“Evet, öyle,” demişti Jack. “Şu bir iki ay içinde mobilyaları yerleştirmek, resim asmak gibi işlere yardım için çağırsam gelebilir misin? Kısa süre sonra birçok eşyam gelecek.”
“Elbette, ne zaman istersen.” Dale’in aklına muhteşem bir fikir gelmişti. “Hey, eniştem Henry ile tanışmalısın! Hatta komşun sayılır, yolun yaklaşık dört yüz metre aşağısında yaşıyor. Üç yıl önce ölen halam, Rhoda ile evliydi. Henry garip müzikler söz konusu olduğunda bir ansiklopedi gibidir.”
Jack cazın garip müzik tanımına katılmasına pek aldırmamıştı. Belki gerçekten de garipti. Her neyse, sonuçta Dale’in kulağına öyle geliyordu. “Çiftçilerin müzik dinlemek için pek vakit ayıramadıklarını sanırdım.”
Dale neşeli bir kahkaha patlatmıştı. “Henry çiftçilik yapmıyor. Henry...”] Avuç içleri karşıya dönük, parmakları açık bir şekilde ellerini havaya kaldırmış ve doğru tanımı bulmaya çalışarak gözlerini boşluğa dikmişti. “Onun için, bir çiftçinin tamamen zıddı denebilir. Döndüğünde seni onunla tanıştırırım. Adama kesinlikle bayılacaksın.”
Jack altı hafta sonra nakliye kamyonunu karşılamak ve adamlara, gönderdiği mobilyalarla diğer eşyaları nereye koymaları gerektiğini söylemek üzere geri dönmüş; kutuların çoğunu açmakla geçirdiği birkaç günün ardından da Dale’i aramış, yardım edip edemeyeceğini sormuştu. Aradığında saat akşamüstü beşti ve karakolda öyle sıkıcı bir gün geçirmişlerdi ki, Tom Lund başını masaya dayayarak uyuyakalmıştı. Dale üniformasını bile değiştirmeden Jack’in yardımına koşmuştu.
Jack elini sıkıp onu içeri davet ettiğinde gördüklerine ilk tepkisi, güçlü bir şok olmuştu. İçeri sadece bir adım atmış ve daha ileri hareket edemeyerek olduğu yerde donakalmıştı. Bunun iyi bir şok, hoş bir sürpriz olduğunun bilincine varması için aradan birkaç saniye geçmesi gerekmişti. Eski evi tanınamayacak kadar değişmişti: sanki Jack Sawyer bir şekilde, aynı kapının tamamen farklı bir eve açılması için bir büyü yapmıştı. Oturma odası ile mutfak arasındaki bölüm, ne çocukluk anılarındaki ne de yakın geçmişte bıraktığı haline benziyordu. Dale’a sanki Jack evi sihirli bir değneğin dokunuşuyla dekore etmiş gibi gelmişti; ev adeta Riviera’daki bir villaya, Park Caddesi’nde lüks bir apartman dairesine dönmüştü. Hoş, hayatında öyle yerleri hiç görmemişti (ne New York’a, ne de Güney Fransa’ya gitmişti) ama buna benzediklerinden neredeyse emindi. Bir süre sonra Jack’in aslında evi değiştirmediğini, Dale’in daha önce fark etmediği potansiyelini görüp değerlendirdiğini anlamıştı. Deri kanepeler ve koltuklar, parlak halılar, geniş masalar ve samimi bir hava yaratan lambalar başka bir dünyadan gelmişlerdi, ama sanki bu ev için özel olarak üretilmişler gibi muhteşem bir uyum sağlamışlardı. Gördüğü her şey onu çağırıyordu ve Dale, sonunda tekrar hareket edebildiğini fark etmişti. “Vay canına,” demişti. “Burayı en doğru insana satmışım meğer.”
“Beğendiğine sevindim,” diye karşılık vermişti Jack. “Seninle aynı kanıda olduğumu itiraf etmeliyim. Umduğumdan çok daha iyi görünüyor.”
“Beni ne için çağırmıştın? Her şey yerli yerinde ve düzenli görünüyor.”
