Balıkçı, Irma Freneau’yu Chase Caddesi’nden alıp nasıl olduğunu bilmediğimiz bir şekilde caddeyi ve Lyall Yolu’nun tamamını aşıp, 7-Eleven’ın yanından, Wanda Kinderling’in için için öfkeden kudurup kafayı çektiği evin ve Goltz’s’ün uzay gemisini andıran parlak binasının önünden geçirerek kasaba merkezi ve çiftlikler arasındaki sınırın ötesine taşımıştı.
Onu delik deşik Coca-Cola tabelasının yanındaki kapıdan içeri soktuğu sırada Irma hâlâ hayattaydı. Çırpınmış, çığlık atmış olmalıydı. Balıkçı onu en arkadaki duvarın önüne getirmiş, yüzüne indirdiği darbelerle onu susturmuştu. Büyük ihtimalle onu boğazını sıkarak öldürmüştü. Sonra onu yere uzatıp bacaklarını düzeltmişti. Beyaz New Balance ayakkabılar hariç, onu kaldırımdan kaçırdığında belden aşağısında hangi giysiler varsa hepsini; kot pantolonunu, iç çamaşırını üzerinden çıkarmıştı. Balıkçı, ondan sonra kurbanının sağ bacağını kesmişti. Geniş ağızlı büyük bir bıçakla, bir testere ya da bir satırın yardımı olmaksızın bacağı, gövdenin kalan kısmından ayırana dek et ve kemiği kesmişti. Ve sonra muhtemelen bileğe indirdiği iki ya da üç darbeyle ayağı, bacaktan ayırmıştı. Ve beyaz ayakkabının içindeki küçük ayağı bir kenara fırlatmıştı. Irma’nın ayağının Balıkçı için bir önemi yoktu. Onun istediği, bacaktı.
İşte dostlarım bu, gerçek uğursuzluk işaretiydi.
Irma Freneau’nun küçük, hareketsiz bedeni, eriyip, çürüyen yer tahtalarına karışmak istermişçesine tabana yayılmıştı. Sinekler, söyledikleri şarkıya keyifle devam ediyorlardı. Köpek hâlâ ağzını sulandıran ödülünü ayakkabının içinden çıkarmaya uğraşıyordu. Saf Ed Gilbertson o an hayata dönüp yanımızda belirecek olsa, dizleri üstüne çöküp ağlayabilirdi. Ama biz...
Ağlamak için burada değildik. En azından Ed gibi dehşet dolu bir utanç ve inanmazlıkla değil. Bu mezbelede korkunç bir sır yer almıştı ve bunun sonuçlarıyla izleri etrafımızdaki her şeyi sarmıştı. Biz buraya, sırrın bir kuyruklu yıldız gibi ardında bıraktığı izleri, görüntüleri, izlenimleri gözlemlemeye ve kaydetmeye gelmiştik. Tüm ayrıntılar dile geliyor, korkunç sırrın ardında bıraktığı dehşeti, şiddetinde bir azalma olmaksızın bize taşıyordu. Önümüzdeki sahneden derin, çok kuvvetli bir çekim yükseliyor ve kendimizi küçük hissetmemize yol açıyordu. Küçük düşmüşlük, gösterdiğimiz en belirgin ilk tepkiydi. Bu his olmasa işin özünü kaçırırdık; sırrı fark edemez, domuzlar gibi sağır, kör ve cahil olurduk. Karşımızdaki sahneyi hakkını vererek onurlandırmalıydık; vızıldayan sinekleri, kesik ayağı dişleyen köpeği, zavallı Irma Freneau’nun solgun cesedini, başına gelen felaketin kendi küçüklüğümüzle belirginleşen büyüklüğüyle kıyaslandığında su buharından fazla bir şey değildik.
Irma’nın cesedinin bir buçuk metre kadar ötesindeki yan duvarın boş penceresinden içeri şişman bir arı girdi ve kulübenin arka tarafında ağır ağır araştırıcı bir tur attı. Hızla çırptığı kanatlarının bulanık görüntüsünün ardındaki gövdesi uçabilmesi için fazla ağırmış gibi; görünmesine rağmen büyük bir rahatlık, akıcılık ve kasıtlı bir yavaşlıkla yerdeki kan gölünden oldukça yüksekte geniş bir yay çizdi. Sinekler, köpek ve Irma ona aldırmadılar.
