Şimdi, din ve vicdan özgürlüğü açısından Türkiye'nin problemli bir ülke olduğunu söylemek istiyorum. Şöyle ki: Mevcut aslında Anayasa’da bir laiklik ilkesi var ama uygulamalara ve Anayasa’daki diğer maddelere baktığımız zaman sanki Türkiye’de bir devlet dini uygulaması var yani bunu adına ne derseniz deyin. Sünni Müslümanlığın farklı yorumlanmış bir biçiminin uygulanması mı dersiniz başka ne derseniz deyin ama bu anlayış din ve vicdan özgürlüğü ilkesine aykırı olduğunu söylemek istiyoruz. Türkiye’de farklı dinler, farklı mezhepler, farklı inançlar ve inançsızlar grubu vardır. Dolayısıyla devletin tüm bunlara karşı eşit bir mesafede durması gerekir. Bu konuda zorunlu din dersleri konusunu öncelikle ifade etmek istiyoruz. Bunun artık terk edilmesi gerekiyor. Bu konuda zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin de Türkiye aleyhine vermiş olduğu bir karar var fakat bunun yanı sıra ebeveynlerin çocuklarına din eğitimi aldırmak gibi bir hakları da var. Bunun da bir şekilde düzenlenmesi gerekir ama biz özellikle bu bölümde bahsetmek gerekir ki devlet okullarında din eğitimi verilmesinin laiklik ilkesiyle uyuşmayacağını net olarak söylemek istiyoruz yani bu olacaksa başka bir şekilde formüle edilmelidir.
Bir diğer konu: Şimdi bugüne kadar yaşadığımız sorunlar göz önüne alındığı takdirde özellikle devrim kanunlarıyla mesela sıkıntı yaşayan kesimler var. Aleviler bunların başında geliyor, farklı mezhep ve tarikatlar bunların başında geliyor. Eğer gerçek anlamda bir din ve vicdan özgürlüğü ilkesi yaşam bulacaksa bu soruların çözülmesi gerekiyor ki belki sonda söyleyeceğiz yeni anayasada bizim devrim kanunları diye tabir ettiğimiz kanunların güvence altına alınmasının gerekli olmadığını, şayet böyle bir şey yapılırsa zaten Anayasa’nın kısmen yeni anayasa olmayacağını ifade etmek istiyoruz.
Şimdi bir diğer konu: Metinde ayrıntılar var o yüzden çok ayrıntıya girmeye gerek yok.
Şimdi vesayet sistemini sona erdirecek bir anayasal düzenin olması gerektiğini ifade etmek istiyoruz. 82 Anayasası belki de dünyada herhâlde vesayet sistemini en iyi kurumsallaştıran Anayasa olarak tarihe geçebilir diye düşünüyorum çünkü o kadar çok vesayet kurumu var ki yani merkezî idare yerel idare üzerine vesayetini kurmuş, Millî Güvenlik Kurulu Hükûmet üzerine vesayetini kurmuş, YÖK üniversiteler üzerine vesayetini kurmuş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ve Anayasa Mahkemesi siyasi partiler üzerine vesayetini kurmuş. Bu kadar çok vesayetçi olan bir Anayasa olamaz. Dolayısıyla tüm bu vesayetlerin ortadan kaldırılacağı bir Anayasa’nın kurgulanması gerektiğini ifade etmek istiyoruz.
Toplumsal cinsiyet eşitliği açısından biraz daha demin anlattım ayrıntılı, bazı önermelerimiz var. Esasen ifade edeceğim. Biz birçok önermemizi yazarken Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin, Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Haklar Komitesinin, Avrupa Sosyal Komitenin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, Çocuk Hakları Komitesinin çok sayıda emsal niteliğindeki yorum ve kararlarından yararlandığımızı ifade etmek istiyoruz. Metin içerisinde bunların isimlerinden de zaten bahsedilmiştir.