“Birkaç resim asacağız. O zaman her şey yerli yerine oturacak.”
Dale, Jack’in aile fotoğraflarından bahsettiğini sanmıştı. Birkaç çerçevelenmiş resmi asmak için neden yardıma ihtiyaç duyulabileceğini anlamamıştı, ama Jack onu çağırmıştı ve o da bu daveti karşılıksız bırakmayacaktı elbette. Ayrıca fotoğraflar ona Jack’in hâlâ ilgisini çeken ailesi hakkında birçok fikir verebilirdi. Ama yolu gösteren Jack’in ardından mutfağa girdiğinde yerde, tezgâha yaslanmış duran, ince, ahşap, büyükçe kutuları gördüğünde resimlerin düşündüğü gibi aile fotoğrafları olmadığını anlayarak yine afallamıştı. İçindekini her türlü olumsuz şarta karşı koruyabilme hedefiyle üretilen tahta kutular el yapımıydı. Bazıları bir buçuk-iki metre yükseklikte ve yaklaşık aynı genişlikteydi. Bu canavarların içinde anne babasının fotoğrafları olamazdı. Kutuları açabilmek için Jack ile önce köşeleri zorlamaları ve boylu boyunca çakılmış çivileri gevşetmeleri gerekmişti ve sonuca ulaşana dek şaşırtıcı bir çaba göstermişler, umulmayacak kadar uzun zaman harcamışlardı. Kalın kâğıtlara sarılmış beş ağır, dikdörtgen nesneyi kozalarından çıkardıklarında, Dale terden sırılsıklam olan üniformasını oraya gelmeden önce eve uğrayıp çıkarmadığına pişman olmuştu. Ve daha açılacak çok koza vardı.
Bir saat sonra boş kutuları bodruma taşıyıp birer bira içmek için yukarı çıkmışlardı. Sonra onları saran kâğıt katmanlarını çıkararak içlerinden birkaçının, sanatçının kendisi tarafından sanki arka bahçedeki tahta parçaları kullanılarak yapılmış gibi göründüğü çeşitli çerçeveler içindeki tabloları ve grafikleri ortaya çıkarmışlardı. Jack’in sahip olduğu tablolar, Dale’in “modern sanat” kavramına uyan eserlerdi. Çoğunun ne olduğunu anlamamış, ama birkaç manzara resmi başta olmak üzere hepsini oldukça beğenmişti. Resimleri yapan sanatçıların hiçbirini tanımıyordu ama isimlerinin büyük şehirlerdeki insanlar tarafından bilindiğinden, eserlerinin müzeler ve galerilerde sergilendiğinden emindi. Büyüklü küçüklü, mutfak tabanına yayılmış bu tablolar, bir anda sanat bombardımanına tutulmuş gibi onu afallatmıştı. Bu durumun pek hoşuna gittiği söylenemezdi zira kendini tamamen yabancı bir dünyada yolunu kaybetmiş gibi hissediyordu. Sonra tüm bu resimleri, Jack Sawyer ile birlikte çocukluğunun geçtiği evin duvarlarına asacaklarını hatırlamış, içini ani bir sıcaklık kaplamış, neşelenmişti. Ayrı dünyalar neden arada sırada karışıp birbirine geçmesindi ki? Ve sonuçta, bu diğer dünya Jack’e ait değil miydi?
“Pekâlâ,” demişti. “Keşke Henry de bunları görebilseydi. Eniştem Henry’yi hatırlıyorsun, değil mi? Hani sana bahsetmiştim? Yolun aşağısında yaşıyordu? Keşke görseydi. Tüm bunlara hak ettikleri takdiri gösterebilirdi.”
“Neden göremesin ki? Bir gün onu davet ederim.”
“Söylemedim mi?” demişti Dale. “Henry kördür.”
