Tek dedektif demek istiyorsun herhalde.
Evet, pekâlâ. Tekti. Ve başarıya ortak oldukları halde (Los Angeles’tan gelen polisin yoğun ısrarıyla) olayın çözülmesi tamamen Jack’in yeteneği sayesinde olmuştu. Hani neredeyse şu polisiye romanlardaki dedektifler gibiydi... Hercule Poirot, Ellery Queen ve benzerleri gibi. Ama aralarında farklar da vardı; Jack son derece sade bir yöntem izliyor, onlar gibi şakağına parmağının ucunu vurarak “küçük gri hücreleri” hakkında konuşmuyordu. Jack...
“Dinliyor,” diye mırıldanan Dale ayağa kalktı. Arka kapıya doğru birkaç’ adım attıktan sonra durdu ve geri dönerek evrak çantasını aldı. Çiçekleri sulamadan önce arabanın arka koltuğuna koyacaktı. O korkunç fotoğrafların bu evde fazladan bir dakika bile kalmasına gönlü razı değildi.
Dinliyor.
Taproom’daki barmen kızı, Janna Massengale’ı dinlediği gibi. Jack’in küçük fıstıkla o kadar fazla zaman geçirmesine hiç anlam verememişti Dale. Hatta Bay Los Angeles Keten Pantolon’un eve döndükten sonra Rodeo Drive’daki tüm arkadaşlarına, havanın taze, sütun gibi bacakların uzun ve güçlü olduğu Wisconsin’de tatlı bir parça peyniri mideye indirdiğini böbürlenerek anlatabilmek için kızı yatağa atmaya çalıştığını düşünmüştü. Ama konu kesinlikle bu değildi. Jack dinliyordu ve sonunda kız da ona duymak istediklerini söylemişti.
Tabii, insanlar içtiklerinde komik hareketler yapmaya başlıyorlar, demişti Janna. Birkaç dubleden sonra şöyle bir hareket yapan bir adam var mesela. Avuçlarını dışa döndürüp parmaklarıyla burnunu iki yandan sıkmıştı.
Yüzündeki rahat gülümsemeyi hiç bozmayan Jack, kolasından bir yudum aldıktan sonra sormuştu: Avuç içi hep dışa mı dönük? Şöyle mi? Hareketi tekrarlamıştı.
Ona birazcık âşık olan Janna gülümseyerek onaylamıştı: Aynen öyle, şekerim... çabuk öğreniyorsun.
Jack: Bazen öyle oluyor galiba. Bu adamın ismi neydi, tatlım?
Janna: Kinderling. Thornberg Kinderling. Kıkırdamıştı. Ama birkaç duble içtikten sonra -o komik sıkma hareketini yapmaya başladığı sıralarda- herkesin ona Thorny demesini ister.
Jack gülümsemesini hiç bozmadan sormuştu: Bu adam Bombay cini mi içiyor, hayatım? Tek bir parça buz ile?
Janna’nın gülümsemesi hafifçe solmuş, ona bir çeşit büyücü olduğunu düşünür gibi bakmaya başlamıştı: Bunu nereden biliyorsun?
Ama nereden bildiği önemli değildi, çünkü kilidi çözen anahtar bulunmuş, olay açıklığa kavuşmuştu. Dava bitti, konu kapandı, fermuvarını çek.
Jack sonra nezareti altındaki Thomberg Kinderling’le -suya sabuna dokunmayan, Centralia’da kendi halinde bir çiftlik sigorta satıcısı olan, karıncayı [jile incitmeyen, en tahrik edici anlarda bile ağzından küfür duyulmayan, sıcak bir günde annenizden bir bardak soğuk su istemeye bile çekinen ama Melekler Şehri’nde iki orospuyu gözünü kırpmadan öldüren Thornberg Kinderling’le- Los Angeles’a uçmuştu. Thorny kurbanlarını boğmamıştı, işini, Dale’in sıkı bir iz sürme çalışmasıyla Centralia’daki Sand Bar’ın hemen yakınındaki Lapham Spor Malzemeleri mağazasından alınmış olduğunu ortaya çıkardığı Buck marka bir bıçakla görmüştü.
