“Başka bir deyişle aklını kaybedersin,” dedi Henry. “Konunun başlangıcı da buydu.”
“Söylemek istediğim,” dedi Jack. “İnsanların gündüz rüyaları görebilecekleri. Senin başına gelen de bu. Endişelenecek bir şey yok. Pekâlâ, işte senin eve giden yol. Geldik sayılır.”
İki yanı kır çiçekleriyle kaplı yolda, Henry ve Rhoda Leyden’ın evlenmelerinden Rhoda’nın karaciğer kanserine yakalandığı ortaya çıkana dek on beş güzel yıl geçirdikleri beyaz çiftlik evine doğru ilerlediler. Rhoda’nın ölümünden yaklaşık iki yıl sonra Henry her akşam evi dolaşıp bütün ışıkları açmaya başlamıştı.
“Gündüz rüyaları mı? Onu da nereden çıkardın?”
“Gündüz rüyaları ender rastlanan bir durum değil,” dedi Jack. “Özellikle de senin gibi, hiçbir zaman yeterince uyuyamayan insanlar arasında.” Ya da benim gibi, diye ekledi içinden. “Bunu uydurmuyorum, Henry. Benim de bir iki kez başıma geldi. Birinden eminim.”
“Gündüz rüyaları,” dedi Henry düşünceli bir ifadeyle. “Vay canına.”
“Bunu bir düşün. Mantık kurallarıyla işleyen bir dünyada yaşıyoruz. İyi insanlar öldükten sonra geri dönmez. Her oluşumun bir sebebi vardır ve bu sebep daima mantık çerçevesi dahilindedir. Olay tamamen kimya ve tesadüfler meselesi. Eğer mantığa uymasalardı hiçbir şeyi çözemez, neler olduğunu asla anlayamazdık.”
“Kör bir adam bile onu görebilir,” dedi Henry. “Sağ ol. Kulağa küpe olacak-sözler.” Kapıyı açıp kamyonetten indi ve sonra kapadı. Bir adım ilerledikten sonra dönüp camın üzerinden içeri eğildi. “Bu akşam Kasvetli Ev’i okumaya başlayalım mı, ne dersin? Akşam sekiz buçuk civarı evde olurum herhalde.”
“Dokuz gibi gelirim.”
Henry veda anlamında, “Ding-dong,” dedi. Arkasına döndü, eve doğru yürüdü ve elbette kilitli olmayan kapısını açarak gözden kayboldu. O yörede’ sadece anne babalar odalarının kapılarını kilitlerlerdi ve bu bile yeni sayılabilecek bir gelişmeydi.
Jack kamyonetini geri çevirdi ve Norway Vadisi Yolu’na doğru ilerlemeyi başladı. Bir taşla iki kuş vurmuş gibi hissediyordu. Henry’ye yardım ederken, kendine de yardımcı olmuştu. Bazen olaylar çok hoş gelişiyordu.
Kendi evine doğru giden yola sapmıştı ki, konsoldaki kül tablasından tuhaf bir tıkırtı geldiğini duydu. Evinin görünmesinden önceki son dönemeçte, tıkırtıyı tekrar duydu. Tok bir sesti. Bir düğme ya da madeni paranın çıkaracağı türden bir tıkırtı. Kamyoneti evinin yan tarafına park etti, kontağı kapadı ve kapısını açtı. Tekrar düşünüp uzandı ve kül tablasını açtı.
Kızağı üzerinde kaydırarak açtığı kül tablasının içinde, küçük, fıstıklı şeker boyunda, vücudundaki tüm oksijenin bir anda kaybolmasına sebep olan bir kızılgerdan yumurtası vardı.
Küçük yumurta öylesine maviydi ki kör bir adam bile görebilirdi.
Jack titreyen parmaklarla uzanıp yumurtayı kül tablasından aldı. Gözünü ondan hiç ayırmadan kamyonetten indi ve kapıyı kapattı. Gözü hâlâ yumurtanın üzerindeydi. Sonunda nefes almayı hatırladı. Elini döndürünce avucunda-ki yumurta çimlerin üzerine düştü. Ayağını kaldırdı, yumurtayı ezerek mavi bir noktacık haline getirdi. Arkasına bakmadan kamyonetin anahtarlarını cebine attı ve evinin şüpheli güvenliğine doğru ilerledi.