Tablolar, bir süre sonra oturma odasının duvarlarını kaplamış, merdiven basamaklarına eşlik etmiş, yatak odasına varmıştı. Jack üst kattaki banyoya birkaç tane, zemin kattaki tuvalete de bir tane küçük tablo asmıştı. O, çivilerin çakılacağı noktalan işaretlerken çerçeveleri tutan Dale’in kolları iyiden iyiye ağrımıştı. İlk üç tablonun asılmasından sonra kravatını çıkarmış, gömleğinin kollarını sıvamıştı; terin, saçları arasından yüzüne damla damla süzüldüğünü hissedebiliyordu. Düğmesini çözdüğü yakası sırılsıklam olmuştu. Jack de en az onun kadar çalışıp efor sarf etmişti, ama akşam ne yiyeceğini düşünmekten daha yorucu hiçbir şey yapmamış gibi görünüyordu.
“Sen bir tablo koleksiyoncususun, değil mi?” diye sormuştu Dale. “Tüm. bunları toplamak uzun zaman aldı mı?”
“Bir koleksiyoncu olabilecek kadar bilgi sahibi değilim,” demişti Jack. “Tabloların çoğunu ellili, altmışlı yıllarda babam toplamış. Annem de gördüğünde onu etkileyen birkaç tablo satın almış. Bir veranda, çayır ve çiçeklerin resmedildiği şuradaki küçük Fairfield Porter gibi.”
Dale’in ressamın ismi olduğunu tahmin ettiği küçük Fairfield Porter, tabloyu saran kâğıtları açtıkları anda gönlünü çalmıştı. Böyle bir resmi oturma odanızın duvarına asabilirdiniz. İşin komiği, oturma odasına asıldıktan sonra oraya gelen hiç kimsenin resmi fark etmeyecek olmasıydı.
Jack sonunda tabloları dışarı çıkarıp asabilmekten memnun olduğuna dair bir şey söylemişti. “Yani,” demişti Dale. “Hepsini sana annen ve baban mı verdi?’
“Annemin ölümünden sonra bana miras kaldılar,” demişti Jack. “Babam ben çocukken öldü.”
“Ah, kahretsin, özür dilerim,” demişti Dale, Bay Fairfield Porter’ın sunduğu dünyadan aniden sıyrılarak. “Babanı o kadar erken kaybetmek senin için zor olmuştur.” Bunun, Jack’in her şeyden uzak ve soyutlanmış havasına açıklık getirdiğini düşünmüştü. Jack yanıt vermeden önce de, kendi kendine saçmaladığını söyleyerek kızmıştı. Jack Sawyer’ın şimdiki kişiliğine erişmek için nasıl bir yaşam sürdürdüğü hakkında en ufak bir fikri yoktu.
“Evet,” demişti Jack. “Şansıma, annem çok güçlü bir kadındı.”
Dale bu fırsata dört elle sarılmıştı. “Ebeveynin ne iş yapardı? Kaliforniya’da mı büyüdün?”
“Los Angeles’ta doğup büyüdüm,” demişti Jack. “Annem ve babam eğlence endüstrisinde çalışıyorlardı ama sakın bu yüzden onlar hakkında peşin hüküm verme. İkisi de harika insanlardı.”
Jack akşam yemeğine kalmasını istememiş, Dale’i düşündürenlerden biri de bu olmuştu. Resimlerin geri kalanını asmak için bir buçuk saat daha uğraşmışlar, bu süre boyunca Jack arkadaşça ve kibarca davranmaya devam etmişti, ama boşu boşuna polis olmayan Dale, dostunun yakınlığında inatçı, kaçamak bir hava sezinlemişti: bir kapı azıcık aralanmış, ardından çarpılarak kapanmıştı. “Harika insanlar” sözü, Jack’in ailesini ulaşılmaz bir yere koymuştu. Bir bira molası daha verdiklerinde Dale, mikrodalga fırının yanında, içinde Centralia’daki marketten alınmış malzemelerin bulunduğu birkaç poşet fark etmişti. Saat o sırada akşam sekiz olmuş, French Kasabası’nda akşam yemeği vakti, iki saat geride kalmıştı. Üzerinde hâlâ üniforması olmasa, Jack’in onun yemek yiyip geldiğini varsaydığını düşünebilirdi.