DNA testleri o zamana dek Kinderling’in suçunu kanıtlamıştı ama Jack yine de cinayet aletinin alındığı yerin ortaya çıkmasına memnun olmuştu. Dale’i arayıp şahsen teşekkür etmiş, ömründe Denver’ın batısını görmemiş olan Dale, bu jest üzerine saçma denebilecek derecede duygulanmıştı. Jack, soruşturma sırasında birkaç kez suçlu gerçekten kötü bir adamsa eldeki kanıtların hiçbir zaman yeterli olmayacağını, daha fazlasına ihtiyaç duyulacağını söylemişti ve sonuçta Thornberg Kinderling’in ne derece kötü bir adam, soğukkanlı bir katil olduğu ortaya çıkmıştı. Elbette önce akıl sağlığının yerinde olup olmadığı kontrol edilmişti ve Dale -duruşmada tanık sandalyesine oturacağını ummuştu- yargıç savunmanın iddiasını reddedip Kinderling’i ömür boyu hapse mahkûm ettiğinde zevkten dört köşe olmuştu.
Pekâlâ tüm bunların olmasını sağlayan neydi? Kilit nasıl çözülmüştü? Bir adamın dinlemesiyle. Hepsi buydu. Konuştuğunda, çoğunlukla söylediklerinin, bakışlarını göğüslerine dikmiş karşısında duran adamın bir kulağından girip diğer kulağından çıktığını bilen bir bar çalışanını dikkatle dinlemiş ve olay bitmişti. Peki Hollywood Jack, Janna Massengale’dan önce kimi dinlemişti? Görünüşe bakılırsa striptizci bir fahişeyi... muhtemelen onun gibi daha bir çoğunu da. (Sayıları çok olmalı, diye düşündü Dale eski bahçe hortumunu almak için garaja yöneldiğinde.) Thornberg Kinderling, başka şüphelilerle birlikte karşılarında sıraya girse hiçbiri onu tanıyamazdı, çünkü Los Angeles’taki Thornberg’ün Coulee ve Minnesota’daki çiftlikleri gezerek sigorta poliçesi satmaya çalışan adamla hiçbir alakası yoktu. Thorny, Los Angeles’ta bir peruk, takma bıyık ve gözlükleri yerine de kontak lensler takıyordu.
“En akıllıca olanı da bronzlaştırıcı kremdi,” demişti Jack. “Azıcık bir miktar, onu Kaliforniya’nın yerlisiymiş gibi göstermeye yetiyordu.”
“French Landing Lisesi’nde okuduğu dört yıl boyunca tiyatro grubunda yer almış,” diye karşılık vermişti Dale da. “Araştırdım. Küçük piç onuncu sınıfta Don Juan’ı oynamış, inanabiliyor musun?”
Küçük müdahalelerle dış görünüşünü kurnazca değiştiren (ki jürinin delilik iddiasına prim vermesine engel olan da muhtemelen bu zekice ayrıntılardı) Thorny, yaptığı ona has küçük hareketin, avucu dışa dönük olarak burnunu sıkıştırmasının kurbanı olmuştu. Bir fahişe bu önemsiz hareketi hatırlamış, laf arasında -tıpkı Janna Massengale’ın yaptığı gibi, diye düşündü Dale- Jack’e söyleyivermiş, o da bu ayrıntıyı kaçırmamıştı.
Çünkü dinliyordu.
Bıçağın izini sürdüğüm için bana teşekkür etmek ve jürinin kararını söylemek için beni aradı, diye düşündü Dale, ama ikinci arayışında aynı zamanda bir isteği de vardı. Ve ben bunun ne olduğunu biliyordum. O daha ağzını açmadan biliyordum.
