Sonraki altı yıl boyunca yaşlı adam, Alzheimer’ın acımasız karanlığına daldı. Eğer rol yapıyorsa, muhteşem bir performans sergiliyordu. Önce tuvalet kontrolünü kaybetti, sonra tutarsızlıkları arttı, öfke nöbetleri sıklaştı, hafıza kaybı ciddi boyutlara ulaştı, kendi kendine yemek yiyemez oldu ve en sonunda kişiliğini de kaybederek en dibe çöktü. Önce çocuklaştı, sonra bir bitkiye döndü ve günlerinin çoğunu bir tekerlekli sandalyeye bağlı olarak geçirdi. Chipper harika bir işbirliği gösteren hastasını kaybedeceği için neredeyse yas tutuyordu. Sonra, bu olayların başlamasından önceki yılın yazında inanılmaz bir diriliş gerçekleşti. Burny’nin taş kesilmiş, ifadesiz yüzüne tekrar hareket geldi ve sertçe anlamsız heceler mırıldanmaya başladı. Abbalah! Gorg! Munshun! Gorg! Kendi kendine yemek, bacaklarını çalıştırmak, etrafta dolaşıp çevresini tekrar tanımak istedi. Bir hafta içinde tekrar İngilizce konuşmaya başlamış, ısrarla kendi kıyafetlerini giymek ve banyoya yalnız başına gitmek istediğini söylemişti. Kilo almış, kuvvetlenmiş ve tekrar bir baş belasına dönüşmüştü. Aynı gün içinde sık sık Alzheimer’ın ileri aşamalarındaki cansız bir bunak ve sağlık fışkıran, seksen beşinde güçlü bir adam arasında geçişler yaşıyordu. Burny, Lourdes’a gidip tedavi olmuş, ama tam anlamıyla iyileşemeden tedaviyi yarım bırakmış biri gibiydi. Chipper’a göre bunun nasıl gerçekleştiğinin hiçbir önemi yoktu. Yaşlı budala hayatta olduğu sürece ortalıkta dolaşmış ya da boş bakışlarla, salyası önüne akarak bir tekerlekli sandalyede bağlı kalmış, kimin umurundaydı?
Birkaç adım daha yaklaştık. Dışkı kokusuna aldırmamaya çalışıyorduk. Bu ilginç adamın yüzüne bakarak neler öğrenebileceğimizi merak etmiştik. Kesinlikle güzel bir yüz değildi, cildi gri, avurtları içe göçüktü. Belirgin mavi damarlar bir yağmurkuşu yumurtası gibi benekli, gri kafa derisini sarmıştı. Hafifçe sağa meyilli burnu plastik gibiydi, bu da sahibinin yaydığı sinsi gizemlilik havasına çok uygun düşüyordu. Solucanımsı dudakları huzur kaçıran, yüz buruşturmayı andıran bir gülümsemeyle -bir kundakçının yaktığı binadan yükselen alevleri izlerken yüzünde beliren gülümseme gibi- kıvrılmıştı.
Karşınızdaki gerçekten yalnız bir Amerikalı, yaşlı bir serseri, yıkık dökük odaların, ucuz lokantaların, kırgınlıkla çıkılan amaçsız yolculukların, kapanmaya yüz tuttukça sevgiyle tekrar kanatılan yaraların adamıydı. İşte kendinden önemli bir sebebi olmayan bir casus. Burny’nin asıl adı Carl Bierstone’du. Bu isimle, Chicago’da, yirmili yaşlarının ortalarından kırk altısına dek kentin altını üstüne getirmiş, gizli zevkler uğruna yemediği herze kalmamıştı. Eski kimliği Carl Bierstone, Burny’nin başkalarının hâlâ bu beden içinde hayatta olduğunu bilmelerini göze alamayacağı büyük sırrıydı. Carl Bierstone’un korkunç zevkleri, iğrenç oyuncakları aynı zamanda Burny’ye aitti ve tüm bunları karanlıkta, sadece kendisinin bilebileceği bir yerde saklı tutmalıydı.