Yaşam hakkında şunu ifade edelim: Üzülerek görüyoruz ki kamuoyunda bazı gruplar yeniden ölüm cezası tartışmalarını yapmak istiyorlar. Ölüm cezası Türkiye mevzuatından tamamen çıkmıştır. Türkiye uluslararası yükümlülük altına girmiştir. Dolayısıyla bu tip geriye gidişi çağrıştıran tartışmaların dahi yapılmaması gerektiğini belirtmek istiyoruz. Türkiye’nin bu defteri artık net olarak kapattığını vurgulamak istiyoruz.
Şimdi yaşam hakkı noktasında hassas bir madde. Düzenlemenin çok net, çok somut ifade edilmesi gerekiyor. Dolayısıyla özellikle olağanüstü hâl, özellikle sıkıyönetim, seferberlik gibi hâller denip kısıtlamalara gidilmesinin kesinlikle mümkün olamayacağını belirtmek gerekiyor ve şunu ifade edeyim: Mevcutta bile sorun yaşıyoruz. Şöyle sorun yaşıyoruz bakın: Anayasa Mahkemesinin polisin silah kullanma yetkisiyle ilgili vermiş olduğu iptal kararına rağmen aynı hükmün daha kötüsü şu anda Terörle Mücadele Kanunu’yla yürürlükte ve bu Anayasa bile bunu yasaklamışken uygulamaya baktığınız zaman maalesef uygulamada bu tip kanunlar çıkabiliyor ve hâlen Anayasa Mahkemesine yeniden gitmiş de değil. Dolayısıyla yaşam hakkını ilgilendiren konularda daha titiz düzenleme yapılması gerekiyor. İnsan Hakları Derneğinin yaşam hakkı ihlalleriyle ilgili bilançolarına bakarsanız bu konunun Türkiye’de ne kadar vahim bir nokta olduğunu görürsünüz diye ifade etmek istiyorum.
Yaşam hakkı düzenlenirken biz özellikle Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin 82 yılında yaşam hakkıyla ilgili kabul ettiği 6 no.lu genel yorumunda ifade ettiğimi kötü beslenme ve salgın hastalıklarla ilgili bağlantısının kurulup buna dair düzenlemeye, soyut bir düzenlemeye ihtiyaç var yani bu tek başına hani öldürme fiilleriyle sınırlı mesele değil. Bu,
devletin sorumlulukları bağlamında da yapmaması gereken veya pozitif olarak yapması gereken sorumluluklar bağlamında ele alınması gereken bir şey. Eğer siz nüfusunuzu besleyemiyorsanız ve hastalıklarla baş edemiyorsanız bu zaten kitlesel ölümlere sebep olabiliyor ve bu da doğrudan doğruya yaşam hakkıyla bağlantılı bir durum. Dolayısıyla sağlık hakkıyla bağlantılı bir şekilde düzenlenmesinin gerekli olduğunu belirtiyoruz ki bu metinde yollama yapılan hususlar var.
Yine, nükleer silahların tasarlanmasının, denenmesinin, üretilmesinin, elde bulundurulmasının, mevzilenmesinin net olarak yasaklanması gerektiğini ifade etmek istiyoruz. Bu da yaşam hakkıyla doğrudan doğruya bağlantılı bir konu.
Bir diğer husus: Bu ülkede yılda en fazla insan trafik kazalarında ölüyor. Bu, çok ağır bir yaşam hakkı ihlali. İhmal neticesinde bir ülkede bu kadar çok insan ölüyorsa bu problemli bir durumdur. Anayasa koyucu bakımından bu konuda Anayasa’da kamuya, devlete özel olarak verilmesi gereken sorumluluklar olduğunu düşünüyoruz. Yani hepimiz bunu seyrediyoruz yani bu olacak iş değil. Bir ülkede yılda en fazla insan, binlerle ifade edilen insan trafik kazalarında ölüyor ve bunu biz, hepimiz –üzülerek söylüyorum ki- seyrediyoruz yani bu konuda yeni bazı kuralların konmasının gerekli olduğunu belirtmek istiyoruz.