Çünkü güneşli eyaletten gelen dostu gibi doğal yeteneğe sah;p dâhi bir dedektif olmasa da Dale, batı Wisconsin’in doğasının genç adamda uyandırdığı beklenmedik, ani tepkiyi fark etmişti. Jack, Coulee Bölgesi’ne âşık olmuştu ve Dale bunun ilk görüşte aşk olduğuna dair bahse girecek olsa yüklü bir miktar kazanabilirdi. French Landing’den Centralia’ya, Centralia’dan Arden’a, Arden’dan Miller’a yaptıkları yolculuklar boyunca yüzünde beliren ifadeler, gördüklerinin etkisini çok iyi anlatıyordu: hayret, haz, neredeyse bir çeşit tutku. Dale, Jack’in, daha önce hiç gelmediği bir yere gelip yuvasında olduğunu keşfetmiş bir adama benzediğini düşünmüştü,
“Bu inanılmaz bir şey, dostum,” demişti bir keresinde Dale’a. Dale’in düz, bir çizgide gitmekte zorlanan, bazen kornası takılı kalan (ki bu oldukça utanç verici olabiliyordu) eski Caprice’inde ilerliyorlardı. “Burada yaşadığın için ne kadar şanslı olduğunun farkında mısın, Dale? Dünyadaki en güzel yerlerden biri burası olmalı.”
Tüm hayatını Coulee Bölgesi’nde geçirmiş olan Dale’in bu yoruma bir itirazı yoktu.
Thomberg Kinderling hakkında yaptıkları son telefon görüşmesinin bitimine doğru Jack, Dale’a bir keresinde (yarı şaka, yarı ciddi bir tavırla) o civarlarda, kasabanın dışında, uygun fiyatlı bir yer bulursa haber vermesini söylediğini hatırlatmıştı. Ve Dale, Jack’in sesindeki endişeli beklentiden, şakanın son bulduğunu, durumun gittikçe ciddileştiğini hemen anlamıştı.
“Bana borçlusun,” diye mırıldandı, hortumu omuzlayıp garajdan çıkarken. “Bana borçlusun, dostum.”
Elbette Jack’ten Balıkçı soruşturması için resmi olmayan bir yardım talerde bulunmuştu, ama Jack onu... neredeyse bir çeşit korkuya kapılarak geri çevirmişti. Ben emekli oldum, demişti sertçe. Eğer bu kelimenin anlamını bilmiyorsan sözlüğü açıp birlikte bakabiliriz, Dale.
Ama bu çok saçmaydı, değil mi? Elbette saçmaydı. Daha otuz beşine bile gelmemiş bir adam nasıl emekli olurdu? Özellikle de işinde sinir bozucu derecede başarılı olan bir adam.
“Bana borçlusun, bebek,” dedi evinin yan tarafındaki çiçek bahçesine yürürken. Gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu, iyi sulanmış çimenler yemyeşildi; Herman Caddesi’nde hiçbir uğursuzluk işareti yoktu. Ama belki de vardı ve belki de biz bunu hissediyorduk. KDCU kulesinin metal yapısı boyunca dolaşan yüksek voltajlı elektriğin yaydığı türde alçak sesli ama yoğun, kulak tırmalayıcı bir mırıltı.
Orada çok fazla kalmıştık. Bir an önce kanatlarımızı açıp sabahın erken saatlerinde uğrayacağımız son durağa doğru yola koyulmalıydık. Henüz her şeyi bilmiyorduk ama üç önemli noktayı biliyorduk: birincisi, French Landing kasabası korkunç bir tehlike altındaydı; ikincisi, birkaç kişi (Judy Marshall gibi ve aynı zamanda Charles Burnside gibi) nasıl olduğunu bilmedikleri bir şekilde kasabanın, hasta ruhlu, sübyancı bir katilin işlediği cinayetlerin çok ötesinde bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu biliyordu; üçüncüsü, Tom Sawyer ve Huck Finn’in nehrinin kıyısına kurulmuş bu küçük kasabanın üzerine çökmüş karanlık gücü uğursuzluk, bilinçli bir şekilde fark edebilecek hiç kimseye rastlamamıştık. Gördüğümüz herkes, bir yerde Henry Leyden kadar kördü. Bu, o ana dek karşılaşmadığımız -Beezer St. Pierre, Wendell Green, Renk Takımı-insanlar için de geçerliydi.
