Atlıkarıncanın renkli ışıkları, Santa Monica rıhtımında olu yatan zenci adamın kel kafasından yansıyordu...
Sen değil. Hayır, sen olamazsın. Kapıyı istediğin kadar çal, ama içeri giremezsin.
Kanatlar, kollar, pençeler çılgınca hareketlerini kesmişler, içindeki yaratık biraz olsun durulmuştu. Jack, Yasak Hareketi savuşturduktan sonra gözlerini açabilmişti. Aradan geçen sürenin uzunluğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Angelo Leone’nin on beş santim uzaklıktaki kırışmış alnı, karanlık bakışlı gözleri ve yırtıcı ağzı karşısında belirmiş, tüm görüş alanını kaplamıştı.
“Burada hâlâ ne yaptığımızı söyler misin? Durumu gözden mi geçiriyoruz?”
“Keşke şu salak çalmayı kesip gitarını kutusuna geri koysa.”
Ve bu, akşamın en garip anlarından biri olmuştu.
“Ne gitarı? Ben gitar falan duymuyorum.”
Jack o anda kendisinin de duymadığını fark etmişti.
Her mantıklı insan böyle bir deneyimi aklından uzaklaştırmaya çalışmaz mıydı? Bilincinin gerisindeki derinliklere gömmeyi, yok edip kurtulmayı denemez miydi? Bunun gibi bir deneyim, ne bir işe yarardı, ne de kullanılabilirdi, o; halde durmasına ne gerek vardı? Rıhtımdaki olayın hiçbir anlamı yoktu. Ne kendisinden öte bir şeyle bağlantısı vardı, ne de bir başka yere ulaşılmasını sağlayan bir ipucuydu. Tam anlamıysa yararsız, etkisiz, önemsiz bir olaydı. Ortaya çıkardığı bir sonuç yoktu. Jack, sevgilisi tarafından terk edilişinin ardından bir süre için dengesini kaybetmiş, mantıksızca davranmış, yolundan saparak bir başka bölümün yetki ve sorumluluğu altındaki soruşturma alanına girmişti. Olanlar, sadece utanç verici bir hatadan ibaretti.
Elli altı gün ve on bir saat sonra, harika çocuk, şefinin ofisine süzülmüş, rozetiyle silahını usulca cilalı masanın üzerine bırakmış ve şefini hayrete düşüren bir talepte bulunarak, hemen emekliliğini istemişti. Dedektif Leone ile Santa Monica rıhtımındaki karşılaşmasından habersiz olan şefi, parlak ışıklar saçarak hareketsiz duran atlıkarıncanın önünde yatan ölü zenci adamın teğmenin kararındaki olası etkisini sorgulayamamıştı; sorsaydı, Jack ona saçmaladığını söylerdi.
Oraya dönme, dedi kendi kendine ve sonra da bu sözüne uyma başarısını gösterebildi. Sadece ara sıra, isteği dışında gözlerinin önünde dişleri fırlak, tahtadan bir midillinin geriye savrulmuş başı, Angelo Leone’nin öfkeyle çarpılış suratı ve her anlamda sahnenin merkezini kaplayan, kesinlikle tanık olunmaması gereken zenci adamın cesedi gibi ani görüntüler beliriyordu... şimşek çakması gibi beliren bu sahneleri hemen aklından uzaklaştırıyordu. Sanki sihirli bir hareketti. Büyü yapıyor gibiydi; iyi büyü. Görüntüleri bu şekilde uzaklaştırmasının bir tür kendini koruma mekanizmasının parçası olduğunu çok iyi biliyordu ve bu koruyucu büyüyü yapmaya ihtiyaç duymasının sebebini keşfetmediği sürece bu şekilde devam etmesinde bir mahzur yoktu. Sorgulanamaz otoritesiyle John Wayne’in söylediği gibi, omlet yapmak istiyorsa yumurtaları çırpmalıydı.