Çözdüğü en zorlu olayın konusunu açarak topu Jack’e atmış, tezgâha yaklaşmıştı. En yakındaki poşetin içinde iki iri parça biftek görmüştü. Midesinden yükselen gurultu mutfakta yankılanmıştı. Gökgürültüsünü andıran sesi duymazdan gelen Jack, “Thornberg Kinderling ne deliydi, ne de aptal, ömür boyu hapse tıkılmayı kesinlikle hak ediyordu,” demişti. “Yardımına gerçekten minnettarım.” Dale anlamıştı. Kapı kesinlikle kapalıydı. Jack’in işi de yasak konulardan biriydi. Geçmişin üzerine bir kapak örtülmüş ve bir daha açılmamacasına kilitlenmişti.
Biralarını bitirdikten sonra son resimleri de asmışlardı. Birlikte geçirdikleri birkaç saat boyunca yüzlerce konudan bahsetmişlerdi, ama sınırları hep Jack belirlemişti. Dale, Jack’in ailesi hakkında sorduğu sorularının akşamın sonunu yakınlaştırdığından emindi ama bunun sebebi neydi? Jack’in gizlediği ne olabilirdi? Ve kimden saklıyordu? işleri bittikten sonra Jack, bir şeyler öğrenebilmek için duyduğu son umutları da suya düşürerek ona sıcak bir şekilde teşekkür etmiş ve arabasına kadar geçirmişti. George Rathburn’un meşhur sözü Dale’in aklından geçmişti: dava bitti, konu kapandı, fermuvarını çek. Tepelerindeki milyonlarca yıldız altında huzur dolu karanlıkta ayakta dururlarken Jack hoşnutlukla iç geçirmiş ve, “Sana ne kadar teşekkür etsem azdır,” demişti. “Los Angeles’a dönmek zorunda olduğum için gerçekten üzülüyorum. Buranın muhteşem güzelliğine inanmakta hâlâ zorlanıyorum.”
93. karayolunu farlarıyla aydınlatan arabanın içinde French Landing’e doğru ilerlerken Jack’in anne ve babasının eğlence endüstrisinin yetişkin oğullarını utandıracak, pornografi gibi bir bölümünde çalışıp çalışmadıklarını merak etmişti Dale. Belki babası, annesinin başrol oynadığı porno filmler yönetiyordu. O tür pis filmler çevirenler, özellikle de işi aile içinde yürütüyorlarsa para içinde yüzerlerdi, iki yüz metre daha ilerledikten sonra, küçük Fairfield Porter tablosunu hatırlamış, varsayımları anlamsızlaşmış, hissettiği tatmin duygusu yok olmuştu. Kamera önünde tanımadığı erkeklerle seks yapan hiçbir kadın, öyle bir resim için para harcamazdı.
Jack’in mutfağına girdik. Herald’ın o günkü baskısı, açılmamış bir şekilde yemek masasının üzerinde duruyordu; gazlı fırının üst sol ön bölümünde yanan mavi alev çemberinin üzerinde, içindeki yağın cızırdadığı siyah bir kızartma tavası vardı. Eski bir eşofman üstü, kot pantolon ve şeker pekmezi renginde İtalyan ayakkabılar giymiş uzun boylu, atletik yapılı, dalgın görünümlü bir adam, elinde tuttuğu paslanmaz çelikten kâsenin içine kırılmış çok sayıda çiğ yumurtayı bir çırpıcıyla karıştırıyordu.