Yüreğimiz bir kahramana duyduğumuz özlemle yanıp tutuşuyordu. Belki bir kahraman bulamayabilirdik (ne de olsa yirmi birinci yüzyıldaydık, d’Artagnan ve Jack Aubrey’nin günleri çok gerilerde kalmıştı, artık George W. Bush ve Dirtysperm devrini yaşıyorduk), ama belki bir zamanlar kahramanlık yapmış bir adam bulabilirdik. Sonunda, buradan kilometrelerce uzakta, doğuda, Atlantik kıyısında gözümüze çarpan eski bir dostu aramaya karar verdik. Aradan geçen yıllar, o küçük çocuğun geçmişini karanlıklara itmiş, yetişkinlik döneminin büyük kısmında da bu hafıza kaybı hali devam etmişti. Ama o, French Landing’in tek umuduydu. Bu yüzden masmavi gökte biraz daha yükselip doğuya, ormanlara, tarlalara ve yumuşak kıvrımlı tepelere yöneldik.
Gördüklerimiz çoğunlukla uçsuz bucaksız çiftlik arazileriydi: mısırların bir ordu asker düzeniyle sıralandığı mısır tarlaları, sapsarı başaklarla kaplı altın gibi parlayan tarlalar, yonca tarlaları. Tozlu, dar yollar, anayolları beyaz çiftlik evlerine, onları çevreleyen ağıllara, tahıl ambarlarına, silindir şeklindeki beton silolara, barakalara, tarlalara ve otlaklara bağlıyordu. Kot montlarıyla adamlar, ağıllar ve evler arasındaki yıpranmış yollarda gidip geliyorlardı. Gün ışığının kokusunu şimdiden alabiliyorduk. Tereyağı, maya, toprak, büyüme ve çürüme karışımı kokusu, güneş yükselip ışıkları kuvvetlendikçe yoğunlaşıp artacaktı.
Altımızda, 93. karayolunun 35. karayoluyla kesiştiği noktaya kurulmuş, küçük Centralia Kasabası vardı. Sand Bar’ın arkasındaki boş park yeri, cumartesi öğle sonralarını, akşamlarını ve gecelerini bilardo masalarının etrafında, hamburger yiyip eksantrik hayatlarını üretmeye adadıkları, Kingsland Bira Fabrikası’nın en kaliteli ürünü, kremsi köpüğünü neyle karıştırılırsa karıştırılsın kaybetmeyen muhteşem Kingsland Birası’nı içerek geçiren Yıldırım Beşli’nin gürültülü teşrifini bekliyordu. Beezer St. Pierre, Mouse ve dostları Kingsland’ın dünyanın en iyi birası olduğunu söylüyorlarsa bundan şüphe etmek bizim haddimize mi düşmüştü? Bira hakkındaki bilgilerinin bizden kat kat fazla olması yanında bu birayı üretmek için tüm yeteneklerini, bilgi birikimlerini, tecrübelerini ortaya koymuş, Kingsland’ı belli başlı markalar arasına sokabilmek için ter dökmüşlerdi. French Landing’e yerleşmeye karar vermelerindeki en büyük etken de bu olmuştu.
Biranın tadına bir bakmak için içimizden yükselen dürtüyü bastırıp yolumuza devam ettik. Sabah saat 7:30’du ve meyve suyu, kahve ya da süt haricinde bir şey içmek için henüz çok erkendi (Wanda Kinderling gibiler hariç; Wanda, Kingsland’ı Aristocrat votkasının yanında besin niyetine içiyordu) ve bir kahramana en yakın kişi olduğunu düşündüğümüz, en son Atlantik Okyanusu’nun kıyısında henüz bir çocukken gördüğümüz dostumuzu bulmamız gerekiyordu. Vakit kaybetmemeli, burada ve şimdi harekete geçmeliydik. 93.1 karayolunun iki yanındaki tarlalar, tepelerin yükselmesiyle iyice daralırken kilometreleri ardımızda bıraktık.
Mutlaka nerede olduğumuzu görmeli, gördüklerimizi sindirmeliydik.