Bizim içinse bu dehşet odasının arka kısmında mutluluk içinde uçan bu yeni konuk, tesadüfi bir yolcu olmaktan çıkıp, etrafımızı saran ağır sırrın bir parçası haline gelmişti. O da sahnedeki ayrıntılardan biriydi, o da bize küçüklüğümüzü hatırlatıyordu. İri, ağır kanatlarının diğer sesler arasından seçilebilecek kadar güçlü vızıltısı, açgözlü sineklerin yaydığı uğultunun tam ortasından geliyordu. Mikrofonun önündeki bir solistin, arkasındaki koroyu yönlendirmesi gibi, arı da sinekleri yönetiyordu. Sesler birleşti ve yükseklikleri ciddi bir boyuta ulaştı. Arı, doğu yönündeki duvarının tahtaları arasından süzülen güneş ışığının aydınlattığı alana girdiğinde gövdesinin sarı altın renkleriyle kanatları ışıldadı ve böcek, karmakarışık, uçan bir mucizeye dönüştü. Katledilmiş kızın vücudu, kanlı yer tahtalarının içine geçercesine yassılaştı. Bu sahne karşısında hissettiğimiz küçük düşmüşlük duygusu, sahnenin yarattığı şiddetli çekime duyduğumuz takdir, anlayış kapasitemizin ötesinde güçlerin, her an işbaşında ve var olan bir kudretin sadece böyle anlarda algılanabilen varlığını görmemize yardımcı oldu.
Onurlandırılmıştık ama bize bahşedilen, dayanılması güç bir onurdu. Konuşan arı bir çember çizerek tekrar içeri girdiği pencereye döndü ve bir başka dünyaya geçti. Biz de onu takip ederek pencereden çıktık ve güneşe, gökyüzüne doğru yükseldik.
Maxton Bakım Merkezi’ndeki dışkı ve idrar kokusu; 35 numaralı karayolunun kuzeyindeki acayip evdeki huzursuzluk veren, akıl karıştıran uğursuzluk hissi; Ed’in Abur Cuburları Yeri’ndeki kan gölü ve sineklerin vızıltısı. Öğk! İğk! French Landing’de hoş bir şey olup olmadığını merak etmeye başlamıştık. Gördüğümüzde içimize bir sıcaklık yayacak, suratımıza bir gülümseme konduracak hiçbir şey yok muydu?
Bu sorunun yanıtı kısaydı: hayır. French Landing’in sınırları boyunca sık aralıklarla üzerinde şöyle bir yazı olan büyük tabelalar aşılmalıydı: DİKKAT! UĞURSUZLUK İŞBAŞINDA! KENDİ EMNİYETİNİZ İÇİN ARDINIZA BAKMADAN GEÇİP GİDİN!
Burayı etkisi altına alan büyü, Balıkçıbüyüsü’ydü. “Hoş” şeyler bir süreliğine tedavülden kalkmıştı. Ama hiç olmazsa şimdiye kadar gördüklerimizden daha iyi bir yere gidebilirdik ve aslında bunu yapabilirken gitsek iyi olacaktı çünkü bir molaya ihtiyacımız vardı. Belki uğursuzluktan kaçabilmemize imkân yoktu ama en azından yataklara pisletilmeyen ve yerlerin kan gölüne dönmediği (en azından şimdilik) bir yere gidebilirdik.
Böylece arı kendi yoluna, biz de kendi yolumuza gittik: bizim yolumuz, güneybatıya doğruydu. Canlılık ve oksijen fışkıran -dünyada böyle bir başka koku daha yoktu, en azından bu dünyada- ormanın üzerinden geçerek tekrar insan eliyle dikilmiş yapıların olduğu alana vardık.