En son on iki yaşındayken New Hampshire’da, boş bir otelin dördüncü katındaki bir odada görmüş olduğumuz güzel çocuk büyümüş, şu an gözlerini, kaşları çatılmış bir halde elindeki parlak kâsenin çok üzerindeki boşluğa dikmiş bu yakışıklı adama dönüşmüştü ama yakışıklılığı, onu ilginç kılan özelliklerin en önemsiziydi. Jack Sawyer’ın ilginç biri olduğu daha ilk bakışta fark ediliyordu. Özel bir endişenin, bir gizemin dalgınlığına düşmüş, derin düşüncelere dalmışken bile Jack Sawyer’ın çatık kaşlı yüzünden inkâr edilemez, üçlü bir otorite yayılıp çevresini etkisi altına alıyordu. Sırf yüzüne bakarak bile onun, boşluğa düşmüş, kendini tehdit altında hisseden ya da çaresiz kalmış İnsanların fırtınanın şiddetinden uzak, güvenli bir limanmışçasına sığınacağı türden biri olduğunu anlayabilirdiniz. Zekâ, kararlılık ve güvenilirlik yüz hatlarına öylesine kazınmış, öylesine ayrılmaz bir parçası haline gelmişti ki, sahip oldukları çekicilik, anlamlarından bağımsız bir hale geliyordu. Bu adam ayna karşısında kendini seyrederek vakit geçirmezdi; kibir, karakterinin bir parçası değildi. Los Angeles Polis Teşkilatı’nda, dosyası takdirnamelerle dolu yükselen bir yıldız oluşu ve FBI tarafından desteklenen, yetenekli polislerin kariyerlerinde ilerlemelerine yönelik yardımcı programlar ve eğitim kurslarına davet edilmesi hiç şaşırtıcı değildi. (Jack’in iş arkadaşlarının çoğu ve amirleri, kendi aralarında konuştukları sıralarda onun kırk yaş civarında San Diego ya da Seattle gibi bir şehrin polis teşkilatının başına geçeceğine, her şey yolunda giderse daha sonra San Fransisco ya da New York’a terfi edeceğine dair inançlarını dile getirirlerdi.)
Çok çarpıcı bir nokta da, Jack’in yaşının, yakışıklılığı gibi konuyla ilgisi olmamasıydı: bundan önce birçok farklı yaşamı olmuş, çoğu insanın kavrayışının ötesindeki yerleri gidip görmüş gibi bir havası vardı. Dale Gilbertson’un ona hayranlık duymasına, umutsuzca yardımını istemesine şaşmamalıydı. Bunu biz de istiyorduk, hele böyle koşullar altındayken; ama şansımız Dale’inkinden fazla değildi. Bu adam emekli olmuştu, çok yazık, kahretsin, vah vah vesaire; artık oyuna dahil değildi, ama John Wayne’in fi/o Bravo filminde Dean Martin’e dediği gibi, omlet yapmak istiyorsan önce yumurtaları çırpman gerekirdi.
“Ve annemin bana söylediği gibi,” dedi Jack kendi kendine yüksek sesle. ‘“Sonny, oğlum,’ dedi. ‘Duke sesini yükselttiğinde, herkes sus pus olur onu dinlerdi, çok sayıdaki politik baltalarından birini biliyordu.’ Ever böyle demişti, tam olarak bu kelimelerle, tıpkı bana söylediği gibi.” Biraz sonra ekledi, “Beverly Hills’de, o güzel sabahta...” Ve sonunda ne yaptığını fark etti.
Karşımızda, fazlasıyla yalnız bir adam duruyordu. Jack Sawyer o kadar uzun bir süredir yalnızdı ki artık bu durumu kabullenmişti, değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmiyor ve yalnızlığın aslında çok da kötü olmadığını düşünüyordu. Örneğin felç ya da Lou Gehrig hastalığı, yalnızlıktan çok daha kötüydü. Yalnızlık programın bir parçasıydı. Dale bile arkadaşının karakterinin bu yönünü fark etmişti, oysa tüm erdemlerine karşın French Landing’in polis şefi psikolojiden neredeyse hiç anlamazdı.
Jack ocağın üzerinde, duvara asılı duran saate bir göz attığında French Landing’e gidip programını bitiren Henry Leyden’ı KDCU binasından almak için daha kırk beş dakikasının olduğunu gördü. Güzel, daha çok vakti vardı, işler planladığı gibi gidiyordu. Şöyle de diyebilirdi: her şey yolunda, hiçbir şey/m yok, çok teşekkürler.
O sabah uyandığında, beyninden zayıf bir ses yükselmiş ve ben bir aynasızım, demişti. Ona hayır, değilim, diye karşılık vermiş ve sonra başından savmıştı. O ses cehennemin dibini boylayabilirdi. Polislik mesleğini, cinayet masasını ardında bırakmıştı...