İKİNCİ BÖLÜM
TYLER MARSHALL’IN ALINIŞI
5
MAXTON BAKIM MERKEZİ’NDE sabahın erken saatlerinde yaptığımız turda bir hademeyle karşılaşmıştık... onu hatırlıyor musunuz? Biraz göbekli bol kıyafetler içindeki adamı? Hasta koridorlarında, her altı metrede bir duvara asılmış olan SİGARA İÇMEK YASAKTIR! AKCİĞERLER İŞBAŞINDA! tabelasına rağmen sigarasını tüttürüyordu hani? Elindeki, ölü örümcekler yığınına benzeyen paspası hatırlıyor musunuz? Hayır mı? Özür dilemenize gerek yok. Silik bir gençlik döneminin ardından (French Landing Lisesi final notları ortalaması: 79), silik bir hayat yaşayan ve yine silik olması beklenen orta yaş döneminin eşiğindeki Pete Wexler’i gözden kaçırmak kolaydı. Tek hobisi, günlerini hırıltıları, anlamsız soruları, gaz ve dışkı kokularıyla dolduran yaşlılara arada sırada attığı vahşi çimdiklerdi. En berbatları, Alzheimer’lı piç kurularıydı. Pete bazen sigarasını morukların sıska sırtlarında ya da pörsük kıçlarında söndürürdü. Sıcaklığı hissedip acı içlerine işlediği anda attıkları boğuk çığlıkları duymak hoşuna giderdi. Bu ufak ve çirkin işkencenin iki etkisi oluyordu: birincisi, pinponları biraz olsun uyandırıyordu; ikincisi, onu tatmin ediyordu. Bir şekilde, gününü aydınlatıyordu. Etrafını saran tekdüzeliğe taze bir nefes getiriyordu. Ayrıca, kime şikâyet edeceklerdi?
Tanrım işte en beterleri Papatya koridorundan ayaklarını sürüyerek yaklaşıyordu. Charles Burnside’ın ağzı, kıçı gibi açıktı. Pete, Burnside’ın sıska, bokla sıvanmış kalçalarını istemediği kadar iyi görebiliyordu. Çikolata rengi lekeler, dizlerinin arkasına dek iniyordu. Tuvaletlere doğru ilerliyordu ama birazcık geç kalmıştı. Malum bir kahverengi at -adı da Sabah Yıldırımı olsun- ahırından fırlamış ve hiç şüphe yok ki Burny’nin çarşafları üzerinde de dörtnala koşmuştu.
Tanrı’ya şükür onları temizlemek benim görevim değil, diye düşünen Pete, sigarasının dumanları arasında sırıttı. Sana havale, Butch.
Ama tuvaletlerin kapısının önündeki masa, o an için boştu. Butch Yerxa Burny’nin salınan kirli kıçının hoş manzarasını kaçıracaktı. Butch salağı yine sigara içmek için dışarı çıkmış olmalıydı. Oysa Pete ona SİGARA İÇMEK YASAKTIR tabelalarının hiçbir anlamının olmadığını, Chipper Maxton’un kimin nerede sigara içtiğini (ve buna bağlı olarak, nerede söndürdüğünü) zerre kadar umursamadığını defalarca söylemişti. Tabelaların varlığının tek sebebi, salya akıtanlar sayesinde para yapan Moruk Malikanesi’nin can sıkıcı eyalet yasalarına uygun olma zorunluluğuydu.
Pete Wexler’ın sırıtışı, yüzüne biraz daha yayıldı ve o an, Tyler Marshall’ın arkadaşı, oğlu Ebbie ile (Henry ve Jack’e orta parmak işareti yapan da Ebbie Wexler’di aslında) aralarındaki benzerlik belirginleşti. Pete gidip Butch’a D18’de* -ve elbette bir de D18’de kalan morukta- onu bekleyen temizlik işi olduğunu haber vermekle Burny’nin son marifetini kendisinin keşfetmesini beklemek arasında kararsızlık yaşadı. Belki Burny odasına geri döner ve parmaklarına bulaşan pislikle hoş duvar resimleri yapmaya kalkardı. Bu çok güzel olurdu ama ona haberi verdiğinde Butch’un yüzünde belirecek ifadeyi görmek de bir o kadar zevkliydi.