Jack Sawyer’ın aklı, başka sorunlarla meşguldü. “Polis” kelimesini bebek gibi telaffuz eden kulağına saçma sapan öneriler fısıldayan hayali sesle ilgilenmiyordu. Sihirli bir dokunuşla ortadan yok etmeyi dilediği bu sorunlar, uzaklaşıp kaybolmaya inatla karşı koyuyorlar, yok olmak bir yana, kaçacak yer bırakmamacasına, bir eşekarısı sürüsü gibi etrafını sarıyorlardı.
Tüm bunların ışığında, bizim Jack’in şu ara pek iyi olduğunu söyleyemezdik. Saati kontrol ediyor ve gözlerini elinde tuttuğu kâsenin içindeki yumurtalara dikmiş, bakıyordu. Bir terslik olduğunu seziyordu ama ne olduğunu bilmiyordu. Yumurtalar için mantıklı bir açıklama imkânsız görünüyordu. Ve yumurtalar, durumun en önemsiz parçasıydı. La Riviere Herald’ın ön sayfasındaki başlık, gazetenin kâğıdından ayrılıp havada ona doğru süzülüyor gibiydi. BALİKÇİ HÂLÂ FRENCH LANDİNG’DE... Hayır, bu kadarı yeterdi, şu Balıkçı meselesini ortaya çıkaranın kendisi olduğunun bilinci ve bunun omuzlarına eklediği ağır yükün altında ezilerek başını diğer tarafa çevirdi.
Bu iş midesini bulandırıyordu. İki ölü çocuk, kayıp ve büyük ihtimalle katledilen küçük kız, Freneau, cesetlerin bazı parçalarının yenmiş olması, Albert Fish’e özenen ve onu taklit eden kaçığın teki... Dale ısrarla onu bilgi bombardımanına tutmuştu. Ayrıntılar, birer virüs gibi Jack’in sistemine giriyordu. Ne kadar fazla bilgi öğrenirse -ki kesinlikle olayların dışında kalmayı isteyen biri için o ana dek öğrendikleri çok fazlaydı-, kanında dolaşan zehir artıyor, algılamasını çarpıtıyordu. Norway Vadisi’ne gelip yerleşmesinin sebebi, aniden termal basınç altında sıvılaşıyormuşçasına güvenilmez ve bükülgen bir hale gelmeye başlayan bir dünyadan kaçmaktı. Los Angeles’taki son ayında termal basınç, tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştı. Vücut bulmakla tehdit eden tuhaf olasılıklar, karanlık pencerelerden ve binaların aralarındaki boşluklardan fırsat kollayan gözlerle bakıyorlardı. Tatil günlerinde, akciğerleri yırtılıyormuşçasına nefes nefese kalıyor, boğulacakmış hissiyle midesi bulanarak kusma noktasına geliyordu; bu yüzden durup dinlenmeksizin çalışıyor, her zaman-kinden fazla olayı açıklığa kavuşturuyordu. (İşinin benliğini ele geçirmeye başladığını hissedince, harika çocuk emekliliğini istemişti. Bu nedenle şaşkına dönen şefini suçlayamazdık.)
Kaçarcasına, taşradaki bu gizli köşeye, sığınağına, sarı bir çayırın kenarındaki cennetine, tehdit ve çılgınlıklar dünyasından soyutlanmış. French Landing’den otuz kilometre uzaklıktaki, Norway Vadisi yoluyla arasında belli bir mesafe bulunan bu muhteşem yere gelmişti. Ama araya koyduğu tüm bu mesafeler, var oluş amaçlarını yerine getirmekte başarısız olmuşlardı. Kaçmaya çalıştıkları, burada sığındığı kalesinde de etrafını sarmaya başlamıştı. Eğer olayların merkezine kendisini koyarak varsayımlarda bulunacak olursa, üç yıl önce kaçıp ardında bıraktıklarının, tüm bu süre boyunca izini sürüp onu buraya kadar takip ettiklerini düşünebilirdi.
Kaliforniya’dayken görevinin acımasız güçlüğü onu boğacak raddeye gelmişti; ve şimdi de batı Wisconsin’deki karışıklıkları bir kol boyu uzağında tutması gerekiyordu. Bazı geceler, geç saatlerde içindeki küçük, zehirli sesin sözleri beyninde yankılanarak uyanırdı. Artık polislik yok, yapmayacağım, çok yakın, fazla yakın. Jack Sawyer neyin çok yakın olduğunu düşünmemekte direniyordu. Beyninde yankılanan bu sesler de zehirden uzak durması gerektiğinin bir işaretiydi.