4
ESKİ DOSTUMUZ, üç yıl önce kalbi göğsünde çılgınca çarparak, boğazı sıkışarak, ağzı kuruyarak o günlerde bir küçük kasaba polisinden biraz fazlası olan arkadaş canlısı, sadece işini elinden geldiğince yapmakla mantık sınırlarının ötesinde etkilediği Dale Gilbertson’un eski Caprice’inin yolcu koltuğunda, 93. karayolunun bu kasaba dışına yönelen bölümünde, Dale’in ölen babasından kalan beş dönümlük arazi ve çiftlik evine doğru ilerliyordu. “Bu küçük, hoş yer”i yok pahasına alabilmek mümkündü, çünkü Dale’in kuzenlerinden orayı isteyen yoktu ve bir başkası için de hiçbir değer teşkil etmiyordu. Dale orayı duygusal sebeplerle elinde tutuyordu, ama onun da ilgisini pek çektiği söylenemezdi. Zaten ikinci bir evle ne yapacağını bilmiyordu ve bunun yanında evin bakımıyla sürekli ilgilenmesi gerekiyordu. Her ne kadar orada yaptığı ufak tefek tamirat ve bakım işleri ilginç bir şekilde ona zevk verse de işleri bir başkasına devretmeye itiraz etmezdi. Ve tanışıklıklarının o döneminde Dale, dostumuza öyle büyük bir hayranlık duyuyordu ki, babasının eski evini satın alıp orada yaşamaya başlaması onu üzmek bir yana, onurlandıracaktı.
Yolcu koltuğunda oturan adama gelince, normal şartlar altında, Dale’in duyduğu hayranlıktan mahcup olurdu, ama gördüğü manzaraya olan tepkisi bunu düşünmesini engelleyecek derecede yoğundu -etrafını saran doğal güzellik, onu adeta hipnotize etmişti-. Başka koşullarda olsalar, dostumuz hayranını gürültüsüz bir bara götürür, ona bir bira ısmarlar ve, “Bak, Dale, yaptıklarımın seni etkilediğini biliyorum ama unutma, sonuçta ben de sadece senin gibi bir polisim,” derdi. “Hepsi bu. Ve dürüst olmak gerekirse, hak ettiğimden fazla şanslıyım.” (Bu gerçekten doğruydu; onu son görüşümüzden sonra dostumuzun şansı öyle inanılmaz derecede artmıştı ki, artık iskambil kâğıtlarına el süremez, bahse girmeye ya da şans oyunları oynamaya cesaret edemez olmuştu. Sürekli kazandığınızda, kazancın tadı bozulmuş greyfurt suyu gibi geliyordu.) Ama başka koşullarda değillerdi ve Centralia’dan çıkıp dümdüz 93. karayoluna çıktıkları andan beri içini kaplayan ve kendini her an patlayacakmış gibi hissetmesine sebep olan duygu seli yüzünden Dale’in neredeyse dalkavukluğa varan övgülerini fark etmemişti bile. Daha önce hiç gitmediği bir yere olan bu kısa yolculuk, çok uzun süredir ertelenen, yuvaya dönüş gibiydi; gördüğü her şey ona aitmiş, olmazsa olmaz bir parçasıymış gibi geliyor, kendini evinde hissediyordu. Her şey, kutsalmış gibi görünüyordu. Neye benzerse benzesin, fiyatı ne kadar olursa olsun, ki zaten fiyat hiçbir şekilde engel oluşturamazdı, o küçük, hoş evi satın alacaktı. Orayı satın alacaktı, hepsi buydu. Dale’in hayranlığını, ev için değerinden azını isteyeceğini tahmin edebilecek kadar fark etmişti ve böyle bir şey yapmasına izin vermemeye kararlıydı. O arada, gözlerine dolan yaşların akmaması için mücadele ediyordu.