“Pete.”
Ah, olamaz. Kaltağa yakalanmıştı. Güzel bir kaltaktı ama bu, bir kaltak olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Pete bir an olduğu yerde kıpırdamaksızın durdu. Belki onu duymamış gibi yaparsa bulaşmadan çekip giderdi.
Ama umutları boşunaydı.
“Pete.”
Arkasına döndü. Patronun gözdesi Rebecca Vilas karşısındaydı. Bugün belki ÇİLEK FESTİVALİ! şerefine, üzerinde kırmızı bir elbise, ayaklarında da muhtemelen o güzel bacaklar şerefine giydiği yüksek ökçeli siyah ayakkabılar vardı. Pete kısa bir süre için o bacakların, sivri topuklar bir saatin kolları gibi birleşip farklı yönleri gösterecek şekilde beline dolanmış olduğunu hayal etti ve sonra kucağındaki mukavva kutuyu gördü. Pete için yeni bir angarya çıktığına şüphe yoktu. Pete ayrıca kadının parmağındaki, taşı, lanet olası bir kızıl-gerdan yumurtası iriliğinde ama çok daha açık renkli olan yüzüğü de fark etmişti. Bir kadının öyle bir yüzüğe sahip olmak için neler yapabileceğini bir kez daha merak etti.
Kadın ayağını yere vurarak bekliyor, Pete’in onu süzmesine izin veriyor-, arkasında, Charles Burnside, erkekler tuvaletine doğru yavaş, sarsakça ilerlemesini sürdürüyordu. Seyrelmiş saçları, çırpı gibi bacaklarıyla bu yaşlı harabeyi gördüğünüzde, koştuğu günlerin çok geride kaldığını düşünebilirsiniz ama çok yanılıyorsunuz. Hem de çok.
“Bayan Vilas?” dedi Pete sonunda.
“Dinlenme salonuna, Pete. Ve hasta koridorlarında sigara içmemen sana kaç kere söylendi?”
Pete’in cevap vermesine fırsat kalmadan eteğini seksi bir şekilde savurarak arkasını döndü ve o günkü ÇİLEK FESTİVALİ! dansının yapılacağı Maxton dinlenme salonuna doğru yürümeye başladı.
İçini çeken Pete, paspası duvara dayayarak onu takip etti.
Charles Burnside artık Papatya koridorunda tek başına kaldı. Gözlerindeki boş bakış yok oldu ve yerini müthiş, vahşi bir zekâ pırıltısına bıraktı. Bir anda olduğundan genç görünmeye başlamıştı. İnsan kılığındaki bok makinesi Burny birden yok olmuştu. Yerini, böyle vahşi bir etkinlikle Chicago’da kirli kazançlar sağlamış, Carl Bierstone almıştı.
Carl...ve başka bir şey. İnsan olmayan bir şey.
Carl -o şey- sırıttı.
Kimsenin ilgilenmediği masanın üzerinde bir yığın kâğıt, kahve fincanı büyüklüğündeki yuvarlak bir taşın altında duruyordu. Taşın üzerinde küçük, siyah harflerle, BUTCH’UN EVCİL KAYASI yazıyordu.
Burny, Butch Yerxa’nin evcil kayasını aldı ve çevik adımlarla erkekler tuvaletine yöneldi. Hâlâ sırıtıyordu.
Dinlenme salonunda tüm masalar, duvarların önüne dizilmiş, üstlerine kırmızı kâğıt örtüler serilmişti. Pete daha sonra küçük, kırmızı ışıklar takacaktı (pilli ampuller; salya akıtanlar için mumlar sakıncalıydı, hayır, kesinlikle olmaz). Bütün duvarlara, bazıları nispeten yıpranmış görünen -Herbert Maxton’un merkezi açtığı altmışlı yıllardan beri her temmuz ayında duvarlara asılıp indirilmişlerdi- kıpkırmızı, büyük, karton çilekler yapıştırılmıştı. Yerler, muşamba kaplıydı.