Bunun Dale için hiç iyi bir haber olmadığını biliyor ve hem soruşturmaya katılıp yardım edemeyecek durumda olduğu için, hem de arkadaşına reddediş sebebini açıklayamadığı için üzüntü duyuyordu. Dale, tam anlamıyla topun ağzındaydı. Çok iyi bir polis şefiydi, hatta French Landing gibi bir yer için fazla iyi olduğu bile söylenebilirdi, ama kartlarını doğru oynamamış, eyalet polisinin hazırladığı tuzağa düşmüştü. Eyalet polisine bağlı dedektifler Brown ve Black, yerel polis teşkilatına saygı kisvesi altında sorumluluklarını bırakıp bir kenara çekilmişler, kendisine iyilik yapıldığını, saygı gördüğünü sanan Dale Gilbertson’un ilmiği kendi boynuna geçirmesine izin vermişlerdi. Berbat bir durumdu. Ama Dale, başında siyah bir torbayla idam sehpasında durduğunu çok geç fark etmişti. Eğer Balıkçı bir çocuğu daha katledecek olursa... eh, Jack bu sebeple ne kadar üzüntü duyduğunu belirtir, saygılarını sunardı. Maalesef o an için bir mucize gerçekleştirmesi mümkün değildi, Aklını meşgul eden, ilgilenmesi gereken, çok önemli sorunları vardı.
Örneğin kırmızı kuş tüyleri. Küçük tüyler. Küçük, kırmızı tüyler, cinayetlerin basarnasından bir aY öncesinden beri Jack’in aklını işgal ediyordu ve ne kadar uğraşırsa uğraşsın onları diğer görüntülere yaptığı gibi sihirli bir numarayla uzaklaştıramıyordu. Bir sabah, yatağından kalmış, kahvaltı hazırlamak üzere merdivenlerden aşağı inerken bir bebeğin parmağından birazcık küçük, tek bir kırmızı tüyün, eğimli tavandan tırabzanlara doğru süzüldüğünü görür gibi olmuştu. Onun ardından, iki üç tüy daha belirmiş, suratına doğru süzülmüştü. Sıvanın bir kısmı, bir gözün kırpılması gibi aralanmış, kırmızı tüy yığını bir pipetin içinden üfleniyormuşçasına tavandan savrulup havayı doldurmuştu. Göğsü, başı, kolları bir tüy yığınının, bir tüy kasırgasının ortasında kalmıştı.
Ama bu...
Hiç gerçekleşmemişti.
Olan, başka bir şeydi ve bunu kavraması birkaç dakikasını almıştı. Serseri bir beyin hücresi yanlış bir hareket yapmış olmalıydı. Zihinsel bir alıcı, bir anda yanlış kimyasalın etkisinde kalmış ya da doğru kimyasalın dozu fazla gelmişti. Geceleri, uykudaki görüntüleri meydana getiren mekanizma yanlış bir sinyalle, yeri ve zamanı olmadığı halde harekete geçerek ortaya bir gündüz rüyası çıkmasına sebep olmuştu. Gündüz rüyası, bir halüsinasyonu andırıyordu ama halüsinasyonlar, beyni süngere dönmüş alkolikler, uyuşturucu bağımlıları ve ruh hastaları, özellikle de Jack’in polislik yaşamı boyunca birçok vakada karşısına çıkan paranoyak şizofrenler tarafından yaşanırdı. Jack, sonuncusu da dahil olmak üzere bu kategorilerin hiçbirine girmiyordu. Paranoyak şizofren ya da başka tür bir ruh hastası olmadığını biliyordu. Jack Sawyer’ın deli olduğunu düşünüyorsanız asıl siz delirmişsiniz demektir. Akıl sağlığına, tam, en azından yüzde 99 güveni vardı.