Kasabanın bu bölümüne 1976’da French Landing Şehir Meclisi tarafından Libertyville ismi verilmişti. Buna inanmayacaksınız ama Hamburger Kralı Ed Gilbertson da iki yüz yıllık geçmişi olan bu meclisin bir üyesiydi. O günler garip zamanlardı, dostum, gerçekten öyleydi. Ama yine de bu son günlerdeki kadar değildi, elbette. Hâlâ garip olmakla birlikte artık French Landing’de, uğursuzluk dolu Balıkçıgünleri yaşanıyordu.
Libertyville’in caddelerinin yetişkinlerin renkli, çocuklarınsa acı verici bulduğu isimleri vardı. İkinci grubun bazı üyeleri buraya karın ağrısı kent derdi. Tatlı sabah havasında süzülüp alçaldık. (Hava ısınmaya başlamıştı bile, bugün tam Çilek Festivali’ne uygun bir gün olacağı kesindi.) Camelot Caddesi’nde sessizce ilerleyip Camelot’un Avalon ile birleştiği yerden dönerek Avalon’dan Bakire Marian Yolu’na yöneldik. Bakire Marian’dan çıkıp -sakın şaşırmayın-, Robin Hood Sokağı’na girdik.
Yükselmekte Olan Dürüst ve Çalışkan Aile kavramına tam tamına uyacak küçük, şirin bir ev olan 16 numaranın mutfak pencerelerinden biri açıktı. Dışarıya uğursuzluğu inkâr eden (ama biz işin aslını biliyorduk; bir çocuğun sandviç ekmeğinin arasındaki sosisi ısırması gibi ayakkabının içindeki et parçasını yemeye çalışan köpeği işbaşında görmüştük) kahve ve kızarmış ekmek kokuları yayılıyordu. Kokuyu takip ederek içeri girdik. Görünmez olmak güzeldi, değil mi? Tanrısal sessizliğimizde izlemek. Ama ah bir de tanrısal gözlerimizle tanık olduklarımız daha az üzücü olsaydı! Ama bunları kabullenmiştik. Artık eğrisiyle doğrusuyla sonuçlanana dek bu olayın içindeydik ve işimize baksak iyi olurdu. Bu bölgede söyledikleri gibi, gün ışığını boşa harcamamak gerekirdi.
16 numaralı evin mutfağında, resmi, altında Ayın Satış Elemanı ibaresiyle French Kasabası Çiftlik Araçları binasının satış bölümünün bir duvarını süsleyen, Fred Marshall vardı. Ayrıca son dört yılın üçünde (Ted Goltz iki yıl önce değişiklik olsun diye ödülü Otto Eisman’a vermişti), Yılın Çalışanı seçilmişti ve işbaşındayken etrafına kişilik, kalite, neşe, yani genel anlamda bir hoşluk yayardı. İyi bir şey mi istiyordunuz? Bayanlar baylar, karşınızda Fred Marshall!
Ama bu sabah, yüzünde alışılagelmiş güven dolu gülümsemesinden eser yoktu. Her zaman özenle taradığı saçları daha tarak yüzü görmemişti. Üzerinde her zaman giydiği ütülü pantolon ve spor gömleği yerine bir Nike şort ve kolları kesilmiş bir tişört vardı. Mutfak tezgâhının üzerinde La Riviere Herald’ın o günkü baskısı duruyordu.
Son zamanlarda Fred’in sorunları vardı -daha doğrusu karısı Judy’nin sorunları vardı, ama onları kutsal evlilik bağıyla birleştiren rahip, iyi ve kötü günde birbirlerine destek olmalarını söylemişti- şimdi gazetede okudukları da kendini daha kötü hissetmesine sebep oluyordu. İlk sayfada “BALIKÇI HÂLÂ İŞBAŞINDA” başlığını taşıyan haber, herkesin sevgilisi skandallar yazarı Wendell Green’e aitti.
İlk sütunda -okurken Fred’in aklından korkunç ve dehşet verici kelimelerinin geçmesine yol açan- ilk iki cinayet anlatılıyordu. Gözleriyle tezgâhın üzerindeki gazetenin yazılarını takip ederken bir yandan da önce bir dizini, sonra diğerini göğsüne doğru çekerek kaslarını gevşetiyor, sabah koşusuna hazırlanıyordu. Bir sabah koşusu kadar uğursuzluktan uzak ne olabilirdi? Wisconsin’de böyle güzel bir şekilde başlayan bu harika günü ne mahvedebilirdi ki?
