İslâm davetçisi, her an kendisini tek başına göreve gönderilmiş bir Mus'ab b. Umeyr veya Muaz (r.a.) gibi kabul etmelidir. Sorumluluk bilinci, dirayeti, üslubu onlar gibi olmalıdır. Hatta onların da örnek aldığı Peygamber (s.a.v.)'in örnekliliği gözetilmelidir.
islâm davetçilerinin, insanları, Allah'ı layıkıyla tevhİd edip anmaya çağırırken takınacakları kararlı ve net tavır, hiç kuşkusuz birçok itham ve suçlamaları da beraberinde getirecektir. Muhatapları, onları, olanca hırs ve nefretleriyle karşılayacaktır. Tevhid tarihi boyunca Peygamberlere söyledikleri, "Sen bundan önce İçimizde ümit beslenen birisiydin, sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin" (Hûd/62) v.s suçlamaları ile psikolojik töhmet ve eziklik altında bırakmaya çalışacaklardır. Kendilerinin ve yoldaşlarının Allah'a olan düşmanlıkları hiç umurlarında olmazken müslumanların, "mücrimlerin ve mü'minlerin yolu"nu açıklamasına tahammül edemeyeceklerdir. Bu konuda îmam Seyyid Kutub şunları söyler:
"Allah'tan başka ilah bulunmadığına şahidlik; yüce Allah'ın tek başına evrenin yaratıcısı olduğuna ve orada dilediği gibi tasarrufta bulunduğuna, kulların ibadet kastı taşıyan davranışların! ve hayatla ilgili eylemlerini sadece O'na sunacaklarına, kulların, yasalarını sadece O'ndan edineceklerine, hayatlarına ilişkin konularda tek başına O'nun hükümlerine boyun eğeceklerine inanmakta somutlaşmaktadır."366
"tslâmî hareketlerin düşmanları bu gediği çok iyi biliyorlar. Bu yüzden gediğin biraz daha genişlemesi, sorunun laçkalaşması, birbirine girip karmakarışık olması için yoğun çaba sarfetmektedirler. Öyle ki, gerçek sözü açıkça söylemek insanı alnından ve ayaklarından bağlayan bir töhmete düşürür. "Müslümanları tekfir ediyorlar" töhmetine... İslâm ve küfür konusunda hüküm verme, bu konuda İnsanların örf ve geleneklerine başvurma yanlışına dönüşür. Yüce Allah'ın ve Peygamberinin sözlerine değil.
İşte en büyük zorluk budur. Her nesilden Allah davasının taraftarlarının aşması zorunlu olan bir engeldir bu.
insanları Allah'ın yoluna davet edenler, gerçek ve kesin sözü söyleme konusunda uzlaşmaya, yağcılığa yeltenmemelidirler, içlerinde bir korku ve endişe duymamalıdırlar. Kınayanın kınamasından ya da "Bakın, müslümanları tekfir ediyorlar." diye bağıran çığırtkanlardan etki-lenmemelidirler.
Kuşkusuz birtakım aldanmışlann sandığı gibi islâm'ın Öyle bir ciddiyetsizlik, bu tür bir cıvıklıkla İlgisi yoktur. İslâm açık seçik ortadadır. Küfür de öyle... İslâm vurguladığımız anlamda, Allah'tan başka İlah bulunmadığına şahitlik etmektir...
Kim bu şekilde şahitlik etmezse ve şahitliğini de hayatta bu şekilde uygulamazsa, onun hakkında Allah ve Peygamberinin hükmü şudur; Bu adam kafirdir, zalimdir, fasıktır, suçludur...
Bu doğru inanışın Önündeki en ciddi engellerden bîri suçlularla, mü'minlerin yolunun açık seçik ayrışması meselesidir.
"Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetleri İyice açtkhyo-r«z. "(En'âm/55)
Kuşkusuz bu metod, salih mü'minler yolunun açıkça belli olması için, sırf gerçeğin açıklanıp ortaya konmasını amaçlamaz. Bunun yam-sıra, günahkar sapıkların yolunun açıkça belli olması İçin bâtılın açıklanıp ortaya konmasını da amaçlamaktadır. Çünkü günahkarların yolunun açıkça belli olması, mü'minlerin yolunun açık seçik belli olması için bir zorunluluktur. Bu kural, yol ayrımını belirleyen bir çizgi konumundadır."367
islâm davetçisi, hakkı bilmeli ve bâtılı da doğru tanımalıdır. Haktan yana olduğu gibi, bâtılı da aynı netlikte reddetmelidir. "Ben şirki, küfrü reddediyorum." diyen, ancak failini tanımlamakta dürüst davranmayan, kendisinin doğru bilip inandığının zıddına inanan insanlara da, "haklı olabilirler, doğru söylemiş olmaları mümkündür." diyen insanları, îmam Ebu Hanife (r.a.) çarpıcı bir örnekle izah eder:
"O kimse hakkı tavsif edip muhalifinin haksızlığını bilmediği zaman adli de, zulmü de bilmiyor demektir. Ey kardeşim! Bil ki, bana göre bütün zümrelerin en cahili ve en kötüsü, şüphesiz bu kimselerdir! Onların durumu kendilerine beyaz bir elbise getiren ve rengi sorulan dört kişinin durumuna benzer; Bu dört kişiden birisi; "Bu bir kırmızı elbisedir." der. Diğeri; "Bu bir sarı elbisedir" der. Üçüncüsü ise; "Bu bir siyah elbisedir." der. Dördüncüsü de; "Bu elbise beyazdır." diye cevap verir. Bu sonuncuya önceki üç kişinin hatah mı yahut isabetli mi olduğu sorulduğunda, "Şüphesiz ki, ben elbisenin beyaz olduğunu biliyorum, fakat onların da doğru söylemiş olmaları mümkündür" der.368 "Böylece hatalıyı isabetliden ayırmayanın şüpheden kurtulamayacağını ve nihayetinde kimi Allah için sevip, kime Allah için buğz edeceğini de bilemezsin"369der.
İnsanın kabulünde ve reddinde netleşmesinin, tamamen imanı ile ilgili olduğunu çarpıcı izahlarla ortaya koyar. Talebesi;
" - Bir kimse kafiri kafir olarak bilmem, derse? diye sordum.
- O kafir gibidir, dedi.
- Eğer kafirin son gideceği yer neresi olduğunu bilmem," derse? diye sordum.
- O Allah'ın Kitabı'nı İnkar etmiş ve kafir olmuş olur, dedi."370
Yİne imam Ebu Hanife (r.a.) şöyle dedi;
"Said b. el-Müseyyeb'ten bana ulaştığına göre, kafirleri bulundukları mevkie indirmeyen onlar gibidir."371
"...Ehli bid'atten, hakkı reddedenlerin sözlerini kabul eder, onun ne kafir ne de mü'mİn olduğunu söylersen, bil ki bu düşünce bid'at olup, Hz. Peygamber'e ve ashabına karşı bir muhalefet teşkil eder!"372
îman ve küfrün netleşmesi söz konusu olunca, imam Ebu Bekir (r.a.)'ın mizacmdaki yumuşaklıktan eser görmüyoruz. Hikmeti, ilkelİ-likte görüyor, ihtiyatı emir ve yasaklara uymada buluyor. "La ilahe illallah" diyen, kendilerini islâm'a nisbet eden, kendilerinden zekat vermemelerinden başka küfrî bir inanış ve amel sadır olduğunu bilmediklerimizle savaşıyor. Onlara karşı, tam bir netlik ve kararlılıkla davranıyor, ileride zekat verirler düşüncesiyle, "bir müddet bunları kendi hallerine bırakıp bekleyelim" diyenlere tevessül etmiyor. Dahası sahabîler, onlara, zekata inanmadıklarından mı, yoksa zekat vermek istemediklerinden mi vermediklerini sormuyorlar bile...373
imam Ebu Bekir (r.a.), bu mürtedlere karşı zafer kazanınca, "Bizim ölülerimizin cennete, sizin ölülerinizin cehenneme gireceğine şe-hadet edeceksiniz!"8 demesi meseleyi ne denli doğru anladıklarını gösterir.
imam Ömer (r.a.) ise; "...Kİşİ şirki ve Kur'an'm kötü gördüğü ve reddettiği şeyleri bilmezse, o şeylerin içine düşer ve cahiliyye ehlinin içinde olduğu fikirleri bilmeden onları kabul eder. Dolayısıyla kendisinin cahiliyye ehli üzere olduğunu bilmez... Ve iyilik kötülük, kötülük iyilik, bid'at sünnet, sünnet de bid'at olarak görülmeye başlanır."374 der.