Hayal görmeye yatkın bir yapısı olmadığına göre gördüğü uçan kırmızı tüyler, bir gündüz rüyasının parçası olmalıydı. Bunun haricindeki tek açıklama, içinde gerçek barındırandı ve tüylerin gerçekle hiçbir bağlantısı yoktu. Böyle şeyler başımıza geliyor olsaydı nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk?
George Rathburn’un gürlemesi aniden mutfağı kapladı. “Bunu söylemek bana gerçekten acı veriyor, çünkü Brewers’i seviyorum, bunu biliyorsunuz, ama bazen öyle.zamanlar gelir ki sevgi, dişlerini sıkarak acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalır örneğin, takımdaki atıcıların acınacak haline bir bakın. Bud Selig, hey BU-UD, burası Houston. Sana zahmet, dünyaya geri döner misin, lütfen? Kör bir adam bile bu MIZMIZ, ZAVALLI, APTALLAR sürüsünden daha iyi ATIŞ YAPAR!”
Sevgili Henry. Henry, George Rathburn karakterini öyle iyi canlandırırdı ki sesini duyduğunuz tipi, koltukaltlarındaki ter lekelerine dek gözünüzün önünde canlandırabilirdiniz. Ama Jack’e göre, Henry’nin en başarılı karakteri, süper karizmatik, umursamaz, otoriter, eğer havası yerindeyse size Lester Young’ın “Shoe Shine Boy”* ve “Lady Be Good”** adlı şarkıların kaydını yaparken giydiği çorapların rengini söyleyebilecek ya da çok ünlü, ama uzun yıllar önce kapısına kilit vurmuş bir düzine caz kulübünün iç dekorasyonunu ayrıntılarıyla anlatabilen Henry Shake idi (Arabistan Şeyhi, Shake).
...Bill Evans Üçlüsü’nün bir Pazar, Village Vanguard’da fısıldadığı çok havalı, çok güzel, çok simpâtico müziğe geçmeden önce beyin gözümüze duyduğumuz saygıyı ortaya koyalım. Beyin gözünü, hayal gücünün gözünü onurlandıralım. New York kentindeki, Greenwich Village’da sıcak bir temmuz günü, öğleden sonranın akşama dönen saatleri. Güneşin altında parlayan Yedinci Cadde üzerindeki Vanguard’ın önündeki tentenin gölgesi altına süzülüyor, beyaz bir kapıyı açıyor, dar merdivenlerden inerek büyük bir yeraltı mağarasına varıyoruz. Müzisyenler sahnedeki yerlerini alıyorlar. Bili Evans, piyanonun başına geçiyor ve dinleyicileri başıyla selamlıyor. Scott LaFaro, bas gitarına sarılıyor. Paul Motian yerini alıyor. Evans başını eğiyor, eğiyor ve parmaklarını tuşların üzerine yerleştiriyor. Orada bulunma ayrıcalığına sahip olanlar için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
1961 yılının yirmi beş temmuz günü Bili Evans Üçlü’sünün Village Vanguard’daki konserinden, “My Foolish Heart”*** adlı şarkıyı dinliyorsunuz. Ben sunucunuz Henry Shake - Arabistan Şeyhi Shake.
Jack gülümseyerek elindeki kâsedeki çırpılmış yumurtaları tavaya boşalttı, çatalla bir iki kez karıştırdıktan sonra ateşi biraz kıstı. O an, kahve yapmadığını hatırladı. Kahvenin canı cehenneme. Son ihtiyaç duyduğu şeydi kahve, onun yerine pekâlâ portakal suyu içebilirdi. Ekmek kızartma makinesine bir göz atınca ekmekleri içine yerleştirmeyi unutmuş olduğunu anladı. Kızarmış ekmek ona ne kadar lazımdı? Olması şart mıydı? Tereyağını düşünün, damarlarında onu mahvetmek için pusuda bekleyen kolesterolü düşünün. Omlet de bu riski taşıyordu; aslında içinde çok fazla yumurta kırdığına dair bir his vardı. Neden omlet yapmaya karar verdiğini hatırlayamıyordu. Çok nadir olarak yerdi omleti. Aslında, yumurta alışının tek sebebi, buzdolabının kapağının iç kısmında, üstte duran iki sıra yumurta koyma rafının içinde uyandırdığı zorunluluk hissiydi. İnsanların yumurta alması gerekmiyorsa niçin buzdolaplarında öyle raflar koyarlardı ki?