Yoksa Chipper’ın mucizesinin yanıtı bu muydu? Carl Bierstone, Burny’nin içinde kaybolduğu Alzheimer batağından sivrilip bir şekilde yüzünü göstermiş, kontrolü eline mi geçirmişti? İnsan ruhu, içinde bazıları çok büyük, bazıları bir süpürge dolabı kadar küçük olan, kimi kilitli, kimi parlak bir ışıkla dolu sonsuz sayıda oda barındırırdı. .Damarları belirgin, kel kafaya, yamuk burna, çalı gibi kaşlara doğru eğilip o ilginç gözleri daha yakından incelemek için dışkı kokusunun kaynağına daha da yaklaştık. Simsiyah gözler, ıslak bir nehir yatağından yansıyan ay ışığı gibi parlıyordu. Gözler rahatsız edici bir şekilde mutlulukla dolu ama bir insana ait değilmiş gibi görünüyor, pek fazla bilgi vermiyordu.
Burny’nin dudakları kıpırdadı. Yüzünün aldığı şekle gülümseme denebilirse hâlâ gülümsüyordu ama. bir şeyler fısıldamaya başlamıştı. Ne diyordu?
...ganlı deliglerinde gözzlerini gabadıyorlar, gorguyla ağlıyorlar, benim zzavallı gayıb bebeglerim... Hayır, hayır, bunun bir yararı yog, değil mi? Ah, maginelere bagınn, evedd, o güzel cog güzel maginelerr, ne hariga bir göründü, güzel magineler, nazzıl da gıvranıp yanıyorlar... Bir delig görüyorum, eved eved! İşde orada, oho cog barlag, argaya gıvrılmış genarların edrafında...
Carl Bierstone yüzeye çıkmaya çalışıyor olabilirdi, ama söylediklerinden bir anlam çıkarmak güçtü. Bize yaşlı adamı neyin heyecanlandırdığına dair bir fikir vereceği umuduyla pırıltılı bakışlarının yönünü takip ettik. Üzerindeki çarşafın aldığı şekilden, tahrik olduğu da anlaşılıyordu. Vücutları Chipper ile aynı anda, aynı şekilde hareket ediyordu, ikisi de uyarılmıştı ama Burny’nin organının sertleşmesinde Rebecca Vilas’ın hiçbir etkisi yoktu. Onu uyaran, pencereden gördükleriydi.
Manzara, Bayan Vilas ile pek kıyaslanamazdı. Başı bir yastık üzerinde hafifçe yükselmiş olan Charles Burnside, pür dikkat bahçe sınırını oluşturan bir sıra akçaağacın ardında kalan geniş ormanlık alana bakıyordu. Gür yapraklı ulu meşe ağaçlan birer kule gibi yükseliyordu. Birkaç huş ağacının gövdesi, ormanın karanlığında mum gibi parlıyordu. Meşelerin yüksekliği ve ağaçların çeşitliliği bize, baktığımız bu bitki örtüsünün bir zamanlar tüm kasabayı kaplayacak kadar büyük bir ormanın geride kalan parçası olduğunu anlatıyordu. Tüm eski ormanların kalıntıları gibi, Maxton’un kuzeyine ve doğusuna doğru genişleyen ağaçlar da neredeyse duyulamayacak kadar kısık etkileyici bir sesle gizemli hikâyeler anlatıyordu. Yeşil örtüsü altında zaman ve dinginlik, kıyım ve ölümü sarıp sarmalıyordu; şiddet, görünmeden, sürekli ilerliyor, asla duraksamayan, buz gibi bir kararlılıkla hareket eden suskun bitki örtüsü tarafından her yönüyle özümseniyordu. Ormanın tabanı, saçılmış, katman katman olmuş, çürümüş milyonlarca kemiği içinde barındırıyor, üzerinde türeyen bitkiler, dehşet izlerini örtüyordu. Ayrı dünyalar, birbirlerinin içinde çalkalanıyor, uçsuz bucaksız, sistematik evrenler yan yana titreşiyor, varlıklarını tahmin edemedikleri komşularına bilmeden bereket ya da felaket getiriyorlardı.
Burny bu ormanı inceleyip içinde gördükleriyle tekrar hayata mı dönüyordu? Ya da hâlâ uykudaydı da Charles Burnside’ın tuhaf gözlerinden bakan aslında Carl Bierstone muydu?
