöneltirken bir yandan da kemerini açıyordu.
“Onu görebilir miyim?” diye sordu âşığının beynini yulaf lapasına nasıl çevireceğini çok iyi bilen Rebecca...
...ve Chipper onun dediğini yapmadan önce sağduyulu davranarak oradan çıkıp hâlâ boş olan lobiye girdik. Danışma masasının solundaki koridor bizi üzerlerinde PAPATYA ve ÇANÇİÇEĞİ yazan ve binanın iki ayrı bölümüne açılan geniş, camlı kapılara ulaştırdı. Çançiçeği bölümünün gri derinliklerinde, uzakta bol kıyafetli bir adam peşinde pis kokulu, leş gibi bir paspası sürükleyerek, yavaşça ilerliyor ve sigarasının külünü parkeye silkiyordu. Papatya bölümüne girdik.
Maxton’un sakinlere ait yaşam alanları, halka açık olanlardan çok daha donuk ve çirkindi. Üzeri numaralı kapılar koridor boyunca iki tarafta uzanıyordu. Numaraların altındaki plastik bölmelerdeki kartlar üzerine el yazısıyla odada kalan kişinin ismi yazılmıştı. Dört kapı ilerideki masada, beyaz üniforması pek de temiz olmayan iriyarı bir hademe, yüzü bayan ve erkek banyolarına dönük olarak kestiriyordu. Maxton’da lobinin diğer tarafındaki Gardenya bölümündeki en pahalı odalar hariç banyolar sadece birer lavabodan ibaretti. Kirli paspasın izleri, uzunluğunu kestiremediğimiz koridor boyunca kuruyup sertleşmişti. Burada da duvarlar ve hava, grinin aynı tonuna sahipmiş gibi görünüyordu. Duvarların tavanla birleştiği alanlara yakından bakınca örümcek ağları, eski lekeler ve birikmiş kir tabakalarını görebiliyorduk. Çam parfümü, amonyak, idrar ve diğer pis kokular havayı kaplamıştı. Çançiçeği bölümündeki yaşlı bir hanımefendinin söylediği gibi, yaşlı ve altına kaçıran bir grup insanla yaşıyorsanız asla kaka kokusundan uzak kalamazdınız.
Odalar, içlerinde kalanların durumlarına ve kapasitelerine göre farklılık gösteriyordu. Hemen hemen herkes uyuduğuna göre odalardan birkaçına göz atabilirdik. Kestiren görevliden iki kapı sonraki D10’da Alice Weathers, etrafında eski hayatına ait, kapıdan yatağına ulaşmak için sandalyeler ve sehpalar arasından dolaşmasını gerektirecek kadar çok eşyası ile yatıyordu (hafifçe horluyor, rüyasında beyaz mermer bir zeminde Fred Astaire ile müthiş bir uyumla dans ettiğini görüyordu). Alice’in aklı da eski mobilyaları gibi onu terk etmemişti. Bilinci onunlaydı ve odasını kendisi temizler, pırıl pırıl yapmaya gayret ederdi. Bir sonraki kapı olan D12’de, birbirleriyle yıllardır konuşmayan Thorvaldson ve Jesperson adlarında iki eski çiftçi uyuyordu; aralarında yataklarını ayıran, üzerinde aile bireylerinin fotoğrafları ve torunlarının yaptıkları resimler bulunan ince bir perde vardı.
Koridorun sonlarındaki D18, D10’un kalabalık ama temiz ve düzenli görünümüyle tamamen zıt bir görünüme sahipti. Burada kalan ve Charles Burnside adındaki adam ile Alice Weathers da birbirlerinden gece ile gündüz gibi farklıydılar. D18’de sehpalar, küçük sandıklar, yaldızlı aynalar, abajurlar, desenli halılar ya da kadife perdeler yoktu: bu çıplak odada sadece bir yatak, plastik sandalye ve komodin vardı. Ne komodinin üzerinde çocukların ya da torunların fotoğrafları, ne de duvarlarda pastel boyalarla kabaca çizilmiş evlerin ve çöp adamların olduğu neşeli resimler vardı. Temizlik, Bay Burnside’ın umurunda değildi, ince bir toz tabakası yeri, pencere eşiğini ve komodinin çıplak üstünü kaplıyordu. D18’de ne geçmişin, ne de bir kişiliğin izleri vardı: bir hapishane hücresi gibi insanlıktan uzak ve ruhsuz bir odaydı. Kuvvetli bir dışkı kokusu havayı kaplamıştı.
Buraya gelişimizin sebebi, Chipper Maxton’un sunduğu eğlenceye tanık olmak ya da tatlı Alice Weathers ile tanışmak değil, Charles Burnside, yani “Burny” idi.