Tavadaki yumurtanın sertleşmeye başlayan ama hâlâ çoğunlukla çiğ olan kenarlarını eline aldığı spatulayla dürttü, kıyılmış mantarlarla soğanları söyle bir karıştırdıktan sonra tavanın muhteviyatını bir ucundan kaldırıp ikiye katladı. Pekâlâ. Tamam.. Fena görünmüyordu. Daha önünde istediği gibi geçirebileceği kırk bomboş dakika vardı. Her şeye rağmen günlük hayatına başarıyla devam ediyor gibi görünüyordu. Her şey kontrol altındaydı.
Mutfak masasının üzerinde katlı duran La Riviere Herald dikkatini çekti. Gazeteyi unutmuştu. Ama gazete onu unutmamış gibiydi ve hakkına düşen dikkati talep ediyordu, BALİKÇİ HÂLÂ FRENCH LANDİNG’DE İŞBAŞİNDA falan filan. Balıkçı KUTUP BÖLGESİNDE işbaşında olsa ne hoş olurdu ama hayır, yerel bir sorun olmaya devam ediyordu. Masaya yaklaştığında manşetin altındaki Wendell Green ismi gözüne ilişti ve yüzünü buruşturdu. Wendell Green insanları rahatsız eden tam bir baş belasıydı. Jack, Green’in makalesinin ilk iki paragrafını okuduktan sonra inleyerek eliyle gözlerini kapattı.
Ben körüm, beni hakem yapın!
Wendell Green, hiç evinden ayrılıp uzaklara gitmemiş bir küçük kasaba kahramanıydı. Uzun boylu, geniş yapılı, dağınık kızıl saçlı, beli yağla kalınlaşmış bir adam olan Green, La Riviere’in barlarında, mahkeme salonlarında ve halka açık kalabalık ortamlarda kasıla kasıla yürür, etrafına ölçüsü iyi ayarlanmış gülücükler saçardı. Herald’ın en büyük kozu olan Wendell Green, işini fazlasıyla ağdalı bir tarzda yapan, eski kafalı bir muhabirdi.
Jack ilk karşılaşmalarında davranışlarını yapmacık bulmuş, ondan hiç hoşlanmamıştı. O günden beri fikrini değiştirmesini gerektirecek hiçbir şey olmamıştı. Wendell Green’e güvenmiyordu. Jack’e göre, gazetecinin aktif, sosyal yüzü, sahip olduğu büyük ihanet potansiyelini açığa çıkarıyordu. Wendell Green, kasıntılı yürüyüşünün işaret ettiği gibi kibirli, bir o kadar da sinsi bir insandı ve onun gibi tipler, çıkarları için babalarını bile satarlardı.
Thomberg Kinderling’in tutuklanmasının ardından Green, Jack ile bir röportaj yapmak istemişti. Jack bu isteği, Norway Vadisi Yolu’na taşındıktan sonra Wendell’den gelen diğer üç röportaj talebinde yaptığı gibi geri çevirmişti- Reddedilmek, söz konusu gazeteciyi birkaç kere “tesadüfen” karşısına çıkmasını engelleyecek kadar yıldırmamıştı.
Amy St. Pierre’in cesedinin bulunmasından bir gün sonra Jack, kolunun altında yeni yıkanıp ütülenmiş gömleklerin bulunduğu poşet olduğu halde Chase Caddesi’ndeki kuru temizlemeciden çıkmış, arabasına doğru yürürken birisinin dirseğinden tuttuğunu hissetmişti. Arkasına döndüğünde, karşısında yapmacık, fazlasıyla parlak ve samimi olamayacak kadar sıcak gülümsemesiyle Wendell Green’i bulmuştu.
“Hey, hey, Holly... Gülümsemesi sırıtışa dönmüştü. Van; Teğmen Sawyer. Hey, sizinle karşılaştığıma çok sevindim. Gömleklerinizi bu kuru temizleyicide mi ütületiyorsunuz? Nasıl, iyi iş çıkarıyorlar mı?”