Burny fısıldıyordu. Dilki deliglerinde dilkiler, fare deliglerinde fareler, sırtlanlar boş mideleriyle uluyor, oho aha bu cog cog güzzel dosdlarım, zayıları çoğalıyor, gücüg cocuglar ganayan minig ayagları üzdünde calışıyörr, calışıyorr...
Buna bir son verelim, tamam mı?
Haydi Burny’nin çirkin ağzından uzaklaşalım, bu kadarı yeter de artar bile. Temiz havaya çıkalım ve ormanın üzerinden kuzeye uçalım. Tilki deliklerinde tilkiler, fare deliklerinde fareler olabilir, pekâlâ ama batı Wisconsin’de uluyan sırtlanlar olduğunu hiç sanmıyorduk. Ayrıca sırtlanlar her zaman açtı. Kimse de onlar için üzülmezdi. Diğer canlıların etrafında dolanıp işlerini bitirdiklerinde bıraktıkları artıkları sırıtıp gülerek yağmalayan bir yaratığa üzülmek için fazla yumuşak kalpli olmak gerekirdi. Çatıdan çıkıp doğruca havaya yükseldik.
Maxton’un doğusunda, gür saçlar gibi birbirine dolanmış ağaçlar, 35. karayolundan ayrılan dar, toprak bir yol tarafından bölünene dek birkaç kilometre daha devam ediyordu. Dar yolun ötesinde yüz metre kadar daha ilerliyor, iki caddeden oluşan otuz yıllık bir yerleşim bölgesinde son buluyordu. On ve arka bahçelerinde basketbol potaları, salıncaklar, üç tekerlekli ve iki tekerlekli bisikletler, bulunan gösterişsiz evler Schubert ve Gale caddeleri boyunca sıralanıyordu. Çocuklar yataklarında, uykudaydılar. Rüyalarında pamuk helva, köpek yavruları, maç kazandıran sayı, uzak diyarlara gezi ve daha milyonlarca heyecan verici şey görüyorlardı. Öte yandan endişeli bir uykuya dalmış olan anne babaları, uyanıp Wendell Green’in Herald’ın ön sayfasına yaptığı katkıyı gördüklerinde çok daha fazla endişelenmeye mahkûmdular.
Gözümüze bir şey takıldı; 35. karayolundan ayrılıp ormanlık alanı bölen dar, toprak bir yol. Aslında yoldan ziyade genişçe bir patika demek daha doğru olurdu. Özel bir amaçla yapılmış olduğu anlaşılıyordu, ama hiç kullanışlı görünmüyordu. Yol, ormanın derinliklerine doğru ilerleyip yaklaşık bir kilometre sonra son buluyordu. Niçin, hangi amaçla yapılmıştı? Bulunduğumuz yükseklikten kurşunkalemle titrekçe çizilmiş belli belirsiz bir çizgi gibi görünen (ki ancak bir kartalın gözleriyle seçilebilirdi) yolu açmak için birilerinin hatırı sayılır bir çaba sarf etmiş olduğu belliydi. Ağaçların kesilmesi, köklerinin topraktan sökülmesi ve yolun açılması zahmetli bir işti. Eğer bu işi bir kişi tek başına yaptıysa, aylar boyunca ter dökmüş, yorucu bir tempoyla çalışmış olmalıydı. Ortaya çıkan eserin en büyük özelliği, kendini gizlemesiydi. Öyle ki, dikkatin bir anlık dağılmasıyla gözden kayboluyor, yerini tekrar tespit etmek için çaba göstermek gerekiyordu. Aklımıza cüceler, onların gizli madenleri, bir ejderin saklı altınları ve o iyi korunan hazineye giden, büyüyle korunan bir geçit geldi. Hayır, cüceler, ejderler ve büyüler çok çocukçaydı, ama biraz alçaldığımızda yolun başındaki GİRİLMEZ levhasını gördük. Demek ki sadece özel bile olsa burada gerçekten bir şeyler korunmaya çalışılıyordu.