Şimdi burada silah taşıma konusunda ve silah bulundurma konusunda da acaba Türkiye İngiltere kadar cesur olabilecek mi? Kurallar koyabilecek mi? Bu ülkede silah taşıma nedeniyle, silah kullanma nedeniyle yıllık ölen insan sayısını göz önüne aldığınız zaman bu konunun titizlikle ele alınması gerekiyor. Düğünlerde kullanılan silahtan tutun da çeşitli gösterilerde veya çeşitli kutlamalarda kullanılan silahların sebep olduğu ölüm vakalarını araştırdığınız zaman yine vahim bir tabloyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla silah kullanma yetkisinin mümkün olduğu kadar kısıtlanması, hatta bize göre tamamen yasaklanması diyeceğim ama bu ne kadar mümkün olur bilmiyorum. Bu konunun Anayasa koyucunun özel olarak ele alması gereken bir durum olduğunu ifade etmek istiyoruz. Parlamentomuzda geçen dönemden bekleyen mülga olan bazı tasarılar ki bu silah kullanma yetkisini artıran veya silah kullanma, silah bulundurmayı genişleten tasarılar var. Bunlara engel olacak anayasal düzenlemeler gerekiyor. Aksi takdirde çok büyük yaşam hakkı ihlalleriyle karşı karşıya kalınabilir diye ifade etmek istiyorum.
Şimdi bu aşamadan sonra birçok şey söylenecek. Biraz Emrah Bey de ifade edecektir ama. Şimdi örneğin işkence ve kötü muamele yasağı düzenlenirken bununla ilgili uluslararası sözleşmedeki tanım neyse aynı tanımın bizim Anayasamızda yer alması gerektiğini ifade ediyorum yani sorun tek başına tabir olarak işkence tabiri değildir. “Hiç kimse işkence ya da zalimane, insanlık dışı ya da küçük düşürücü muamele ya da cezalandırmaya maruz bırakılamaz.” ifadesinin bir bütün olarak kullanılması gerekiyor. Dolayısıyla bu şekilde bir tanımlamanın Anayasa metni hâline gelmesi gerekiyor ki yeterli bir koruma sağlayabilsin. Bu konuda özellikle bunun altını çizmek istiyoruz.
Şimdi kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkıyla ilgili olarak da buradaki en temel problem şu: Şimdi mevcut Anayasamızda şöyle bir ibare var biliyorsunuz: Kanunda gösterilen diğer hâller gibi soyut düzenlemelerle tutuklama yapılabileceğine dair düzenlemeler var ve şu anda Türkiye’nin en büyük problemlerinin başında da kişi özgürlüğü hakkı sık sık bize göre keyfi tutuklamalarla ihlal ediliyor. Bunun sebebi de Anayasa’da belirtilen kanunda gösterilen diğer hâller gibi ifadesi ve bu ifadeye dayalı olarak da çıkarılan yasalardaki kolay tutuklama sebepleri. Buna izin verilmemesinin tek yolu sadece genel tutuklama sebepleri Anayasa’da yazılmalı, genel tutuklama sebepleri dışında tutuklama tedbirine başvurmayı çağrıştıracak ifadelere yer verilmemelidir. Bunları gözaltı süreleri de yine artırılmamalıdır. Mümkünse bu süreler daha da kısaltılmalıdır diye ifade etmek istiyoruz.
İfade özgürlüğü konusunda biz burada ne söylersek söyleyelim, bu çok teknik bir konu. Biz o nedenle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifadesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatına uygun bir ifade özgürlüğü tanımı yapılması gerekiyor. Eğer bunu yapmadığımız takdirde bu konuda yine esnemeler olacaktır ve ifade özgürlüğüyle ilgili olarak ciddi anlamda sorun yaşamaya devam edeceğiz. Tabii bir başka boyut şu: Emrah Bey bana şimdi hatırlatıyor. Şimdi bizim mevzuatımızda bir düşüncenin eylemli olarak ifade edilmesinde şiddete başvurulmasıyla şiddete başvurulmaması arasında bir ayrım yapılmamıştır. Şimdi dolayısıyla ifade özgürlüğü hakkı kullanıldığında şiddet araçlarına başvurulmamışsa bunun mutlak bir koruma görmesi gerekir. Bu bir anayasal kural hâline gelmelidir. Aksi takdirde şu anda TMK’daki o geniş terör tanımına sebep olunur ve diğer ceza yasalarındaki tanımlamalara açık bir şekilde sebep olunur ve bununla baş edemeyiz. Dolayısıyla düşüncenin eylemli bir biçimde ifade edilmesindeki aranacak kıstasın şiddete başvurup başvurulmama kıstası olduğunun belirtilmesi gerekiyor ki burada da hani sınırlandırma şiddet üzerinden yapılabilsin.