...atlıkarıncanın renkli ışıkları, Santa Monica rıhtımında ölü yatan zenci adamın kel kafasından yansıyordu...
Hayır. Oraya dönme. Sadece... sadece dönme, o kadar.
Zaten Jack’in o sırada Santa Monica’da olmaması gerekiyordu. Santa Monica’nın kendi polisleri vardı. Bildiği kadarıyla onlar da, Los Angeles Polis Teşkilatı’nın en genç teğmeni, bıçkın çocuk, harika polis Jack Sawyer’ın koyduğu standarda erişemeseler de çok iyi polislerdi. Harika çocuk, müthiş dedektif, en genç teğmen Jack’in o sırada onların sorumluluğundaki bölgede oluşunun tek sebebi, Malibu’da oturan fazlasıyla hoş denebilecek, üzerinde çalıştığı macera ve romantik komedi türlerinde gelecek vaat ettiği düşünülen ve saygı duyulan, etkileyici bir zekâya sahip, ileri görüşlü, çekici ve başarılı senarist, Bayan Brooke Greer ile aralarındaki ilişkinin sona ermesinin ardından Pasifik Sahil Karayolu üzerinde süratle evine doğru ilerlerken Malibu Kanyonu çıkışı altında hüznün sıradışı büyüsüne kapılmış olmasıydı.
Kaliforniya Çıkışı’ndan Santa Monica’ya dönmesinin üzerinden birkaç saniye geçmişti ki, dönme dolabı, parlak renkli ışıkları ve rıhtımdaki insan kalabalığını görmüştü. Karşısındaki sahnenin merkezinden buram buram ekşimsi bir büyü ya da büyülü bir ekşilik yayılıyordu. Jack ani bir huzursuzluğa kapılıp arabasını park etmiş ve karanlığı aydınlatan ışık kümesine doğru yürümüştü. Santa Monica Rıhtımı’na bundan önceki son gelişinde, annesi Lily Cavanaugh Sawyer’ın elini, bir köpeğin sahibinin elindeki tasmasını çekiştirdiği gibi heyecanla tutan altı yaşında bir çocuktu.
Olanlar tamamen bir kazaydı. Tesadüf denemeyecek kadar anlamsızdı. Tesadüfler, büyük bir hikâyenin daha önce birbirleriyle ilgileri olmayan iki unsurunu bir araya getirirdi. Burada birbiriyle ilişkili hiçbir şey olmadığı gibi, büyük bir hikâye de yoktu.
Rıhtımın curcunalı girişine yaklaşırken dönme dolabın hareketsiz durduğunu fark etmişti. Bir ışık çemberinin kenarında sıralanan boş bölmeler cansızca sallanıyordu. Dev makine, Jack’in içinde bir an için dünyayı istilaya gelen, zekice bir kamuflaja bürünmüş, en fazla zararı verebileceği anı bekleyerek pusuya yatan bir uzaylıymış hissi uyandırmıştı. Jack, onun kendi kendine hırıldadığını neredeyse duyar gibi olmuştu. Ya, ne demezsin, diye düşünmüştü, kötü ruhlu bir dönme dolap ha- kendine gel. Kabul etmek istemediğin kadar sarsılmışsın. Daha sonra tekrar önündeki sahneye dönmüştü ve sonunda, rıhtımla ilgili hayalinin, mesleği için çok tanıdık, gerçek hayata dair bir kötülüğü sakladığını anlamıştı. Bir cinayet soruşturmasının ilk evreleriyle karşı karşıyaydı.