Bu öğleden sonra, akşamüstüne doğru, hâlâ ayakta durmayı becerebilen içi geçmiş moruklar, otuzlu ve kırklı yılların büyük grupların müzikleriyle sarsakça dans edecekler, ağır parçalarda birbirlerine tutunarak sallanacaklardı. (Üç yıl önce Irving Christie, “Don’t Sit Under the Apple Tree with Anyone Else but Me.* o eşliğinde hareketli bir figür yapmaya çalışırken küçük çapta bir kalp krizi geçirmişti.) Ah evet, Çilek Festivali dansı her zaman çok heyecanlı olurdu.
Rebecca tek başına üç ahşap platformu çekip yan yana dizmiş, üzerleri-ne beyaz, kumaş bir örtü örterek, Senfonik Stan için bir podyum hazırlamıştı. Köşede, otuzlu yıllardan kalma gerçek bir antika, Cotton Club’daki hareketli günlere tanık olmuş, büyük yuvarlak başlıklı, pırıl pırıl parlayan bir mikrofon duruyordu. Henry Leyden’ın en değerli eşyalarından biriydi. Onun arkasında, önceki gün gelen uzun, dar mukavva kutu vardı. Podyumda, kırmızı beyaz krepon kağıdıyla yapılmış süsler ve karton çileklerin altında seyyar bir merdiven duruyordu. Onu görünce, Pete’in içi bir anda sahip olma güdüsünün yarattığı kıskançlıkla doldu. Rebecca Vilas, onun dolabını karıştırmıştı. Lanet olası kaltak! Eğer zulasındaki otundan bir tutam bile çalmışsa onu...
Rebecca elindeki mukavva kutuyu duyulabilen bir homurtuyla podyuma bıraktıktan sonra doğruldu. Kızarmış yanağının üzerine düşen bir tutam kestane rengi, ipeksi saçı kulağının arkasına itti. Sabah saatlerinde bile boğucu bir sıcaklığa sahip hava, o gün tüm Coulee Bölgesi’ni kavuracak gibiydi. George Rathburn’un gür sesiyle dediği gibi; iç çamaşırınızı havalandırın ve daha fazla deodorant sıkın, millet.
“Hiç gelmeyeceksin sandım,” dedi Rebecca İrlanda aksanıyla.
“Buradayım işte,” dedi Pete asık suratla. “Bensiz de iyi idare ediyormuşsunuz gibi görünüyor.” Bir an duraksadı ve İrlanda aksanını taklit ederek, ekledi. “Gayet iyi.” Pete’e göre bu gayet zekiceydi. Podyuma doğru yürüyerek üzerinde, mikrofonda olduğu gibi HENRY LEYDEN’A AİTTİR ibaresi bulunan mukavva kutunun içine bir göz attı. Kutunun içinde, kabloya sarılmış küçük bir spot ışığı ve ışığı şeker çubuklarıyla, şekerleri çilek rengine çevirmek için kullanılacağı belli olan pembe, yuvarlak bir jelatin parçası vardı.
“Bu ıvır zıvır da ne?” diye sordu Pete.
Rebecca ona parlak, tehlike saçan bir gülümsemeyle baktı. Pete gibi aklı kıt bir adam için bile bu gülümsemenin verdiği mesaj son derece açıktı: bir timsah havuzunun kenarındasın, dostum; daha kaç adım ilerlemeye niyetlisin?
“Işık,” dedi Rebecca. “I-Ş-I-K. Şuradaki kancaya asılacak. K-A-N-C-A. Diskjokey bu konuda ısrar etti. Onu havaya soktuğunu söylüyor. H-A-V-A...”
“Weenie Erickson’a ne oldu?” diye homurdandı Pete. “Weenie hiç böyle saçmalıkla1” istemezdi, iki saat boyunca lanet olası plakları çalar, arada cebindeki yassı şişeden birkaç yudum zıkkımlanır, sonra da toparlanıp def olurdu.”