Örgütlenme özgürlüğü konusunda şunu ifade edelim: Hâlen çok büyük sorunlar yaşıyoruz. Örgütlenme özgürlüğünden herkes yararlanmalıdır. Buradaki herkesten kastım yargıçlar, savcılar, müsteşarlar, polisler, askerler dahil herkes örgütlenme özgürlüğü hakkından yararlanmalıdır. Dolayısıyla bu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tanımına uygun olmalıdır. Orada da zaten biliyorsunuz AİHM 11’inci maddenin kapsamını içtihatıyla genişletti. Hocam siz uzmansınız daha iyi bilirsiniz. Artık kamu görevlilerinin toplu eyleme başvuru hakkı, toplu sözleşme yapma hakkı bile mevcut AHİM’in 11’inci maddesi kapsamında değerlendirilmektedir. Dolayısıyla bizim Anayasamızın da bunu gören bir noktadan bir örgütlenme özgürlüğü ilkesini düzenlemesi gerekir. Kaldı ki bu konuda Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve yine Ekonomik Sosyal Kültürel Haklar Sözleşmesi’ndeki tanımlamalar oldukça iyidir. Buradaki kriterlere uyulmalıdır diye ifade etmek istiyoruz.
Şimdi düşünce din ve vicdan özgürlüğü konusunda demin ifade ettim ama bu konuda Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin 22 no.lu genel yorum beyanında çok aslında Türkiye’nin de işini kolaylaştıracak düzenlemeler var, yorumlar var. Hani belki Diyanet tartışmalarına buradan belki girilebilir. Bize göre Diyanet İşleri Başkanlığının bir anayasal dayanakta gösterilmesine gerek yok. Yasa koyucu bunu isterse devam ettirebilir fakat bunu devam ettirdiği noktalarda diğer dinlerin, diğer inançların, diğer mezheplerin ihtiyaçlarına uygun bir yapılanmayı da beraberinde getirmek durumundadır ama anayasal dayanağı olan bir Diyanet İşleri Başkanlığının laiklik ilkesinin korunması noktasında ne kadar sırıttığını görmek gerekir artık. Burada Diyanet kalksın mı kalkmasın mı tartışması yapmıyoruz. Böyle bir kurumun anayasal dayanağa ihtiyacı yoktur. Anayasa’da da böyle bir kuruma dayanak yapılmasına gerek yoktur, onun altını özellikle çizmek gerekiyor.
Adil yargılanma hakkı ilkesinde önce şunu ifade edelim: Mevcutta olduğu gibi vatandaşın Uluslararası Ceza Mahkemesine yani Ceza Divanına verilebileceğine dair kural devam etmelidir çünkü Türkiye bizim kanaatimize göre er ya da geç Uluslararası Ceza Mahkemesinin yargı yetkisini tanıyacaktır ve tanımalıdır da. Dolayısıyla vatandaşın iadesi noktası adil yargılanma hakkı kapsamında bu madde düzenlenmelidir.