Pekâlâ buna ne dersiniz?
Kederle yüreği parçalanan babasının dediğine göre Johnny Irkenham’ın hayalleri basitti. [Kederle yüreği parçalanan baba, diye içinden tekrarladı Fred kaslarını esnetirken üst katta uyuyan oğlunu düşündü. Tanrım, yalvarırım bana o acıyı tattırma. Korktuğunun çok kısa bir süre sonra başına geleceğinden haberi yoktu.] “Johnny büyüyünce astronot olmak istiyordu,” dedi George İrken-ham yüzünü kısacık bir süreliğine aydınlatan gülümsemesiyle. “Ama aynı zamanda French Landing İtfaiye Teşkilatı’na girip yangınları söndürmek ve bir kanun savunucusu olup suçluları yakalayarak hapse tıkmak da istiyordu.”
Bu masum hayaller, asla tasvir edemeyeceğimiz korkunç bir kâbusla son buldu. [Ama anlatmayı deneyeceğinden eminim, diye düşündü Fred yüzünü buruşturarak ve bacaklarını yanlara doğru esnetmeye başladı.] Parçalanmış cesedi, bu hafta başında Centralia’da yaşayan Spencer Hovdahl tarafından bulundu. First Farmer Eyalet Bankası kredi bölümü memurlarından biri olan Hovdahl, komşu kasabalardan birinde yaşayan John Ellison’a ait, French Landing’deki terk edilmiş bir çiftliğin devir işlemlerini başlatmak için denetliyordu. “Aslında en baştan oraya gitmeyi hiç istememiştim,” dedi Hovdahl. “Bu işlemlerden nefret ederim. [Spence Hovdahl’ı şahsen tanıyan Fred, onun “işlem” yerine daha ağır bir laf söylemiş olduğundan emindi.] Kümese girdikten sonra, orada olmak fikrinden iyice nefret etmeye başladım. Her taraf yıkık dökük, tüm yapı çürüktü. Aslında arıların sesini duymamış olsam zaten oraya kesinlikle girmezdim. İçeride bir kovan olabileceğini düşündüm. Arılar her zaman ilgimi çekmiştir, çok da meraklanmıştım. Tanrı şahidimdir gerçekten merak etmiştim. Sanırım bir daha hiçbir şeyi merak etmeyeceğim.”
Kümesin içinde bulduğu, bir arı kovanı değil, yedi yaşındaki John Wesley Irkenham’ın cesediydi. Ceset parçalara ayrılmış ve her parça, kümesin çürüyen çatı kirişlerine zincirlerle asılmıştı. Polis Şefi Dale Gilbertson bu konuda bir yorum yapmamıştı, ama La Riviere’deki güvenilir polis kaynakları; gövde, bacaklar ve kalça üzerinde diş izleri olduğunu...
Tamam, bu kadarı Fred için yeterliydi, daha fazlasına ihtiyacı yoktu. Gazeteyi katladı ve tezgâhın ucunda duran kahve makinesine doğru itti. Onun çocukluğunda gazetelerde asla böyle haberler yayınlanmazdı. Ve Tanrı aşkına, niçin Balıkçı deniyordu? Neden her canavara akılda kalıcı bir isim takıp onu Ayın Meşhur Ruh Hastası’na çevirmek zorundaydılar?
Elbette o, Tyler’ın yaşındayken böyle olaylar olmuyordu ama önemli olan prensipti... işin lanet olası prensibi...
Fred esneme hareketlerinin sonuna geldiğinde, Tyler’la konuşmayı aklının bir köşesine not etti. Cinsel organının neden bazen sertleştiğini sorduğu konuşmalarından daha zor olacaktı ama yapılması şarttı. Grup sistemi, diyecekti Fred oğluna. Artık arkadaşlarının yanından ayrılmayacaksın, Ty. Bir süreliğine tek başına çıkıp etrafta dolaşmayacaksın, anlaştık mı?