“Taşındı,” dedi Rebecca kayıtsızca. “Racine’e galiba.”
“Eh ama...” Pete başını kaldırmış, kırmızı beyaz süslerin sallandığı kirişi inceliyordu. “Ben burada kanca falan görmüyorum, Bayan Vilas.”
“Bisikletteki İsa,” diye söylenen Rebecca, merdivene tırmandı. “İşte burada. Kör müsün?”
Kesinlikle kör olmayan Pete, daha önce görme yetisine sahip olduğuna hiç bu kadar minnettar olmamıştı. Bulunduğu yerden, merdivenin beşinci basamağında duran Rebecca’nın bacaklarını, iç çamaşırının kırmızı dantelini, poposunun dolgun yuvarlaklığını tüm ayrıntılarıyla görebiliyordu.
Rebecca başını ona çevirdiğinde, yüzündeki sersemlemiş ifadeyi gördü ve bakışlarının odaklandığı yeri anladı. İfadesi biraz yumuşadı. Sevgili annesinin zekice bir gözlemle söylediği gibi, bazı erkekler külotunu bir anlığına görmek için kul köle olabilirlerdi.
“Pete. Bu dünyaya dön, Pete.”
“Hıı?” Ağzı açık bir halde başını kaldırıp ona baktı, alt dudağında bir tükürük damlacığı vardı.
“İç çamaşırımda kancaya benzer hiçbir şey yok, hayatımdaki birkaç şeyden olduğu gibi bundan da eminim. Ama biraz yukarı doğru bakacak olursan... yani kıçıma değil de başıma...”
Pete hâlâ biraz sersem bir halde yukarı baktığında kırmızı ojeli bir tırnağın (Rebecca o gün her şeyiyle çilek kırmızısına bürünmüştü, buna şüphe yoktu) bir balıkçının kancasının ölüm saçan gizemli bir ışıltıyla parlaması gibi süsleme kâğıtları arasından parlayan bir kancanın üzerine tık tık vurduğunu gördü.
“Kanca,” dedi Rebecca. “Jelatini spot ışığına, ışığı da kancaya takacaksın. Işık, diskjokeyin son derece açık talimatları doğrultusunda tatlı bir pembeye dönüşecek. Anlayabildin mi, mankafa?”
“Hıı... evet...”
“Öyleyse lütfen dediğimi yapar mısın?”
Pete Wexler’ın berbat bir angaryadan umabileceği en büyük bedava gösteriyi izlemiş olduğuna karar vererek merdivenden aşağı indi. Ve tahrik olan Pete, Senfonik Stan’ın spot ışığını kutudan çıkardıktan sonra jelatine uzandı. Merdivene tırmanırken, bir anlığına kalçaları, Rebecca’nın yüzüyle aynı seviyeye geldi. Rebecca bacaklarının arasındaki kabarıklığı fark edince gülümsemesini belli etmemek için yanağının iç kısmını ısırdı. Erkekler gerçekten de aptaldı. Bazıları çok tatlı aptallardı. Ama sonuçta hepsi aynıydı. Aralarındaki tek fark, aptalların bazılarının yüzükler, seyahatler ve Milwaukee gece kulüplerinde mükellef yemekler için harcayabilecekleri paraya sahip olması, bazılarınınsa olmamasıydı.
Bazı aptallara yaptırabileceğinizin en fazlasıysa, bir ışığı kancaya taktırmaktı.
“Beni bekleyin çocuklar!” diye seslendi Ty Marshall. “Ebbie! Ronnie! T. J.! Bekleyin!”
Ebbie Wexler (okulun şişko kabadayısı) omzu üzerinden ona doğru bağırdı. “Bize yetiş, tosbağa!”
“Evet!” diye seslendi Ronnie Metzger da. “Yetiş bize, bağa-tos!” Önünde konuşma terapisi odasında geçireceği birçok saat olduğu anlaşılan çocuk, Ronnie omzu üzerinden arkasına baktı, önüne döndüğünde bir parkmetreye çarpmaktan son andaki manevrasıyla kurtuldu. Sonra bisikletler, artlarında yarışan gölgeleriyle kaldırım genişliğince yan yana hızla uzaklaştı (Tanrı karşıdan gelecek yayaların yardımcısı olsun).