Levhayı fark ettikten sonra tekrar yolun sonuna doğru baktık. Ağaçların gölgesi altında bir yer, etrafına göre daha karanlık görünüyordu. Karanlığa iyice gömülür gibi duran bu bölge, kendisini etrafındaki ağaçlardan ayıran bir katılığa sahipti. Burny’nin saçmalıklarını taklit ederek kendi kendimize aha 0/70, dedik, ne var burada, bir çeşit duvar mı? Belli bir şekli yokmuş gibiydi. Yolun kıvrıldığı yere vardığımızda çatı olduğunu anladığımız üçgen bir şekil fark ettik. İyice yaklaşana dek de bu koyuluğun, sarkık verandasıyla bir harabeye benzeyen üç katlı, ahşap, garip bir ev olduğunu anlayamadık. Evin uzun zamandır boş olduğu açıktı ve tuhaflığını biraz sindirdikten sonra ilk fark ettiğimiz şey, yabancılara karşı açık bir isteksizlikti. İkinci bir GİRİLMEZ levhası hemen yolun sonuna dikilmiş, evin yaydığı rahatsız edilmeme isteğini vurguluyordu.
Sivri çatı sadece orta bölümün üzerini kaplıyordu. Solda, iki katlı bir uzantı, ağaçlara doğru uzanıyordu. Sağda ev, sonradan eklenmişten çok kendi kendine bitmiş gibi görünen bölümlerle genişliyordu. Kelimenin her iki anlamıyla ev, dengesiz görünüyordu: garip çalışan bir beyin tarafından tasarlanmış ve sonra acımasızca şekle dökülmüş bir eserdi. Kontrol edilmesi zor yapı, soruları saptırıyor, açıklamalara karşı koyuyordu. Zamanın ve hava koşullarının verdiği zarara rağmen evin tuğlalarından, tahtalarından garip, şekilsiz bir kuvvet yayılıyordu. İnziva ve hatta yalnızlık için inşa edildiği açıkça belli olan ev, hâlâ bu hizmeti vermeye istekli görünüyordu.
En garibi, bulunduğumuz yerden evin dışının her noktasının, verandanın, yağmur oluklarının hatta pencerelerinin bile baştan aşağı siyaha boyanmış gibi görünmesiydi. Simsiyah. Ve dünyanın bu saf ve iyi yürekli köşesinde bu mümkün değildi, insanlardan kaçmayı dünyadaki herkesten fazla isteyen biri bile inşa ettiği evi, kendi kendisinin bir gölgesi haline getirmezdi. Yol seviyesine inip biraz daha yaklaştık...
Yeterince ve rahatsız edecek kadar yaklaştığımızda çılgınlığın boyutunun tahmin ettiğimizden de fazla olduğunu anladık. Ev artık siyah değildi ama bir zamanlar siyaha boyanmıştı. Rengin aldığı ton, bize ilk halini biraz haksızca eleştirdiğimiz hissini verdi. Ev, fırtına öncesi bulutların ve kasvetli denizlerin kurşuni gri-siyah rengine bürünmüştü; batık gemi kalıntıları gibi görünüyordu. Siyah, bu su katılmamış cansızlıktan iyiydi.
Bu yakınlarda, French Landing’de ya da çevre kasabalarda yaşayan hiçbir yetişkinin yayılan uyarıya üstün çıkıp 35. karayolundan ayrılan dar yola girip bu eve gelmiş olduğunu sanmıyorduk. Hiç kimse GİRİLMEZ levhasını fark etmemişti. Kara evin varlığından kimsenin haberi yoktu. Ama birkaç çocuğun bu yolu fark edip keşfe çıktığından ve evi bulacak kadar ilerlediklerinden de aynı kesinlikle emin olabilirdik. Evi, anne babalarından farklı bir şekilde görmüşler ve tanık oldukları, dehşetle 35. karayoluna geri koşmalarına sebep olmuştu.