Yine de, Ty’ın öldürülmesi fikri Fred’e uzak geliyordu; böyle şeyler dramatik TV dizilerinde ya da belki bir Wes Craven filminde olurdu. Örneğin Çığlık4: Balıkçı. Aslında öyle bir film zaten vardı? Üzerinde balıkçı yağmurluğuyla, gençleri bir çengelle öldüren bir psikopat katilin olduğu bir film? Belki. Ama küçük çocukları, Amy St. Pierre ve Johnny Irkenham gibi bebekleri öldürmüyordu. Lanet dünya sanki gözlerinin önünde küçük parçalara ayrılıyordu.
Çökmek üzere olan bir kümeste, zincirlerin ucundan sarkan vücut parçaları bölümü Fred’in aklından çıkmıyordu. Bu gerçek olabilir miydi? Burada, Tom Sawyer ve Becky Thatcher’ın memleketinde böyle bir şey gerçekten olabilir miydi?
Neyse, dedi kendi kendine. Koşu zamanı gelmişti.
Belki bu sabah gazete gizemli bir şekilde ortadan kaybolsa iyi olur, diye düşünerek gazeteyi aldı ve karton kapaklı kalın bir kitaba benzeyinceye dek katladı (ama manşetin bir kısmı onu suçlarcasına hâlâ görünüyordu: BALIKÇI HÂLÂ). Belki de gazete... esrarengiz bir yolculukla evin arkasındaki eski çöp varilini boylamıştı... olamaz mıydı?
Evet, iyi fikirdi. Çünkü Judy son günlerde biraz garipleşmişti ve Wendell Green’in Balıkçı hakkındaki nabız yükselten yazılarının bu duruma olumlu etkisinin olmayacağı kesindi (Isırılmış gövde ve bacaklar, diye düşünerek Fred sabah sessizliğine bürünmüş evinde kapıya doğru ilerledi, hazır sipariş almaya başlamışken garson, bir parça da o hoş, küçük kalçadan alayım, az pişmiş olsun). Judy son günlerde gazete okumayı takıntı haline getirmişti. Hiç yorum yapmıyordu ama Fred onun gözlerinin fıldır fıldır dönmesinden ve yapmaya başladığı diğer birkaç garip tikten hiç hoşlanmıyordu: örneğin dilinin ucunu sürekli üst dudağına dokundurması... hatta, son iki gün içinde, dilinin neredeyse uzayıp, burnunun alt kısmına, iki deliğin arasına değdirdiğini görmüştü. Önceki akşam haberleri izlerken gözleriyle görmüş olmasaydı buna inanmazdı. Gün geçtikçe gece daha erken yatıyor, bazen uykusunda konuşuyordu. İngilizceye benzemeyen garip, anlaşılmaz kelimeler geveliyordu. Bazen Fred onunla konuşurken, cevap vermeden gözlerini iri iri açıp boşluğa dikiyor; dudakları hafifçe kıpırdıyor, ellerini ovuşturup duruyordu (tırnakları oldukça kısa kesilmiş olmasına rağmen ellerinin üstlerinde kesikler ve çizikler belirmeye başlamıştı).
Annesinin gün geçtikçe artan tuhaflıklarını Ty da fark etmişti. Cumartesi günü, baba oğul öğle yemeklerini yerken Judy üst katta, uzun öğle uykularından birine yatmıştı ki bu da yeni alışkanlıklarından biriydi. Çocuk durup dururken, “Annemin nesi var?” diye sorup onu gafil avlamıştı.
“Ty, annenin hiçbir şeyi...”
“Var! Tommy Erbter onun bugünlerde kafayı sıyırdığını, sürekli sarhoş gibi gezdiğini söylüyor.”
Ve Fred, neredeyse domates çorbasıyla peynirli tostları bir yana fırlatıp oğlunun yüzüne bir yumruk mu atmıştı? Tek evladına? Annesi için endişelenmekten başka bir şey yapmayan sevgili Ty’a mı vurmuştu? Tanrı yardım etsin, daha önce oğlunu yumruklayabileceği aklının köşesinden bile geçmezdi, ama yapmıştı.