Tyler onlara yetişmek için son bir deneme yapmayı düşündü ama bacakları çok yorgundu. Annesi ve babası, geriye düşmeyeceği, onlarla yan yana gidebileceği günün geleceğini, sadece yaşına göre biraz çelimsiz olduğunu söylüyorlardı ama Ty bundan şüpheliydi. Ayrıca Ebbie, Ronnie ve T.J. hakkında da giderek artan şüpheleri vardı. Onlarla takılmasına değiyor muydu? (Judy Marshall bu kuşkuları bilseydi oğlunu ayakta alkışlardı... zeki ve düşünceli oğlunun o zavallılar topluluğuyla takılmaktan ne zaman bıkacağını iki yıldır merak ediyordu... onlara “aşağı sınıf” diyordu.)
“Elfler çarpsın sizi,” dedi Ty üzgünce -bu zararsız sözü Bilim-Kurgu kanalında tekrarları gösterilen mini dizi, 10. Krallık’tan öğrenmişti- ve bisikletinden indi. Zaten onları yakalamaya çalışmasına gerek yoktu; onları nerede bulacağını biliyordu, 7-Ejeven’ın park yerinde, meyve suyu içerek Magic kartları değiş tokuşu yaparken bulacağından emindi. Bu, Tyler’ın arkadaşlarıyla yaşadığı bir diğer sorundu. Bugünlerde beysbol kartlarını takas etmeyi daha çok istiyordu. Ama Cardinals, Indians, Red Sox ve Brew Crew, Ebbie, Ronnie ve T.J.’yi hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Ebbie, beysbolün homoseksüel oyunu olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişti. Ty bu yoruma öfkelenmemiş, aptalca (hatta zavallıca) bulmuştu.
Nefesinin normale dönmesini bekleyerek, bisikletiyle kaldırımdan yukarı yürümeye başladı. Chase ve Queen caddelerinin kesiştiği yere varmıştı. Ebbie Queen Caddesi’ne Kenef Caddesi diyordu. Elbette. Hiç şaşırtıcı değildi. Zaten sorunun bir parçası da bu değil miydi? Tyler sürprizleri seven bir çocuktu; Ebbie Wexler ise sevmezdi. O gün daha önce önlerinden geçen kamyonetten yayılan müziğe verdikleri zıt tepki de bu yüzden hiç şaşırtıcı değildi.
Tyler köşede duraklayarak Queen Caddesi’nden aşağı baktı. Caddenin iki tarafında kabarık çalılar vardı. Onların ardında, sağ tarafta birbirinden ayrı, birkaç kırmızı çatı göze çarpıyordu. Yaşlılar evi. Ana girişe bir çeşit afiş asılmıştı. Meraklanan Tyler, bisikletine bindi ve daha yakından bakma niyetiyle binaya doğru pedal çevirdi. Yan tarafındaki çalıların uzun dalları, bisikletinin gidonuna sürtündü.
Afiş, kocaman bir çilekti. Hemen altında, BUGÜN ÇİLEK FESTİVALİ yazıyordu. Tyler Marshall Çilek Festivali’nin ne olduğunu merak etmişti. Sadece yaşlı insanlar için verilen bir parti miydi? Pek de ilginç olmayan bir soruydu. Bu konuda birkaç saniye daha düşündükten sonra bisikletini çevirdi ve Chase Caddesi’ne doğru gitmeye hazırlandı.
Charles Burnside, Papatya koridorunun başındaki erkekler tuvaletine girdi. Hâlâ sırıtıyor ve evcil kayayı elinde sıkıca tutuyordu. Sağında, üzerlerinde aynalarla (üçüncü sınıf barlar ve gece kulüplerinin tuvaletlerinde bulunabilecek türde metalden yapılmış aynalardı) bir dizi lavabo sıralanıyordu. Burny aynalardan birinde, sırıtan yansımasını gördü. Pencereye en yakın olan diğer bir aynada ise Milwaukee Brewers tişörtü giymiş bir çocuğun yansıması vardı. Çocuk, yanında bisikletiyle girişin hemen dışında durmuş, Çilek Festivali afişini inceliyordu.