“Düğmeler bir tarafa bırakılırsa, evet.”
“Güzel. Komik bir adamsınız, teğmen. Size bir tüyo vereyim. La Riviere’de Üçüncü Cadde’deki Reliable’ı biliyor muydunuz? Gerçekten çok kaliteli, güvenilir iş yapıyorlar. Ne bir yırtık, ne bir kopan düğme. Gömleklerinizin iyi temizlenmesini istiyorsanız mutlaka bir Çinli’ye emanet edin. Sam Lee’yi, bir deneyin, teğmen.”
“Artık teğmen değilim, Wendell. Bana Jack ya da Bay Sawyer de. Ya da istersen Hollywood diyebilirsin, umurumda değil. Ve şimdi izninle...”
Arabasına doğru yürürken Wendell Green yanından ayrılmamıştı.
“Bana ayıracak birkaç dakikanız var mı, teğmen? Pardon, Jack? Şef Gilbertson ile yakın dost olduğunuzu biliyorum ve bu trajik olayı, küçük kız, cesedinin parçalandığı belli, korkunç bir şey, bu konuda sizin gibi tecrübeli bir uzmanın düşünceleri bizim için gerçekten çok önemli. Birkaç yorum alabilir miyim?”
“Ne düşündüğümü bilmek mi istiyorsun?”
“Bana her şeyi söyleyebilirsin, dostum.”
Jack, içini dolduran katıksız, sorumsuz kötülük isteğiyle kolunu Wendell’ın omzuna dolamıştı.
“Wendell dostum, Albert Fish adında, yirmili yıllarda yaşamış bir adamı araştırmanı tavsiye ederim.”
“Fisch mi?”
“F-i-s-h. New York beyaz Protestan eski ailelerinden birine mensup. İnanılmaz bir dava. Bir göz at.”
Jack o ana dek hasta ruhlu Albert Fish tarafından önceki yüzyılın başlarında New York’ta işlenmiş korkunç suçları hatırladığının farkında değildi. Yakın tarihten Ted Bundy, John Wayne Gacy, Jeffrey Dahmer gibi kasaplar ve sekiz cinayet işledikten sonra annesinin kafasını kesen, kestiği kafayı şöminenin rafına koyarak dart tahtası yapan Edmund Emil III gibi kaçıklar, Albert Fish’in tarihin yaprakları arasından çıkmasına pek fırsat bırakmamışlardı. (Edmund III, açıklama olarak “Bana uygun görünmüştü,” demişti.) Buna rağmen Albert Fish’in ismi, Jack’in hafızasının derinliklerinden su yüzüne çıkmış ve hevesle bekleyen Wendell Green’in kulakları için bir ziyafete dönüşmüştü.
Bunu yapması için onu şeytan mı dürtmüştü? Asıl soru buydu, değil mi?
Eyvah, omlet. Jack üst dolaplardan birinden bir tabak, çekmeceden de çatal bıçak kapıp ocağın başına koştu, ateşi söndürdü ve sapından tuttuğu tavanın içindeki, pek çekici görünmeyen yığını tabağa kaydırdı. Masaya oturarak Herald’ın beşinci sayfasını açtı. Gözüne çarpan ilk haber, Milly Kuby’nin eyalet çapında yapılan heceleme yarışmasında opopanaks kelimesinde bir harfi yanlış söyleyerek üçüncülüğü kıl payı kaçırmış olmasıydı; tam yerel gazeteye yakışacak bir haberdi. Bir çocuğun bu kelimeyi doğru hecelemesini nasıl umardınız ki?
Milly Kuby’ye yapılmış canavarca haksızlığa yönelen dikkati, ağzındaki tada dönmeden önce omletten birkaç lokma yemişti. Omletin komik tadı, yarı yanmış çöplüğü andırıyordu. Ağzındakileri tükürdüğünde ezilmiş, gri bir topak ve çiğ, yarı çiğnenmiş sebzeler gördü. Kahvaltısının kalan kısmı artık hiç iştah açıcı görünmüyordu. Omleti pişirdiğini sanarak aslında mahvetmişti.