Fred, kapının dışında, caddeye uzanan dar, beton yolda olduğu yerde koşmaya, birbiri ardına derin nefesler çekip ciğerlerine oksijen doldurmaya başladı. Bu, genellikle gününün en güzel saatleriydi (Judy ile sevişmedikleri varsayıldığında, ki son günlerde bu çok nadir olmuştu). Önündeki dar yol sadece bir başlangıçtı. French Landing, Libertyville’den yola çıkıp kendini bir anda New York’ta... San Francisco’da... Bombay’da....Nepal’in dağ geçitlerinde bulabileceğini düşlemeyi seviyordu. Kapısının bir adım ötesi, dünyaya hatta evrene bir davetti ve Fred Marshall bunu içgüdüleriyle biliyordu. John Deere traktörleri ve Case biçerdöverleri satıyor olabilirdi, evet, ama hayal gücünden yoksun değildi. Judy ile Madison Üniversitesi’ne devam ederlerken, ilk kez, kampusun hemen dışındaki, espresso caz ve şiir cenneti denen Chocolate Watchband’de buluşmuşlardı. Öfkeli sarhoşların okudukları, Allen Ginsberg ve Gary Snyder şiirleri, Chocolate Watchband’in ucuz ve cızırtılı hoparlörlerinden yayılırken birbirlerine âşık olduklarını söylemek yanlış olmazdı.
Fred derin bir nefes daha çekti ve koşmaya başladı. Robin Hood Sokağı’ndan Bakire Marian Yolu’na ilerledi ve Deke Purvis’e el salladı. Deke sırtında bornozu, ayağında terlikleriyle kapının önünden Wendell Green’in günlük karabasan dozunu almaya çıkmıştı. Fred biraz hızlanıp Avalon Caddesi’ne döndü.
Keşke koştukça kafasına üşüşen endişelerden de kurtulabilseydi.
Judy, Judy, Judy, diye düşündü Cary Grant sesiyle (bu, hayatının aşkıyla uzun zaman önce paylaştığı küçük bir şakaydı).
Karısının uykudayken sayıkladığı saçmalıkları düşündü. Gözleri de durmadan fıldır fıldır dönüyordu. Üç gün önce onun peşinden mutfağa girdiğinde karısını orada bulamadığını da unutmamalıydı; Judy birdenbire arkasındaki merdivenlerde belirmişti. Fred onun bunu nasıl yaptığından çok neden yaptığını merak etmişti; arka merdivenlerden hızla çıkıp ön tarafa dolanmış olmalıydı (böyle yapmıştı mutlaka, Fred’in aklına gelen tek yol buydu). Sonra diliyle sürekli hafifçe vurma ve okşama hareketleri yapıyordu. Fred bütün bunların ne anlama geldiğini biliyordu: Judy dehşet içinde bir kadın gibi davranıyordu. Bu şekilde davranmaya Amy St. Pierre’in öldürülmesinden önce başlamıştı, bu durumda sebep Balıkçı değildi ya da tamamen Balıkçı değildi.
Çok önemli bir nokta daha vardı. Son birkaç hafta önce sorsalar, Fred karısının dünyada hiçbir şeyden korkmadığını söyleyebilirdi. Bir elli sekiz boyundaydı (onu tanıştırmaya götürdüğünde büyükannesi, “Şu hale bak, tıpkı bir çocuk gibi,” demişti) ama Judy bir aslanın, bir Viking savaşçısının yüreğine sahipti. Bu ne yalan, ne abartma ne de şiirsel saçmalıktı. Sadece, basit bir gerçekti. Ve Fred’i en çok korkutan da karısının önceki haliyle şu son halleri arasındaki zıtlıktı.
Hızını iyice arttırıp trafiği kontrol etmeden Avalon’dan Camelot’a geçti. Her zamankinden daha hızlı, sanki bir yarışa katılmış gibi koşuyordu. Judy ile çıkmaya başlamalarından yaklaşık bir ay sonra meydana gelen bir olayı hatırladı.