Dönme dolaptan yayıldığını sandığı parlak ışıkların bir bölümü aslında Santa Monica devriye araçlarının tepelerindeki yanar döner ışıklardı. Üniformalı dört memur, meraklı sivillerin meydana getirdiği kalabalığı, parlak ışıklarla aydınlatılmış atlıkarıncayı da içine alan, sınırları sarı polis bantlarıyla belirlenmiş suç mahallinden uzak tutmaya çalışıyordu. Jack kendi kendine hiç karışmamasını, çekip gitmesini söylemişti. Orada işi yoktu. Ayrıca atlıkarınca içinde garip, belirsiz, karanlık, kesinlikle hoş olmayan duygular uyandırıyordu. Atlıkarınca, hareketsiz dönme dolaptan daha tüyler ürperticiydi. Atlıkarıncalar onu daima korkutmuştu, değil mi? Gövdelerinden sadistçe geçen çelik çubuklarla bulundukları yere sabitlenen, kazma dişli, boyalı minik atların ürkütücü bir havası vardı.
Uzaklaş buradan, demişti Jack kendine. Sevgilin kıçına tekmeyi bastı. Berbat bir ruh hali içindesin.
Ve atlıkarıncalara gelince...
Manevi bir kurşun perdenin aniden inmesi, atlıkarıncalarla ilgili tartışmayı kesivermişti. Görünmeyen bir güç tarafından itildiğini hisseden Jack, kalabalığın arasından ilerlemeye başlamıştı. Kariyerinin en amatörce hareketini yaptığının yarı bilincindeydi.
Kalabalığın arasından sıyrıldıktan sonra sarı polis bandının altından eğilerek geçmiş, geride kalmasını emreden bebek yüzlü polise rozetini şöyle bir gösterip suç mahallinde ilerlemişti. Yakınlarda bir yerde bir gitarist, Jack’e çok tanıdık gelen bir blues melodisini çalmaya başlamıştı; tam ne olduğunu çıkaracaktı ki melodinin ismi tekrar beyninin derinliklerinde kaybolmuştu. Tecrübesiz, genç polis ona şaşkınlıkla baktıktan sonra Jack’in kendini henüz görmeye hazır hissetmediği, yerde duran uzunca bir şeklin başında ayakta birbirleriyle konuşan dedektiflerden birine danışmaya gitmişti. Müzik onu rahatsız ediyordu. Hem de çok rahatsız ediyordu. Hatta işin aslı, kanını beynine sıçratıyordu. Belki tepkisi, kaynağı düşünüldüğünde biraz aşırıydı, ama hangi salak cinayet yerinin arka planında müzik olması gerektiğini düşünürdü?
Gösterişli ışıklar altında bir donmuş at şaha kalkmıştı.
Jack’in midesi düğümlenmiş, göğsünün derinliklerinde öfkeli ve ısrarlı bir şey, neye mal olursa olsun isimlendirilmemesi gereken bir şey, gövdesini esnetmiş ve kollarını uzatmıştı. Ya da kanatlarını açmıştı. Bu korkunç şey serbest kalmak ve varlığını açığa çıkarmak istiyordu. Kısacası, Jack kusmak zorunda kalacağından korkuyordu. Bu duygu geçince, aklı bir an berraklaştı.
Gönüllü bir şekilde, yavaşça, çılgınlığa doğru yürümüş ve sonra delirmişti. Bunun başka bir tanımı olamazdı. Yüzünde inanmazlık ve öfke ifadelerinin kibar bir birleşimi olduğu halde ona doğru yürüyen dedektif, Santa Monica’ya transferinden önce Jack’in büyük hırsları, şiddet ve kargaşaya yönelik yatkınlığı; rengi, ırkı, inancı veya sosyal statüsü fark etmeksizin tüm sivilleri aşağılayan tavrı ve hakkını vermek gerekirse, etkileyici gözü karalığı ve programa uygun hareket eden, onunla aynı şeyleri, yani paçayı sıyırabildikleri her şeyi yapan tüm diğer polis memurlarına sonsuz sadakatiyle öne çıkan meslektaşı Angelo Leone’ydi. Leone’nin programa uygun hareket etmeyen Jack’e duyduğu hoşnutsuzluk, kendisinden genç olan meslektaşının başarılarının hissettirdiği eziklikle aynı şiddetteydi. Birkaç saniye sonra bu mağara adamı, burnunun dibinde dikilecekti. Jack mağara adamına nasıl bir açıklama yapacağını düşüneceği yerde saplantılı bir şekilde atlıkarıncalar ve gitarlara takılarak dikkatini delirmenin ayrıntılarında yoğunlaştırmıştı. Hareketini açıklamasına imkân yoktu. Kesinlikle mümkün değildi. Onu iterek harekete zorlayan görünmez gücün şiddetinde hiçbir azalma olmamıştı ve Jack’in, Angelo Leone ile görünmez itici güçler hakkında konuşması pek olası değildi. Leone şefine resmi bir şikâyette bulunsa, ona da mantıklı bir açıklama sunamazdı.