Başını eğerek inledi. Elektrik dalgasına benzeyen bir titreşim, vücudunun çeşitli bölgelerinde dolaşıyor, kıvılcımlar saçarak akciğerlerini, boğazını ve aniden ürperen organlarını dağlıyordu. Opopanaks, diye düşündü. Aklımı kaybediyorum. Burada ve şimdi. Bunu söylediğini unut. Vahşi opopanaks beni pençeleri arasında tutarak opopanaks kollarının korkunç opopanaksıyla sarstı ve beni opopanaksımla buluşacağım öfkeli Opopanaks Nehri’ne atmak istedi.
“Neler oluyor bana?” diye yüksek sesle sordu. Sesinin tiz tonu onu korkuttu.
Opopanaks gözyaşları, opopanaks gözlerini yakmaya başladı; inleyerek opopanaksından kalktı, tabaktaki iğrenç bulamacı çöp öğütücüsüne boşalttı, tabağı yıkadı ve artık aklını başına toplaması gerektiğine karar verdi. Bana daha fazla opopanaks opopanakslamayın. Herkes hata yapardı. Jack hâlâ birkaç yumurta kalıp kalmadığını hatırlamaya çalışarak buzdolabının kapağını inceledi. Elbette olmalıydı, bir yığın, en az dokuz on tane yumurtanın kapının üst kısmındaki yuvarlak boşlukları doldurmuş olması gerekiyordu. Omlet için hepsini birden harcamış olamazdı; ipin ucunu o kadar kaçırmamıştı mutlaka, değil mi?
Jack buzdolabının kapağının kulpunu sıkı sıkıya kavradı. Işıklar, davetsizce ölü zenci adamın saçsız başından yansıdı.
Sen değilsin.
Söz konusu kişi orada yoktu; hatta söz konusu kişinin insan olduğu bile söylenemezdi.
Hayır, olmaz, sen değilsin.
Kapak, kasılan parmaklarının baskısıyla açıldı; içerideki ışık, yüklü rafları aydınlattı. Jack Sawyer yumurtaları koyduğu rafa baktı. Boş gibi görünüyordu. Daha yakından bakınca, ilk sıranın en sonundaki yuvarlak boşlukta, küçük, yumurtaya benzer, narin bir tonda açık mavi bir nesnenin varlığını fark etti; nostaljik, yumuşak, muhtemelen Kaliforniya, Beverly Hills’deki Roxbury Drive’daki güzel evlerinin arka bahçesinde, öğle vakitlerinde sırtüstü yatan küçük bir çocuğun hayal meyal hatırladığı yaz göğünün tonuna benzer bir maviydi. Bu evin sahibi her kimse, eğlence endüstrisinde olduğuna yüzde yüz emin olabilirdiniz.
Jack bu tonun hangisi olduğunu tam olarak biliyordu, çünkü, güzel, eli çabuk ve yetenekli bir onkoloji mütehassısı olan Doktor Claire Evinrude ile ol zamanlar birlikte yaşadıkları Hollywood Hills’deki bungalovu tekrar boyamaya karar verdiklerinde birçok renk örneğinin üzerinden geçmişlerdi. Claire, Doktor Evinrude, büyük yatak odası için tam olarak bu tonu seçmiş, Virginia, Quantico’daki çok önemsenen, aşırı derecede seçici VICAP eğitim kursundan yakın bir zamanda dönmüş ve daha yeni teğmen olmuş Jack bu rengin biraz, şey, belki birazcık soğuk olduğunu söylemişti.
Jack hiç gerçek bir kızılgerdan yumurtası gördün mü? diye sormuştu Dr. Evinrude. Ne kadar güzel oldukları hakkında bir fikrin var mı? Zihnindeki bisturiyi kavrayan Dr. Evinrude’un gri gözleri irileşmişti.