Bir gün öğleden sonra yine Chocolate Watchband’e oldukça ünlü bir caz dörtlüsünü dinlemeye gitmişlerdi. Aslında müziği pek dinlemediklerini hatırlıyordu. Judy’ye Tarım Fakültesi’nde okumaktan (bazı ahmakların deyişiyle Möö Üniversitesi) ve dile getirilmediği halde, mezun olduktan sonra French Landing’e dönüp aile çiftliğinde Phil’e yardım etme beklentisinin hiç hoşuna gitmediğini anlatıyordu. Hayatının geri kalanını Phil ile çiftlikte geçirme fikri Fred’in tüylerini diken diken ediyordu.
Masanın üzerinden elini tutup, ne istiyorsun o halde, diye sormuştu Judy. Mum ışığı ve orkestranın çaldığı “I’ll Be There for You”‘* şarkısı eşliğinde, çok hoş bir ortamdaydılar.
Bilmiyorum, demişti Fred. Ama Möö Üniversitesi yerine İşletme bölümünde olmalıydım, Jude. Satış işinde, tarımdan çok daha iyiyim.
Neden bölüm değiştirmiyorsun?
Çünkü aileme göre...
Hayatını yaşayacak olan ailen değil, sensin Fred.
Söylemesi kolay, diye düşündüğünü hatırlıyordu. Ama sonra oradan çıkıp kampusa dönerken bir şey olmuştu. Öyle inanılmaz ve hayatın işleyişine dair fikirlerinin ötesinde bir olaydı ki Fred aradan on üç yıl geçmiş olmasına rağmen o günü düşündüğünde hâlâ hayrete düşüyordu.
Hâlâ geleceği ve ortak geleceklerini konuşuyorlardı (Bir çiftlikte yaşayabilirim, demişti Judy. Ama sadece eşim çiftçi olmayı seçerse). Bu konuya iyice dalmışlardı. Çevrelerine, nerede olduklarına pek dikkat etmeden, ayaklarının götürdüğü yere gidiyorlardı. Sonra, State ve Gorham caddelerinin kesiştiği yerden gelen acı bir fren sesi ve metalik bir gürültü konuşmalarını bölmüştü. Fred ve Judy o yöne baktıklarında eski bir Ford ile bir Dodge kamyonetin çarpışmış olduğunu görmüşlerdi.
Gorham Caddesi’nin sonundaki kırmızı ışığı görmediği belli ol?n, kahverengi takım elbiseli orta yaşlı bir adam, titrekçe Ford’dan dışarı çıkmıştı. Hem sarsılmış, hem korkmuş görünüyordu. Fred, kamyonetten çıkıp orta yaşlı adama yaklaşan ve elinde demir bir çubuk taşıyan iriyarı (kot pantolonun belinden taşan göbeğini hatırlıyordu) genci fark edince yaşlı adamın korkmasının çok normal olduğunu düşünmüştü. Seni lanet olası dikkatsiz orospu çocuğu! İriyarı genç öfkeyle haykırıyordu. Kamyonetime ne yaptığına bir bak! Bu babamın kamyoneti seni kahrolası pislik!
Rickman’s Hırdavat’ın önünde, olayları büyülenmiş bir şekilde seyreden Fred, orta yaşlı adamın ellerini kaldırıp irileşen gözlerle gerilediğini görünce oh, hayır bayım, bu çok kötü bir fikir, diye düşünmüştü. Ne kadar öfkeli olursa olsun böyle bir adam karşısında gerilememen, üzerine gitmelisin. Onu kışkırtıyorsun onu kışkırttığını görmüyor musun? Karşısında gelişen sahne onu öylesine büyülemişti ki Judy’nin elinin artık avucunun içinde olmadığını fark etmemişti. Hastalıklı bir tür beklentiyle orta yaşlı adamın kekeleyerek gerilemesini izliyordu. Adam titrek sesle çok üzgün olduğunu söylüyordu... tamamen onun suçuydu, bakmıyordu, düşünmüyordu... sigorta kâğıtları... Eyalet Bankası... bir şema çizilse... polis raporu...