Kara ev, batı Wisconsin’in bu bölgesine bir gökdelen ya da tarihi bir saray gibi yabancı duruyordu. Aslında bu ev, dünyanın hiçbir yerine aitmiş gibi görünmüyordu. Belki sadece “Perili Köşk” ya da “Dehşet Kalesi” adları altında bir eğlence parkında normal görünebilir, orada da ziyaretçileri kaçırtacağı için işletme sahiplerini bir hafta içinde iflas ettirirdi. Yine de özel bir açıdan bu ev bize nehir yatağından başlayıp Chase Caddesi boyunca sıralanan solgun binaları hatırlatıyordu. Yıkık dökük Nelson Oteli’nin, loş tavernanın, ayakkabı dükkânının ve duvarlarında selin bıraktığı izi taşıyan tüm diğer binaların bu ev gibi korkutucu, gerçekdışı, hayaletimsi bir havası vardı.
Gezimizin bu aşamasında, -ve daha sonra meydana gelecek her olayda-bu garip gerçekdışılık hissinin sınır bölgelerine has bir özellik olduğunu aklımızda bulundurmamız iyi olacaktı. Özel bir bölgenin bir diğeriyle birleştiği her yerde, sınırın önem derecesi fark etmeksizin bu his vardı. Sınır bölgeleri, diğerlerinden farklıydı. Onlarda bir geçiş havası vardı.
Diyelim ki yaşadığınız eyaletteki Oostlerle Kasabası’nın yarı kırsal bölgesinde arabada, yoldasınız ve yakın zamanda boşanmış, aniden -size göre aynı zamanda akılsızca davranarak- küçük bir kasabaya yerleşmiş karşı cinsten bir arkadaşınızı ziyarete gidiyorsunuz. Hemen yanınızdaki koltukta duran ve içinde iki şişe beyaz Bordeaux şarabı olan piknik sepetinin üzerine, bulunduğunuz bölgeyi gösteren harita özenli bir şekilde yayılmış ve kenarlarına sepetin içinden çıkarılan özel kaplarında birkaç parça yiyecek ağırlık olarak konmuş. Tam olarak hangi noktada olduğunuzu bilmiyorsunuz ama doğru yolda olduğunuzun bilincinde, keyifle yol alıyorsunuz.
İlerledikçe çevreniz değişiyor. Yol var olmayan bir tepeciğin kenarından kıvrılıyor ve açıklanamayacak bir şekilde kıvrılmaya devam ederek ilerliyor, iki yanındaki ağaçlar bükülüyor, birbirlerine geçmiş dallarının ardından görünen seyrek evler giderek uzaklaşıp daha eski, daha küçük görünüyor. İleride, hendekten üç bacaklı bir köpek fırlıyor ve arabanın sağ ön tekerleği yanında hırlayarak koşuyor. Hasır şapka takmış ve üzerinde kefene benzer bir giysiyle kırmızı gözlü bir kocakarı verandadaki sallanan sandalyesinde oturuyor. Biraz ötesinde, üzerinde kirli, pembe bir tül ve başında teneke bir taçla küçük bir kız, elindeki ucu yıldız biçimli değneği alevler içindeki bir grup lastiğe doğru tutuyor. Ve sonra üzerinde ORELOST KASABASI’NA HOŞ GELDİNİZ yazılı dikdörtgen tabela görüş alanınızda beliriyor. Kısa bir süre sonra ağaçlar doğruluyor ve yol tekrar düzeliyor. Yok olana dek varlığından habersiz olduğunuz huzursuzluk sizi terk ediyor ve hızınızı arttırarak size ihtiyaç duyan arkadaşınıza doğru yolunuza devam ediyorsunuz.
Sınır bölgelerinde bir belirsizlik ve çarpıklık tadı vardır. Gariplikler, bilinmezlikler ve kanunsuz varlıklar sınır bölgelerinde kök salmış, hüküm sürmektedir. Bu bölgelerdeki en belirgin tat, uğursuzluktur. Ve içinde bulunduğumuz muhteşem doğal güzellik aslında, büyük bir nehir ve daha küçükleriyle, büyük buzultaşlarla, kireçtaşı uçurumlarla ve kara ev gibi karşı karşıya kaldığınız ana dek göremediğiniz vadilerle çevrelenmiş bir sınır bölgesiydi.
Hiç boş sokaklarda bir alışveriş arabası süren, eski püskü giysiler içinde anlamsızca bağırıp çağıran öfkeli, yaşlı bir evsiz gördünüz mü? Bazen başında bir beysbol şapkası vardır bazen de tek camı çatlak güneş gözlükleri.