Burny’nin salyaları akmaya başladı. Engellemeye çalışmıyordu bile. Burny’nin salyaları masaldaki kötü kurdunkiler gibi köpüğümsü, beyaz, ince çizgiler halinde ağzından, sarkık, ciğer rengi alt dudağına doğru süzülüyor, oradan da acelesi olmayan damlalar halinde çenesine iniyordu. Burny gözlerini aynadan hiç ayırmadan, kendinden geçmiş bir halde, çarpılmış elinin tersiyle salyalarını sildi ve elini sallayarak üzerinde biriken salyayı yere yapıştırdı. Aynadaki çocuk, bu yaratığın zavallı kayıp bebeklerinden biri değildi -Tyler Marshall hayatı boyunca French Landing’de yaşamıştı ve nerede olduğunu tam olarak biliyordu- ama olabilirdi. Kolayca kaybolabilir ve kendini malum bir odada bulabilirdi. Belirli bir hücre. Ya da yanan, kanayan minik ayaklarıyla garip bir ufka doğru zorlukla ilerleyebilirdi.
Eğer Burny, istediklerini yapabilirse... Hızlı hareket etmeliydi, ama fark ettiğimiz gibi, doğru motivasyon olduğu takdirde, çok hızlı hareket edebiliyordu.
“Gorg,” dedi aynaya. Bu saçma kelimeyi son derece berrak bir sesle, orta batı aksanıyla söylemişti. “Gel, Gorg.”
Ve sonra olacakları görmek için beklemeden -ne olacağını biliyordu- ar-j kasına dönen Burny yan yana duran dört tuvalet bölmesine doğru ilerledi. Soldan ikinciye girdi ve kapıyı kapattı.
Çilek Festivali! afişinin on metre ötesindeki çalı hışırdadığında Tyler bisikletine henüz binmişti. Yeşillikler arasından büyük, siyah bir karga, Queen Caddesi’nin kaldırımına çıktı. Parlak, zeki gözlerle çocuğa baktı. Siyah, aralık duran bacakları üzerinde kıpırdamadan Tyler’a bakıyordu. Sonra gagasını açtı ve konuştu. “Gorg!”
Tyler gülümseyerek ona baktı; duyduğundan emin değildi ama inanmaya hazırdı (on yaşındaki birçok çocuk gibi o da imkânsıza inanmaya dünden hazır ve hevesliydi). “Ne? Bir şey mi dedin?”
Karga, parlak tüylü kanatlarını çırptı ve çirkin başını, neredeyse güzelleştiren bir şekilde dikti.
“Gorg! Ty!”
Çocuk bir kahkaha attı. ismini söylemişti! Karga ismini söylemişti!
Bisikletinden indi, pedalın altındaki destek ayağını açıp sağlam durduğundan emin olduktan sonra kargaya doğru birkaç adım attı. Amy St. Pierre ve Johnny Irkenham’ın başlarına gelenler ne yazık ki aklının ucundan bile geçmiyordu.
Ona doğru ilerleyince karganın kaçacağından emindi. Ama karga kaçmadı, sadece kanatlarını biraz çırptı ve çalılığın dost karanlığına, yana doğru bir adım attı.
“Adımı mı söyledin?”
“Gorg! Ty! Abbalah!”
Ty’ın gülümsemesi bir an için soldu. Karganın son kelimesini daha önce duymuş gibiydi. Nerede duyduğunu ve ne anlama geldiğini pek hatırlamıyordu ama içinde hoş hisler uyandırdığı söylenemezdi. Nedense aklına annesi gelmişti. Sonra karga tekrar ismini söyledi; evet, kesinlikle Ty diyordu.
Ty, Queen Caddesi’nden bir adım daha uzaklaşarak siyah kuşa yaklaştı. Karga da karanlık çalılara doğru bir adım ilerledi. Caddede hiç kimse yoktu; French Landing’in bu bölümü, sabah güneşi altında hâlâ rüya görüyordu. Ty kötü kaderine doğru bir adım daha attı ve tüm dünyalar titredi.