Bu arada iriyarı genç hâlâ yaklaşıyor, demir çubuğu avucuna vuruyor, karşısındaki adamın söylediklerini dinlemiyordu. Konu sigorta ya da hasarın karşılanması değildi. Konu, kendi halinde araba kullanıp Johnny Paycheck’ten ‘Take This Job and Shove lt in”** şarkısını dinleyerek yolunda giderken bu Bay Orta Yaş’ın onu ölesiye korkutmuş olmasıydı. İriyarı genç, yaşadığı korkunun intikamını almak niyetiyle kamyonetten dışarı fırlamıştı. Ve intikamını alacaktı, almalıydı, çünkü karşısındaki adamdan yayılan savunmasızlık ve korkunun idrar sarısı kokusu onu kışkırtıyordu. Çiftçi köpeği ve tavşan gibiydiler ve tavşan köşeye sıkışmıştı. Bay Orta Yaş gerileye gerileye arabasının yan tarafına dayanmıştı. Az sonra demir çubuk kafasına inecek ve etrafa kan fışkıracaktı.
Ama ne demir çubuk savruldu, ne de etrafa bir damla olsun kan sıçradı, çünkü ufacık boyuyla Judy DeLois orada bitmiş, iki adamın arasına girmiş, korkusuz bakışlarını iriyarı gencin öfkeyle kızarmış yüzüne dikmişti.
Fred onun oraya nasıl olup da o kadar hızlı gittiğini merak ederek gözlerini kırpıştırmıştı. (Çok daha sonra onun ardından mutfağa girdikten sonra Judy’nin ayak seslerini arkasındaki basamaklarda duyduğunda da aynı şekilde hissedecekti.) Ve sonra ne olmuştu? Judy iriyarı gencin koluna vurmuştu! Şak diye, kaslı koluna bir şaplak indirmiş, beş parmağı, gencin yırtık mavi tişörtünün kolunun altında kalan güneş yanığı, çilli derisi üzerinde beyaz bir iz bırakmıştı. Fred bunu görmüş ama gözlerine inanamamıştı.
Kes şunu! diye bağırmıştı Judy iriyarı gencin şaşkın, afallamış suratına doğru. Elindekini indir, bu kadarı yeter! Aptallık etme! Birkaç yüz dolarlık hasar yüzünden hapse mi düşmek istiyorsun? Bırak elindekini! Aklını başına topla koca velet! İNDİR... ELİNDEKİNİ!
Fred iriyarı gencin demiri indireceğinden kesinlikle emindi; ama yere değil, güzel sevgilisinin başına. Oysa Judy, gözünü bile kırpmadan kendisinden en az otuz santim uzun, elli kilo ağır olan ve karşısında bir kule gibi dikilen genç adamın suratına bakıyordu. Bir santim bile gerilememişti. Tabii o gün etrafına korkunun idrar sarısı kokusunu yaymıyor, gözleri çılgınca etrafını taramıyor, dilinin ucuyla üst dudağına veya burnunun alt kısmına dokunmuyordu.
Birkaç saniye sonra iriyarı genç, elindeki demiri indirmişti.
Sayıları yaklaşık otuzu bulan seyircilerden bir alkış kopana dek Fred olay yerine kalabalığın toplandığını fark etmemişti. Göğsü gururla kabararak o da alkışa katılmıştı. Judy o an ilk kez şaşkınlığını belli etmişti. Ama duruşunda hiçbir değişiklik olmamıştı. Sonra Bay Orta Yaş’ı kolundan çekiştirdi ve iki adama zorla el sıkıştırdı. Polisler geldiğinde iriyarı genç ve orta yaşlı adam kaldırımın kenarında yan yana oturmuşlar, birbirlerinin sigorta evraklarını inceliyorlardı. Olay tatlıya bağlanmıştı.
Fred ve Judy tekrar el ele tutuşup kampusa doğru yürümeye başlamışlardı. Fred uzun süre konuşmamıştı. Ona duyduğu şaşkınlık ve hayranlık karışımı duygu muydu sessizliğinin sebebi? Öyle olduğunu sanıyordu. Sonunda; bu inanılmazdı, demişti.
Judy ona kaçamak bir bakış atıp huzursuzca gülümsemişti. Hayır değildi, demişti. Eğer tanımlaman gerekirse buna iyi bir vatandaşlık örneği diyebilirsin. O gencin hapse düşmek üzere olduğunu anladım ve bunun gerçekleşmesini ne de diğer adamın da yaralanmasını istemedim.
Dostları ilə paylaş: |