2
CHİPPER’IN GEÇMİŞİNİ biliyorduk. Alice, Maxton’a ondan önce ölen, iki kocasıyla yaşadığı, beş oğul yetiştirdiği ve dört kuşak boyunca French Landing’in çocuklarına piyano dersleri verdiği (hiçbiri profesyonel piyanist olamamıştı ama her biri onu mutluluk ve şefkatle anardı) Gale Caddesi’nin eski bölümündeki büyük bir evden gelmişti. Alice buraya diğer pek çoğu gibi evlatlarından birinin sürdüğü bir arabanın içinde, isteksizlik ve teslimiyet duygularıyla getirilmişti. Gale Caddesi’nin eski bölümündeki büyük evde tek başına yaşayamayacak kadar yaşlanmıştı; iki yetişkin, evli oğlu vardı, ama asla onlara yük olmak istememişti. Alice Weathers tüm ömrünü French Landing’de geçirmiş ve hiçbir zaman başka bir yerde yaşama isteği duymamıştı. Bu yüzden, hayatının, pek lüks olmayan ama yaşanabilir bir yer olan Maxton’da sona ereceğini uzun zamandır biliyordu. Oğlu Martin ile incelemek ve koşulları öğrenmek için geldikleri gün Maxton sakinlerinin en azından yarısını tanıdığını fark etmişti.
Üzerinde ince bir çarşafla metal yatağının üzerinde yatan uzun boylu, zayıf, yaşlı adam Charles Burnside’ın aklı ne Alice gibi başındaydı, ne de rüyasında Fred Astaire ile dans ediyordu. Geniş, saçsız başındaki gri damarlar, arapsaçına dönmüş teller gibi kaşlarına doğru kıvrılıyor, çengelimsi burnunun iki yanındaki, kuzeye dönük pencereden Maxton’un ilerisindeki ormanlık alana doğru bakan bir çift parlak, kısık göze varıyordu. Papatya bölümünün diğer sakinlerinin aksine Burny uyumuyordu. Gözleri ışıldıyordu. Dudakları garip bir gülümsemeyle kıvrılmıştı, ama bu ayrıntıların hiçbir anlamı yoktu, çünkü Charles Burnside’ın beyni, en azından içinde bulunduğu oda kadar boştu. Burny yıllardır şiddetli bir haz gibi görünen, aslında çok temel bir fiziksel tatminden fazlası olmayan Alzheimer hastasıydı. Odayı saran berbat kokunun kaynağının o olduğunu tahmin edememiş olsaydık, altında yattığı çarşafın üzerindeki lekeler durumu açıkça görmemize yardım ederdi. Biraz önce yatağını azımsanmayacak miktarda pisletmişti ve görebildiğimiz kadarıyla bu durumu zerre kadar umursamıyordu; hayır efendim, utanç, karşımızdaki sahnenin bir parçası değildi.
Burny’nin gerçek dünyayla bağı, -tatlı Alice’in aksine- kesilmişti ama bunun yanında tipik bir Alzheimer hastası da değildi. Bir iki gün boyunca Chipper’ın diğer salya akıtanları gibi bakışlarını yulaf ezmesine dikip anlamsız sözler mırıldandıktan sonra canlanıp tekrar yaşayanların dünyasına dönebilirdi. Böyle zamanlarda, gerektiğinde koridordaki tuvalete kadar gidebilir, gizlice odasından kaçar, saatlerce ortalıkta dolanarak diğerlerine çirkin -hatta saldırgan- bir tavırla bulaşırdı. Dünyayla bağlarının kopuk olmadığı zamanlarda kurnaz, ketum, kaba, rahatsız edici, inatçı, küfürbaz, kötü kalpli ve alıngan olurdu; bir başka deyişle, ki bu deyiş Chipper’a aitti, Maxton’daki diğer yaşlı adamlarla kan kardeş gibiydi. Bazı hemşireler, hastabakıcılar ve görevliler Burny’nin gerçekten Alzheimer hastası olduğundan şüphe ederlerdi. Biraz dinlenerek yeni tatsızlıklar için güç topladığı sırada işlerini daha da zorlaştırarak rol yaptığını, kendini bıraktığını, en basit işleri bile yapmaya tenezzül etmediğini düşünürlerdi. Bu kuşkularından dolayı onları pek suçlayamazdık doğrusu. Eğer yanlış teşhis konmadıysa, Burny muhtemelen uzun süreli iyileşme dönemleri yaşayan tek ileri derece Alzheimer hastasıydı.