Bulunduğumuz yükseklikten 93. karayolunun sağındaki vadilerin, araziyi bölerek bir devin parmak izleri gibi sıralandığını görebiliyorduk. Dostumuz sadece güneşin altında parlayan karayolundan ayrılan dar yolları görüyordu. Her yol ona, neredeyse geldin, diyordu. Karayolu ona, buradan gidiliyor, diyordu. Aşağı baktığımızda yol kenarında bir park alanı, iki benzin pompası ve üzerinde boyaları dökülmüş ROY’UN DÜKKÂNI yazısıyla uzun, gri bir çatı gördük; dostumuz da yoldan geçerken sağına baktığında benzin pompalarını, davetkâr, geniş bir verandaya doğru yükselen ahşap basamakları, dükkânın girişini görmüştü ve o ahşap merdivenleri yüzlerce kez inip çıkmış, ekmek, tereyağı, süt, bira, sosis, iş eldivenleri, bir tornavida, bir torba çivi, kalabalık raflara dizilmiş mallardan ihtiyaç duyduğu ne varsa almak üzere, o günden sonra da yapacağı gibi dükkândan içeri defalarca girmiş gibi hissetmişti.
Karayolunun elli metre aşağısında Tamarack Deresi’nin gri-mavi suları, Norway Vadisi’ne doğru kıvrılıyordu. Dale’in eski arabası, derenin üzerindeki paslanmaya yüz tutmuş köprüde ilerlerken köprü; İşte burası! demişti ve yolcu koltuğunda oturan rahat ama pahalı giysiler içindeki, çiftlik bölgeleri hakkında tüm bildikleri yurtiçi uçuşlarda uçağın birinci sınıf bölümündeki koltuğunda otururken pencereden gördüklerinden ibaretmiş gibi görünen, buğdayı samandan ayıramayan adam, yüreğinin titrediğini hissetmişti. Köprünün diğer ayağının hemen yanında bir yol tabelası vardı: NORWAY VADİSİ YOLU.
“Burası,” demişti Dale ve arabayı vadiye giden yola çevirmişti. Dostumuz o sırada yoğun duygularına dayanmakta güçlük çeken yüreğinden yükselen sesleri bastırmaya çalışarak eliyle ağzını kapamıştı.
Yol kenarı boyunca orada burada, kimileri küstah ve parlak renkli, kimileri çarpıcı yeşil battaniye altına utangaçça yarı yarıya gizlenmiş kır çiçekleri vardı. “Bu yolda yukarı doğru ilerlemek her zaman kendimi iyi hissettirmiştir,” demişti Dale.
“Hiç şaşmadım,” demişti dostumuz da.
Dale’in söylediklerinin büyük bir bölümü, yanında oturan yolcunun içindeki yoğun duygu fırtınasında eriyip yok olmuş, beynine ulaşamamıştı. Şuradaki, eski Lund Çiftliği... annemin kuzenlerinin. Büyük büyükannemin çocuklara ders verdiği tek sınıflık okul şu tepenin üzerindeymiş ama yıllar önce yıkılmış. Burası Duane Updahl’ın, Tanrı’ya şükür, o akrabam değil. Vır vır mır mır. Mır mır vır vır, Tamarack Deresi’nin, işte buradayız! diye seslenen, pırıldayan, kahkaha atan gri-mavi sularının üzerinden bir kez daha geçtiler. Bir dönemecin hemen ardından yolun iki yanı çiçeklerle kaplıydı. Aralarında baş veren zambakların dikkatli, kör yüzleri dostumuza doğru çevrilmişti. Dostumuzun içini saran yeni duygu dalgası, öncekilerden daha sessiz ama en az onlar kadar yoğun ve sarsıcıydı; gözleri, engelleyemediği yaşlarla yanmaya başlamıştı.
Zambaklar mı? Zambaklar ona hiçbir anlam ifade etmiyordu. Esniyormuş gibi yaparak elinin tersiyle gözlerini silmiş ve Dale’in anlamadığını ummuştu.
“İşte geldik,” demişti Dale anlayıp anlamadığı belli olmadan ve direksiyonu iki yanı yüksek otlar ve kır çiçekleriyle kaplı, sonsuza dek uzanıyormuş ama hiçbir yere ulaşmıyormuş gibi görünen, huzur dolu, dar bir yola kırmıştı. Bir süre sonra arkasında tepenin ormanlık yamacına doğru uzanan tarlaların sıralandığı geniş bir çayırlığa varmışlardı. “Bir dakika sonra babamın evini görebileceksin. Buraları da çiftlik arazisine dahil, tarlalarsa kuzenlerim Randy ve Kent’e ait.”