Hakk ve Bâtıl, hissiyattan uzak olarak doğru tanınmalıdır. "Nitekim Kitap, Sünnet ve Icma ile sabittir ki -kelime-i şehadet getirse bile-islâm şeriatından çıkanla savaşılması gerekir."375
"Kimi Şafii ve Hanbeli hukukçular ve başkaları Kitap ve Sünnet'e aykırı düşen bid'atlerin propagandasını yapan kişinin öldürülmesini caiz görmüşlerdir."376 Çünkü, "...Fitne, katilden beterdir... "(Bakara/217). Hakikaten ölüm çoğu kez ölen ile sınırlı kalırken, fitne ise, sirayet eden bir virüs gibidir. Kur'an ve Sünnet'e rağmen ihdas edilip propagandası yapılan her bid'at ise, fitnedir. Ve saf tevhid dininden uzaklaşmanın ta kendisidir.
Din, bu kadar açıktır. İslâm âlimlerinin (Allah'ın rahmeti onların üzerine olsun) de tavrı bu kadar net ve kararlıdır. Meselenin özü budur. Kendilerini İslâm'a nisbet ettikleri halde, bid'at ve hurafelere bataklık vazifesi yapanları, günümüz laik-demokrat sistemlerini itaat mercii kabul edenleri anlamak bir o kadar zordur. Bunlara itaati, davranışlarının çıkış noktası yapan ve böylece şeytanizme, İtaat ve yönelişle meşruiyet kazandıranların halini anlamak adeta imkansız. Bu da yetmiyormuş gibi tağutlara karşı savaşı, fitne ve ayrılıkçılık olarak nitelemek... Böylesi suçlamada bulunup itham edenlerin adı ne acaba? Bid'atın propagandacısının dahi hükmü ölüm iken, küfrün savunucusu ve ondan yana tavır alıp ona meşruiyet kazandıranlar veya onları hoş görenler ne kadar samimidirler? Acaba onların, dinde hükmü nedir?
Geçmiş ümmetlerin başlarına gelen bela, musibet ve türlü işkenceler, kuşkusuz üzerinde Allah'ın âyetleri gözüken Diriliş Ümmeti'nin de karşılaşacağı tabii hallerdir. Hürriyet köleliği, adalet zulmü ve hak da bâtılı sarsınca tuğyan ayağa kalkacaktır.
Bugün, islâm iddiasında bulundukları halde gerçekte teslim olmayanlar, Allah ile birlikte birçok ilah ve Rabler edinenler, Sosyalizme, Kapitalizme v.s. gıpta ile bakıp Demokrasi savunuculuğu yapanlar, dinin doğru anlaşılmasının, Islâmî hareketle, Kur'an'a yönelişin karşısındaki en ciddi engellerdir. Problemlerinin hallini, Allah ve Hocaefendi, Allah ve Üstad ve Allah ve ideologlar yaklaşımında arayanlar çözümlerini de peşinen beşer nezdinde bulmuşlar demektir.
Hâtemü'l-Evliyâları(!) Hâtemü'l-Enbiyâ'dan üstün görüp bu zu-lümleriyle ümmet imamlığına soyunanlar... Nefisleri ile uydurup yakıştırdıkları birtakım paye ve unvanların kendilerine vahiy ile verildiğini söyleyecek kadar işi zulme vardıranlar, söyledikleri islâm dışı saçmalıkları Allah adına söyleyerek dine nisbet edenler, işte bunlar islâm'ın anlaşılmasının, Kur'an'a yönelişin yani fıtratların önündeki engellerdir. Bu durum da, hakkın bâtıl ile örtülmesidir. Neyin hak, neyin bâtıl olduğunu tefrik etmenin yolu, hissi ve tarafgirlikten uzak bir şekilde meseleleri Kur'an ve Sünnet süzgecinden geçirmektir.
Konumuza ışık tutacak kısa birkaç alıntıyı gerçekten kalpleri mühürlenmemiş olanlar için kafi görüyoruz.
Günümüzde büyük çoğunluğun fetva makamı, dinini öğrenme kaynağı olarak ortaya koydukları, öğretileri sorgulanmayacak kadar kutsiyet atfedilen mücrimler ve muharrirler vardır. Bu muharrifler ya kendi isimleriyle veya -düşüncelerinin ayniyle savunulmuş olduğu-başkalarının isimleriyle yaşayan geleneksel düşüncenin beslenme kaynağıdır. Aynı şekilde bu düşünceler, statükonun meşruiyetinin hem sebebi hem de selametinin teminatıdırlar. Bunların başını kuşkusuz Muhyiddin-i Arabi (H:560-638)çeker. 377
Dostları ilə paylaş: |