Şey, anlarsınız ya, sanki ipleri başkasının elinde olan bir kukla gibiydim, sanki beni bir başkası yönetiyor gibi...
Angelo Leone’nin kalın dudaklarından dökülen sözler, onu bir felaketten kurtarmıştı.
“Sakın bana buraya bir maksatla geldiğini söyleme, küçük hırslı bok.”
Leone’ninki gibi korsanca bir kariyer, resmi bir soruşturma tehlikesi karsısında adamın içindeki korsanı hemen açığa çıkarıyordu. Komşu güçten bir müdahale karşısında stratejik bir gerileme, basın başka bir seçenek bırakmadığında polis memurlarının siciline ve şöhretine işlenecek kötü kayıtlara karşı ç0k küçük bir korunma sağlıyordu. Her on ya da yirmi yılda bir, iyilik budalaları yaygaracılar, mızıldananlar, dedikoducular, öfkeli vatandaşlar ve aptal polisler basının eline akıl almaz kozlar verir, ortalığın darmadağın olmasına yol açarlardı. Leone’nin suçluluk hissiyle ortaya çıkan paranoyası ona, Los Angeles Polis Teşkilatı Cinayet Masası’nın harika çocuğu Jack Sawyer’ın orada bulunuşunun ardında siciline parlak bir başarı ekleme isteğinin olduğunu düşündürmüştü.
Bir pervanenin ateşe çekildiği gibi olay yerine çekildiği şeklindeki açıklaması, Jack’in tahmin ettiği gibi Leone’nin şüphelerini artırmıştı.
“Pekâlâ, demek soruşturma sırasında aniden ortaya çıkışın tamamen bir tesadüf. Güzel. Şimdi beni iyi dinle. Eğer önümüzdeki altı ay içinde ya da herhangi bir zamanda adını bu olayla bağlantılı olarak tesadüfen duyarsam, hayatının geri kalanında tuvalet ihtiyacını bir boru yardımıyla görürsün. Şimdi sittir git de işimi yapayım.”
“Gidiyorum, Angelo.”
Leone’nin ortağı parlayan rıhtımdan onların bulunduğu yere doğru ilerlemeye başlayınca Leone yüzünü buruşturarak onu bir el hareketiyle geldiği yere geri göndermişti. Jack’in gözlen düşüncesizce, hiç niyeti olmadığı halde, uzaklaşan dedektifin biraz ötesinde, atlıkarıncanın önünde yatmakta olan cesede kaymıştı. Göğsünün ortasındaki öfkeli yaratık öncekinden çok daha şiddetli bir şekilde kıvranmış, kıpırdanmış, kanatlarını, kollarını, pençelerini, her ne iseler onları açmış ve olağanüstü bir güçle bağlı olduğu yerden kurtulmaya, yükselmeye çalışmıştı.
Kanatlar, kollar, pençeler, Jack’in akciğerlerini parçalıyordu, iğrenç tırnaklar, mide duvarlarını yırtıyordu.
Bir cinayet masası dedektifinin, hele hele bir cinayet masası teğmeninin asla, ama asla yapmaması gereken hareket buydu: bir cesetle karşı karşıya kaldığında kusmak. Jack bu yasağı ihlal etmemek için olağanüstü bir çaba göstermişti. Boğazı, midesinden yükselen safrayla yanıyordu. Gözlerini kapatmıştı. Gözkapaklarında kuyrukluyıldızları andıran parlak noktalar belirmişti. İçindeki hain, kuvvetli yaratık, onu tutan dizginleri zorlamaya devam ediyordu.
Dostları ilə paylaş: |