Dostumuz, Dale Gilbertson yolun son dönemecinin ortasına varana dek dönemecin sonunda inşa edilmiş iki katlı beyaz çiftlik evini görememiş ve Dale eski arabasını evin önüne park edip, kontağı kapatıp iki adam da arabadan inene dek konuşmamıştı. işte, “küçük, hoş yer”e sonunda varmışlardı; sağlam, yeni boyanmış, sevgiyle bakılmış, gösterişsiz aynı zamanda kendine has bir güzelliğe sahip, yoldan uzak, adeta dünyadan soyutlanmış, çiçeklerle kaplı yeşil bir çayırın kenarına inşa edilmiş bir evdi.
“Tanrım, Dale,” demişti dostumuz. “Tek kelimeyle mükemmel.”
Küçükken Richard Sloat adında bir çocuğu ve bir de, çok kısa bir süre boyunca olsa da Wolf adında bir diğerini tanıyan eski yol arkadaşımızı burada bulacaktık. Bu sağlam, güzel, dünyadan uzak beyaz evde, çocukluğunda çok önemli bir şeyin, gerekli bir nesnenin, çok güçlü bir tılsımın peşine düşüp bütün ülkeyi bir okyanustan diğerine dek dolaşan, korkunç engellere, dehşet dolu tehlikelere rağmen sonunda aradığını bulan ve bulduğunu akıllıca, iyi bir şekilde kullanmış olan eski dostumuzu bulacaktık. Birçok mucizeyi kahramanca gerçekleştirdiğini söyleyebilirdik. Ve o, bunların hiçbirini hatırlamıyordu. Los Angeles Polis Teşkilatı, Cinayet Masası eski teğmeni, mutfağında George Rathburn’un KDCU’daki programını dinleyerek kendisine kahvaltı hazırlayan dostumuz Jack Sawyer’ı sonunda bulmuştuk.
Bizim Jack. Ya da annesi, rahmetli Lily Cavanaugh Sawyer’ın dediği gibi, Jack-çocuk.
Boş evi, üst katından alttaki bodrumuna kadar hiçbir noktayı es geçmeden gezdiren Dale’i, yenilenmiş mobilyaları, babasının ölümünden bir yıl önce kurduğu su ısıtma tesisatını, sonradan yaptığı tamiratların kalitesini, ahşap yer döşemelerinin parlaklığını, çatının kalın yalıtımını, pencerelerin sağlamlığını, göze çarpan usta işi işçiliği ondan beklendiği gibi takdir ederek, yer yer iltifat ederek izlemişti.
“Evet, buraya bayağı emeğim geçti,” demişti Dale, “işe başlamadan önce oldukça yıpranmış ve bakımsızdı, ama bu tip fiziksel uğraşlar hoşuma gidiyor. Bir süre sonra benim için bir tür hobi halini aldı. Çoğunlukla hafta sonlan, ne zaman biraz boş vaktim olsa buraya gelip etrafta dolaşır, gözüme kestirdiğim bir eksiklik ya da onarım olursa uğraşırdım. Bilemiyorum, belki bu şekilde babamla aramdaki bağlantıyı sürdürebiliyormuşum gibi gelirdi. Babam gerçekten çok iyi bir adamdı, toprağı bol olsun. Çiftçilik yapmamı isterdi, ama polis teşkilatına katılmaya karar verdiğimi söylediğimde bana sonuna kadar destek oldu. Bana ne dedi, biliyor musun? ‘Eğer çiftçiliği gönülsüz yaparsan hayatın şafaktan gün batımına dek cehenneme döner. Sonunda kendini bir katır gibi hissetmeye başlarsın. Annenle seni bu dünyaya sonunda bir katır olasın diye getirmedik.’“
“Annen bu konuda ne düşünüyordu?” diye sormuştu Jack.