Hiç dehşet içinde bir kapı eşiğine gizlenip asker tipli, yüzünün bir tarafında şimşeğe benzer, yara izi olan bir adamın sarhoş bir sokak çetesinin arasına dalışını izlediniz mi? Yerde bacakları açık, cepleri tersine dönmüş, başı ezilmiş ölü bir oğlan çocuğunun yattığını gördünüz mü? Adamın yaralı yüzünde parlayan öfke ve acıma ifadelerini fark ettiniz mi?
Bunlar uğursuzluk işaretleridir.
Bir başka işaret altımızda, French Landing’in sınırları içinde gizliydi ve etrafını saran dehşet ve kedere rağmen bu işarete tanıklık etmekten başka seçeneğimiz yoktu. Tanık olmakla, onu kapasitemiz ölçüsünde onurlandıracak-tık. O ise, dilsiz gözlerimize görünmenin karşılığını bize çok daha fazlasını vererek ödeyecekti.
Tekrar havadaydık ve French Kasabası, altımızda topografik bir harita gibi yayılıyordu. Biraz daha güçlenmiş olan sabah güneşi yeşil, dikdörtgen tarlalar ve ahırların çatılarındaki paratonerler üzerinde parlıyordu. Yollar temiz görünüyordu. Tarlaların kenarlarından kasabaya doğru ilerleyen birkaç arabanın üstü, erimiş ışık havuzları gibi parlıyordu. Holsteins cinsi inekler, midelerinin dolması ve süt sağma makineleriyle olan randevuları için sabırsızlanıyor-muşçasına ağılların kapılarını dürtüyorlardı.
Bize uğursuzluğun mükemmel bir örneğini sergileyen kara evden güvenli bir uzaklıkta, On Birinci Cadde’yi geçerek doğuya, 35. karayolunun tarlalara varışından önceki, birkaç ev ve küçük işyerinin bulunduğu bölgeye doğru süzüldük. 7-Eleven’ı, daha hayat bulmasına kırk beş dakika olan dükkânları ardımızda bıraktık. Yolun gerisindeki evlerden birinde, bir Kaliforniya hapishanesinde, mahkûm olduğu ömür boyu hapis cezasını çeken kötü kalpli ve aptal bir adam olan Thomberg Kinderling’in eşi Wanda Kinderling gözlerini açtı, yatağın başucundaki votka şişesinin doluluk seviyesine baktı ve kahvaltıyı bir saat ertelemeye karar verdi. Elli metre ileride, önünde bir ordu düzeninde dizilmiş pırıl pırıl traktörlerin bulunduğu, dev bir cam ve çelik yığını, Ted Goltz’un sahip olduğu çiftlik araçları satan, çok yakında tanışacağımız dürüst ve endişeli bir eş ve baba, Fred Marshall’ın çalıştığı French Kasabası Çiftlik Araçları’nın binası vardı.
Camlı büyük binanın ve arkasındaki geniş, asfalt park yerinin ötesinde, yaklaşık bir kilometre boyunca ilerleyen taşlı bir tarla ve onun da ötesinde dikenli çalılıkların bulunduğu çıplak toprak vardı. Onları ardımızda bırakıp esas hedefimize yöneldik. Çürüyen bir atık kümesi gibi görünen yıkık dökük bir bina ve antika bir benzin pompası. Alçaldık. Ahşap, köhne bina her an çökecekmiş gibi görünüyordu. Önünde, üzerinde kurşun delikleriyle eski, teneke bir Coca-Cola tabelası vardı. Boş bira kutuları ve kâğıtları soyulmuş eski izmaritler orada burada göze çarpıyordu. Binanın içinden dışarı, şiddeti hiç azalmayan, uyku veren bir sinek vızıltısı taşıyordu. Kendimizi temiz havaya vurmak, oradan uzaklaşmak istedik. Kara ev çok kötüydü; hatta korkunçtu. Ama bu... bu daha da beter olacaktı.
Uğursuzluğun bir başka tanımı: işlerin kötü gittiğine veya çok yakında kötüleşeceğine dair duyulan his.