1996 yılında, Charles Burnside adıyla tanınan yetmiş sekiz yaşındaki adam, yardımsever bir akraba tarafından değil, bir ambulans şoförü tarafından La Riviere General Hastanesi’nden Maxton’a getirilmişti. Bir sabah, yanında kirli çamaşırlarla dolu iki bavulla acil serviste aniden belirmiş ve bağırarak tedavi talebinde bulunmuştu. İstekleri tutarsız ama anlaşılırdı. Hastaneye gelene kadar uzun süre yürüdüğünü söyleyip kendisiyle ilgilenilmesini istemişti. Mesafe her anlatışında değişiyordu; on beş kilometre, yirmi kilometre, otuz kilometre. Bir anlatışında tarlalarda ve yol kenarlarında uyumuş oluyor bir diğer anlatışında farklı şeyler söylüyordu. Genel durumu ve kokusu, muhtemelen bir haftadır dışarıda başıboş dolaştığını ve açıkta uyuduğunu işaret ediyordu. Bir cüzdanı varsa bile yolculuğu sırasında kaybetmişti. La Riviere General’da onu temizlemişler, karnını doyurup bir yatak vermişler ve gerçek hikâyeyi öğrenmeye çalışmışlardı. Anlattıklarının çoğu, sonunda birbiriyle bağlantısız kelimelere, anlamsız mırıltılara dönüşüyordu. Ellerinde herhangi bir belge yoktu, ama şu bilgiler doğru gibi görünüyordu: Burnside, uzun yıllar boyunca o bölgede başka müteahhitlerle ve kendi başına çalışmış, marangozluk, duvarcılık, sıvacılık yapmıştı. Blair kasabasında yaşayan halası ona bir oda vermişti.
Bu durumda Blair’den La Riviere’e kadar olan yirmi sekiz kilometreyi yürümüş müydü? Hayır, yürümeye başka bir yerden başlamıştı; tam olarak neresi olduğunu hatırlayamadığı, on beş, hayır yirmi kilometre ötede, insanlarının kötü, salak kıç siliciler olduğu bir kasabadan geliyordu. Halasının ismi neydi? Althea Burnside. Halasının adresi ve telefonu neydi? Hiçbir fikri yoktu, hatırla-yamıyordu. Halasının bir işi var mıydı? Evet, tam gün çalışan salak bir kıç siliciydi. Evinde yaşamasına izin vermiş miydi? Kim? Ne izni? Charles Burnside hiç kimsenin iznine ihtiyaç duymaz, canı ne halt isterse yapardı. Halası onu evinden kovmuş muydu? Sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun geri zekâlı piç kurusu?
Nöbetteki doktor, çeşitli testler uygulamış, ilk teşhis olarak Alzheimer kaydı düşmüştü ve sosyal görevli, telefonun başına geçerek halen Blair’de oturan bir Althea Burnside olup olmadığını araştırmaya başlamıştı. Telefon şirketindeki görevli, Blair’de Althea Burnside adına bir kayıt bulunmadığını söylemişti. Ettrick’te, Cochrane’de, Fountain’da, Sparta’da, Onalaska’da, Arden’da, La Riviere’de ve seksen kilometrelik çapı olan yakın bölgedeki hiçbir kasabada bu isme kayıtlı bir telefon yoktu. Araştırma alanını genişleten görevli Kayıt Bürosu’nu, Sosyal Sigorta Bürosu’nu, Motorlu Araç Kayıt Bürosu’nu ve Vergi Dairesi’ni arayarak Charles ve Althea Burnside hakkında bilgi istedi. Araştırma sonucu bulunan iki Althea’dan biri, eyaletin kuzeyinde Butternut isminde bir lokanta sahibi, diğeriyse Milwaukee’de bir kreşte çalışan zenci bir kadındı. İkisinin de La Riviere General’da yatan adamla hiçbir ilgisi yoktu. Diğer Charles Burnsidelar da görevlinin hakkında bilgi aradığı adam değillerdi. Althea hiç var olmamış gibiydi. Görünüşe bakılırsa Charles da hayatı boyunca hiç vergi ödememiş, oy kullanmak için kaydolmamış, sigortalı olmak için başvurmamış, bankada hesap açtırmamış, orduya katılmamış, sürücü ehliyeti almamış ya da eyalete ait tesislerde tatilini geçirmemiş, bulunması zor insanlardan biriydi.
Birkaç telefon görüşmesi sonunda Charles Burnside’ın devletin velayetiyle Whitehall’daki eyalet hastanesinde bir yer boşalıncaya dek geçici olarak Maxton Bakım Merkezi’ne yerleştirilmesine karar verildi. Ambulans, Burnside’ı Maxton’a nakletti ve Chipper, asık suratla onu Papatya bölümüne kapattı. Altı hafta sonra eyalet hastanesindeki koğuşta bir yatağın boşaldığı haberi geldi. Chipper’a telefon, içinde Althea Burnside’ın yeğeni Charles Burnside’ın bakımı için De Pere’deki bir banka hesabından gönderdiği çekin de bulunduğu o günkü postadan hemen birkaç dakika sonra gelmişti. Althea Burnside’ın adresi, De Pere’de bir posta kutusuydu. Eyalet hastanesinden aradıklarında, Chipper onlara sivil hizmet ruhu adına Bay Burnside’ı Maxton Bakım Merkezi’nde misafir etmekten mutluluk duyacaklarını söyledi. Yaşlı adam birdenbire en sevdiği hasta olup çıkmıştı. Burny, Chipper’ın her zamanki dalaverelere başvurmasına gerek bırakmayarak gelir akışına hatırı sayılır bir katkıda bulunmuştu.
Dostları ilə paylaş: |