“Annemin ailesi nesiller boyu çiftçilikle uğraşmıştı,” demişti Dale. “Bir katıra dönüşmenin çok da kötü bir şey olmadığını düşünebileceğimi sandı. Öldüğü zaman, yani babamdan dört yıl önce, bir polis olduğum fikrine iyice alışmıştı. Mutfak kapısından çıkıp çayıra bir göz atalım mı, ne dersin?”
Açık havaya çıktıklarında Jack ona ev için ne kadar istediğini sormuştu. Bu soruyu bekleyen Dale ona, daha önce Sarah ile evin değerini tartıştıktan sonra kararlaştırdıkları miktarın beş bin dolar eksiğini söylemişti. Kimi kandırıyordu? Jack Sawyer’ın, doğup büyüdüğü bu evi satın almasını, yılın en azından birkaç haftalık bölümünde yakınında olmasını çok istiyordu. Ve eğer Jack almazsa, başkasının orayı zaten satın almayacağını biliyordu.
“Ciddi misin?” diye sormuştu Jack.
Kabul etmek istemediği bir çaresizlikle, “Bana gayet adil bir miktar gibi geldi,” demişti Dale.
“Bu sana haksızlık olur,” demişti Jack. “Sırf benden hoşlandığın için böyle bir yeri neredeyse bedavaya elden çıkarmana gönlüm razı olmaz. İstediğin fiyatı yükseltmezsen vazgeçer giderim.”
“Siz büyük şehirliler pazarlık etmeyi çok iyi beceriyorsunuz doğrusu. Pekâlâ, üç bin daha fazlası olsun bakalım.”
“Beş,” demişti Jack. “Yoksa bu işte yokum.”
“Anlaştık. Ama kalbimi kırıyorsun.”
“Umarım bu, sizin gibi duygusal Norveçlilerle son alışverişim olur,” demişti Jack.
Satın alma işlemlerini Los Angeles’tan tamamlamıştı; karşılıklı imzalar faksla gönderilmiş, evin ücretini nakit olarak havale etmişti. Dale, Jack Sawyer’ın nasıl bir geçmişe sahip olduğunu bilmiyordu, ama sıradan bir polis memurunun olamayacağı kadar varlıklı olduğu belliydi. Jack birkaç hafta sonra çıkagelmiş ve hararetli bir faaliyete girişmişti. Eve telefon bağlatmış, elektrik faturasını kendi adına geçirtmek için gerekli işlemleri yapmış, Roy’un Dükkânı’nın muhteviyatının neredeyse yarısını satın almış, Arden’a ve La Riviere’e gidip yeni bir yatak, çarşaf takımları, tabaklar çanaklar, tencere ve tavalar, bir bıçak seti, mikrodalga fırın, dev ekran bir televizyon ve daha sonra evine bir içki için davet ettiği Dale’in gördüğünde bir yıllık maaşından fazlasına mal olduğunu düşündüğü, son teknolojiyle üretilmiş muhteşem bir ses sistemi almıştı. Jack ayrıca Dale’in French Landing, Wisconsin’de bulunabileceğini öğrendiğinde şaşkınlığa düştüğü daha birçok yeni eşya satın almıştı. Şarap Ustası adında altmış beş dolarlık bir tirbuşona kim, neden ihtiyaç duyardı? Kimdi bu Jack Sawyer, ne tür bir aileden geliyordu?
CD’lerle dolu, üzerinde tanımadığı bir logo bulunan büyükçe bir çanta görmüş ve birim fiyatlarını düşünüp kaba bir tahmin yaparak çantada birkaç yüz dolar değerinde CD olduğuna kanaat getirmişti. Jack Sawyer hakkında söylenebileceklerden biri de müziğe düşkün oluşuydu. Dale merakla eğilip çantadan birkaç CD almış ve çoğunun üzerinde ağızlarına dayadıkları enstrümanlarıyla zenci müzisyenlerin resimlerinin olduğunu görmüştü. Clifford Brown, Lester Young, Tommy Flanagan, Paul Desmond. “Bu adamları daha önce hiç duymamıştım. Ne bu? Caz galiba,” demişti.
Dostları ilə paylaş: |