Önümüzdeki köhne bina, bir zamanlar Ed’in Abur Cuburları Yeri adıyla, komik denecek kadar kötü işletilen ve sağlıksız bir ortamda hizmet sunan bir kafeteryaydı. Bir zamanlar burada yüz seksen kiloluk bir yağ tulumu olan Ed Gilbertson, üzeri karmakarışık bir tezgâhın ardından, çoğunluğu bisikletleriyle gelmiş o yörenin çocukları olan müşterilerine yağlı, fazla pişmiş hamburgerler, üzerlerinde siyah parmak izleri bulunan salamlı mayonezli sandviçler ve külahlarında eriyen dondurmalar sunardı. Uzun zaman önce diğer dünyaya göç etmiş olan Ed Gilbertson, kıt akıllı, hantal ama iyi yürekli bir adamdı ve French Landing’in Polis Şefi Dale Gilbertson’un birçok amcasından biriydi. Tanımlanamaz pisliklerle kaplı önlüğü, elleri, tırnak içleri ve kediler tarafından temizlenmiş olmaları muhtemel mutfak gereçleri, gören her sağlık müfettişini kusma raddesine getirebilirdi.’ Tezgâhın hemen ardındaki tekneler içindeki dondurmalar, kırıntılarla dolu ızgaraya çok yakın olduğu için sürekli erirdi. Tavanda, üzerindeki binlerce sinek cesedi yüzünden artık görünmez hale gelmiş yapışkan sinek kapan kâğıtlar asılıydı. Pek hoş olmayan gerçek şuydu: yıllar boyunca Ed’in Abur Cuburları’nda, yerde, tezgâhta, ızgarada, -belki de Ed’in üzerinde-, spatulada, çatallarda, yıkanmayan dondurma kaşığında çeşitli mikrop ve bakteriler konuşlanıp nesiller boyu üremişler ve korkunç yiyeceklere geçip çocukların ve bazen de annelerin ağızlarından midelerine girmişlerdi.
Şaşırtıcıydı ama Ed’in yemekleri hiç kimsenin ölümüne sebebiyet vermemişti. Sonunda sinek kapan yapışkan kâğıtların yerlerine yenilerini asmaya niyetlendiği sırada, çıktığı taburenin üzerinde kalp krizi geçirip ölen Ed’in ardından hiç kimse oraya gelip döküntüleri toparlamaya yeltenmemiş, daha doğrusu buna cesaret edememişti. Sonraki yirmi beş yıl boyunca karanlığın kalkanı altında çürüyen bu harap bina, kuytu bir yer arayan ve gidecek başka bir yeri olmayan romantik çiftlerin ya da kafayı çekip ilk sarhoşluğunu tatma özgürlüğünü yaşamak isteyen gençlerin ara sıra ziyaret ettiği bir yer olmuştu.
İçerden taşan vızıltılar bize az sonra tanık olacaklarımızın ne sevişen bir çift, ne de sızmış gençler olduğunu anlatıyordu. Yoldan duyulmayan bu yumuşak, açgözlü vızıltı olağanüstü bir şeyin varlığını ilan ediyordu. Bunun bir çeşit geçit kapısını temsil ettiğini söyleyebilirdik.