Ebbie, Ronnie ve T.J. tezgâhın arkasındaki gerzek kafadan aldıkları meyve sularıyla tembel adımlarla 7-Eleven’dan çıktılar (gerzek kafa, Ebbie’nin babasından öğrendiği birçok hakaret içeren sözden biriydi). Ayrıca her biri, ikişer paket yeni Magic kartları almıştı.
Ağzı meyve suyuyla yapış yapış olan Ebbie, T.J.’e döndü. “Caddeden aşağı in ve tosbağayı al.”
T.J. kırılmıştı. “Neden ben?”
“Çünkü Ronnie kartları aldı, salak. Haydi, çabuk ol.”
“Neden onu aramıza alıyoruz, Ebbie?” diye sordu Ronnie. Soğuk meyve suyunu yudumlarken bisikletine yaslanmıştı.
“Çünkü ben öyle diyorum,” diye kasılarak cevap verdi Ebbie. İşin aslı, Tyler Marshall’ın cuma günleri genelde parasının olmasıydı. Aslında Tyler’ın hemen her gün parası olurdu. Ailesi zengindi. Hademelik yaparak hayatını kazanan bekâr bir babanın yetiştirdiği (tabii buna yetiştirmek denebilirse) Ebbie, bu yüzden Tyler’dan nefret ediyordu; önce onu aşağılamaya başlarlar, sonra da dayak atardı. Ama o an için tek düşüncesi, daha fazla Magic kartına sahip olmaktı, hepsi için birer paket daha almak istiyordu. Tyler’ın Magic’ten hoşlanmaması, kartları onun parasıyla almayı çok daha zevkli kılacaktı.
Ama önce, tosbağayı bulup oraya getirmeliydiler. Ya da salak Ronnie’nin dediği gibi bağa-tosu. Bu söz Ebbie’nin hoşuna gitmişti. Bağa-tos. iyi kelimeydi. Aynı anda hem Ty ile, hem de Ronnie’yle dalga geçiyordu. Bir taşla iki kuş.
“Haydi git, T.J. Yoksa kolunu bükmemi mi tercih edersin?”
Hayır, T.J. bunu tercih etmezdi. Ebbie Wexler, insanın canını fena halde acıtabilirdi. Abartılı bir şekilde içini çekti, bisikletinin destek ayağını kaldırdı, elinde meyve suyuyla bindi ve gidonu tek eliyle idare ederek caddenin hafif eğiminden aşağı ilerlemeye başladı. Her an karşısında çoook... yorrrgun olduğu için bisikletinin yanında yürüyen Ty’ı görebileceğini düşünüyordu ama Ty Chase Caddesi’nde yoktu. Bu ne anlama geliyordu? T.J. daha hızlı pedal çevirmeye başladı.
Erkekler tuvaletinde, yan yana sıralanan kabinlerin karşısındaydık. Soldan ikinci kabinin kapısı kapalıydı. Diğer üçünün krom menteşelere takılı kapıları aralık duruyordu. Kapalı kapının altından son derece pis terliklerde son bulan, bir çift fırlak damarlı, çarpık bilek görünüyordu.
Bir ses, şaşırtıcı bir şiddetle haykırdı. Genç bir adamın boğuk, aç ve öfke dolu sesiydi. Söyledikleri, fayans kaplı duvarlar arasında yankılandı: “Abbalah! Abbalah-doon! Munshun gorg!”
Aniden tuvaletlerden sifon sesi duyuldu. Sadece kapalı olan soldan ikinci kabinden değil, hepsinden. Diğer duvara monte edilmiş pisuarların krom tutamakları da mükemmel bir uyumla, aynı anda aşağı indi. Porselen, eğimli yüzeylerinden sular süzülmeye başladı.
Pisuarlardan kabinlere döndüğümüzde, kapalı kapının altından görülen fırlak damarlı bileklerin artık orada olmadığını gördük. Ve ilk kez, uğursuzluğun sesini duyduk. Sabahın ikisinde karabasanla uyanan birinin ciğerlerinden yükselen, sıcak bir iç çekişi andıran sesini duyduk.
Dostları ilə paylaş: |