Jack iki parmağını yumurta yuvasına sokarak kızılgerdan yumurtası rengindeki yumurtaya benzeyen nesneyi çıkardı. Bu gerçekten bir kızılgerdan yumurtasıydı. Bir kızılgerdanın gövdesinden çıkmış, Dr. Claire Evinrude’un bir bakışta tanıyacağı bir kızılgerdan yumurtası. Küçük yumurtayı sol elinin avucuna koydu, işte, açık mavi, minik bir adak avucunda duruyordu. Düşünme yeteneğini yitirmiş gibiydi. Kahretsin, ne yapmıştı, bir kızılgerdan yumurtası mı satın almıştı? Üzgünüm ama hayır, bu ilişki yürümeyecek, opopanaks kafesinden çıktı, Roy’un Dükkânı’nda kızılgerdan yumurtası satılmıyor, hoşça kal.
Jack kaskatı kesilmiş vücudunu zorlukla hareket ettirerek, mezarından çıkmış bir ölü gibi mutfakta yavaşça ilerledi ve lavaboya vardı. Sol elini lavabonun ortasındaki deliğin üzerine doğru uzattı ve kızılgerdan yumurtasını buldu. Yumurta, tekrar geri getirilemeyecek bir şekilde çöp öğütücüsünün içini boyladı. Sağ eli, makineyi çalıştırdı ve öğütücünün tanıdık gürültüsü mutfağı kapladı. Bir canavar, homurtular, hırıltılar arasında lezzetli bir yemeğin tadını çıkarıyordu. Grrr. İçindeki canlı elektrik teli titredi, kıvılcımlar saçarak kıvrılıp büküldü ama Jack yarı ölü, donuk bir haldeydi, içindeki hareketleri fark etmedi. Her şeyi düşünüp gözden geçirdikten sonra, Jack Sawyer’ın o an yapmak istediği.
Kırmızı, kırmızı...
Nedense annesini çok uzun bir süredir aramamıştı. Sebebinin ne olduğunu çıkaramıyordu ama ARTIK arasa iyi olacaktı. Bırak artık bu kızılgerdanları. Bir zamanlar hatırlamak dahi istemediği New Hampshire’daki otel odasında tek başına yaşarken, İkinci Sınıf Filmler Kraliçesi Lily Canavaugh Sawyer’ın neşe dolu, büyüleyici sesi onun tek yoldaşıydı. O sesi şimdi duymaya ihtiyacı vardı. Lily Cavanaugh, kendini içinde bulduğu aptalca karışıklıktan bahsedebileceği dünyadaki tek insandı. Mantığın katı sınırlarının ötesine geçtiğinin belli belirsiz farkındaydı, bu yüzden akıl sağlığına dair sorguları artıyor, kendinden emin olamıyordu ama yine de mutfak tezgâhının üzerindeki cep telefonunu aldı ve Kaliforniya, Beverly Hills, Roxbury Drive’daki güzel evin numarasını tuşladı.
Eski evindeki telefon beş, altı, yedi kez çaldı. Hafifçe uykulu sesinden öfkeli ve biraz sarhoş olduğu anlaşılan bir adam telefonu açtı. “Kimberley... konu her ne haltla ilgiliyse... senin iyiliğin için... umarım gerçekten önemlidir.”
Jack, tuşa basarak telefonu kapattı. Ah tanrım, ah lanet olsun. Beverly Hills’de ya da Westwood’da, Hancock Park’ta ya da o numaranın kapsadığı alandaki herhangi bir yerde saat henüz sabahın beşiydi. Annesinin ölmüş olduğunu unutmuştu. Ah kahretsin, kahretsin, bundan kötüsü olabilir miydi?
Derinlerde bir yerde kendi kendini bileyerek keskinleşen kederi, sanki ilk kezmişcesine içinde bir kez daha yükselerek acıyla taş kesilmiş kalbini paramparça etti. Aynı zamanda, annesinin ölmüş olduğunu bir saniye bile olsa unutması, Tanrı bilir nedendir ona aşırı derecede komik geliyordu. Bu kadar aptallaşabilmesi mümkün müydü? Gözyaşlarına boğulmak ya da kahkahalarla gülmek arasında garip bir yerde olan Jack, aniden kısa süreli bir baş dönmesi yaşayarak tüm ağırlığıyla mutfak tezgâhına yaslandı.
Dostları ilə paylaş: |