İçeri girdik. Doğuya bakan duvarın tahtaları arasından ve yıpranmış çatıdan içeri yumuşak gün ışığı sızıyor, düzensiz yer üzerinde aydınlık şeritler oluşturuyordu. Tüyler ve toz zerrecikleri; hayvan izleri ve uzun zaman önce bırakılmış belli belirsiz ayakkabı izleri üzerinde havada, dönerek uçuşuyordu. Solumuzdaki duvarın önünde, tortop olmuş küflü eski ordu artığı battaniyeler vardı; yaklaşık bir metre ileride boş bira kutuları ve ezilmiş izmaritler, camı kırık bir gaz lambasının etrafında kümelenmişti. Ilık gün ışığı huzmeleri, Ed’in çekici tezgâhından, eskiden fırının, lavabonun ve saklama raflarının bulunduğu odaya doğru geniş bir yay çizen taze ayak izlerinin üzerine düşüyordu, izler, bir zamanlar Ed’in kutsal bölgesi olan bu odada kayboluyordu. Yerdeki toz ve döküntüler, acımasız hareketlerin etkisiyle dağılmıştı ve eski bir ordu battaniyesi olmasını dilediğimiz ama olmadığını bildiğimiz, yarısı karanlıkta, yarısı aydınlıkta kalan yığın, düzensizce gerideki duvarın önünde, yapışkan bir sıvının içinde yatıyordu. Sinekler çılgın gibi bu koyu renkli havuz üzerinde uçuşup yığının üzerine konuyorlardı. Uzak köşede, pas rengi dik tüylü bir kırma, pençeleri arasındaki beyaz nesneden taşan kemikli et parçasını dişliyordu. Beyaz nesne bir spor ayakkabıydı. Tam olarak söylemek gerekirse New Balance marka bir koşu ayakkabısı. Daha da açık olmak gerekirse bir çocuğa ait 36 numara bir New Balance koşu ayakkabısı.
Uçarak oradan def olup gitmek istiyorduk. Üzerinde karşı koyacak bir tavanın bulunmadığı uçsuz bucaksız maviliğe yükselip temiz havayı içimize çekmeyi diliyorduk ama yapamazdık, kalıp tanıklık etmemiz gerekiyordu. Çirkin bir köpek, beyaz, New Balance marka ayakkabının içinden çıkarmak için her tür çabayı sarf ederek bir çocuğun kopmuş ayağını didikliyordu. Bir deri bir kemik sırtı bükülüyor, esniyor, sık tüylü omuzları ve dar başı yükselip alçalarak ön ayakları arasında tuttuğu ödülünü inatçı kabından çıkarmaya uğraşıyor, çekiştiriyor, ama ayakkabının bağcıkları düğümlü olduğu için hedefine ulaşamıyordu. Çirkin hayvan için ne yazık.
Üzerinde uçuşan toz ve tüylerle uzak duvarın dibinde yatan, ordu artığı bir battaniye olmayan solgun kütle, yüzü tavana dönük olarak, üst kısmı koyu renk havuzun dışında dümdüz yatıyordu. Bir kolu gevşekçe yerdeki döküntülerin arasına uzanmış, diğeri arkasındaki duvarı işaret ediyordu. İki elin parmakları da avucuna doğru kıvrılmıştı. Düz, kızıl sarı renkte saçlar, ufak yüzünü yumuşakça çevreliyordu. Eğer gözlerde ve ağızda bir ifade varsa bunun hafif bir şaşkınlık olduğu söylenebilirdi. Bu yapıdan kaynaklanan bir rastlantıydı; bir anlamı yoktu, çocuğun yüz hatları, uyurken bile suratında hafif bir şaşkınlık ifadesi varmış gibi görünmesine sebep oluyordu. Elmacık kemikleri, şakağı ve boynunda mürekkep lekeleri gibi morluklar vardı. Üzerinde Milwaukee Brewers logosu bulunan, kir ve kuru kan lekeleriyle kaplı beyaz tişört, vücudunu boynundan göbeğine dek örtüyordu. Bedeninin kanlı bölgeler hariç duman rengi gibi solgun alt kısmı, üzerinde telaşlı sineklerin uçuşup vızıldadığı koyu renk havuzda yatıyordu. İnce, çıplak sol bacağı kabuk tutmuş yaralı diziyle birleşiyor, ucu tavana bakan, kan lekeleriyle kaplı, bağcıkları çift düğümlü, 36 numara New Balance koşu ayakkabı içindeki küçük ayağında son buluyordu. Diğer bacağının olması gereken yerde bir boşluk vardı. Sağ kalçası aniden kesilerek kanlı bir çıkıntıda son buluyordu.
Karşımızdaki, Balıkçı’nın üçüncü kurbanı, on yaşındaki Irma Freneau’ydu. Önceki gün öğleden sonra video dükkânının önündeki kaldırımdan aniden kayboluşu üzerine yükselen şok dalgaları, bir gün sonra Dale Gilbertson’un cesedi bulmasıyla iyice yayılıp artacaktı.
Dostları ilə paylaş: |