Bir başka konu: Özellikle soykırım ve insanlığa karşı suçlarla ilgili olarak zamanaşımı kurallarının kesinlikle uygulanamayacağına dair adil yargılanma hakkı düzenlenirken buradaki bu istisnanın açık olarak belirtilmesi gerekiyor çünkü çağdaş ceza hukuklarında ve çağdaş ülkelerdeki son düzenlemeler hep budur. Kaldı ki bu husus yeni de değildir yani Nürnberg şartından beri bu böyledir aslında yani elli, altmış yıldır bu dünyada böyledir. Dolayısıyla bizim de bunu kendi Anayasamızda uygun bir şekilde ifadesini bulmamız gerekiyor. Burada genel düzenlemeleri ben anlatmayacağım ama mesela dava nakliyle ilgili pratikte yaşadığımız çok büyük problemler var. Bir ülkede olayın olduğu yerdeki ceza mahkemesi bir davayı göremiyorsa ve bu dava sürekli farklı illere naklediliyorsa bu adil yargılanma hakkı ilkesine çok büyük bir darbe vuruyor ve nitekim birçok davada da bunun cezasızlığın devam ettirilmesinde araç olarak kullanıldığını görüyoruz. Dolayısıyla adil yargılanma hakkı ilkesinde dava nakli meselesinin çözülmesi ve bunun engellenmesi gerekiyor.
Burada bizim söyleyeceğimiz bir diğer önemli husus: Çocuk ceza adalet sisteminin mutlaka adil yargılanma hakkı içerisinde veya ayrı bir maddede düzenlenmesi gerekiyor. Bu konuda özel bir düzenleme söz konusu değil. Özel bir düzenlemeye ihtiyacımız var çünkü bu konu Türkiye’de daha büyük bir problemli alan hâline gelmeye başlamış durumda.
Hak arama hürriyetinde etkili bir şekilde hem kamu idareleri yönünden hem yargı makamları yönünden vatandaşın, daha geniş bir terim kullanalım, herkesin etkili hukuk yoluna başvurma hakkı tanınmalı ve hakkını ararken çeşitli zamanaşımı kıstaslarıyla insanlar karşılaşıyor ve şeklî yasalarla karşılaşıyor. Bu konuda kişiyi koruyucu tedbirler alınmalı. Örnek vereceğim: İdari Yargılama Usul Yasası’ndaki dava açma sürelerinin kısalığı ve kesin hükümler birçok insanın kamuya karşı hakkını aramasında engelleyici hüküm olarak karşımıza çıkıyor. Diyeceksiniz ki zamanaşımı hiç olmasın mı hak aramada? Olmalı ama biraz bu süreler esnek olmalı, daha geniş olmalı. Ceza hukuku alanı gibi değil burası çünkü vatandaş bir şekilde hukuk nazarında hakkını arayacak ve bu konu önemli.
Burada bir diğer bizim bahsedeceğimiz kural şu: Biz insan hakları savunucuları paralı adaletin adalet olmadığını savunuyoruz yani bir kişi adalet arayacaksa karşısına yüksek harçlar, yüksek yargı giderleri çıkacaksa oradan adalet çıkmaz diye düşünüyoruz. Dolayısıyla devletin en önemli görevi eğer hepimiz vergi veriyorsak ve verdiğimiz vergilerle adalet sistemi finanse ediliyorsa o hâlde adalet arayışında bu tip harçların, yüksek yargı giderlerinin tamamen ortadan kaldırılması gerekiyor. Bakın bu yasa koyucu ceza davalarına bile harç getirdi ki Anayasa Mahkemesi neyse ki iptal etti temyiz harcını, daha yürürlüğe girmedi. Şimdi bu olacak iş değil yani bir ülkede vergi veren her yurttaş hak aramak için ekstra gidip harç verecekse, yargı gideri verecekse burada problem var demektir, Anayasa koyucunun bunu gündemine alması gerektiğini özellikle belirtmek istiyoruz. Bizim buradaki önerilerimizin birçoğunda pratikte karşılaşılan sorunlar, devam eden kronik sorunlar ve bunlara dair bazı çözümleri öne çıkardık. Hani biz sizler bu konunun uzmanısınız, yarın öbür gün hukukçularımız tabii ki hangi hak ne şekilde düzenlenecek diye yazacaklardır ama biz sorunlu alanları özellikle ifade etmek istiyoruz ki bu düzgün bir şekilde Anayasa koyucu tarafından dikkate alınsın.
Şimdi zaman herhâlde daraldı. Ben hemen şimdi bu yazılı öneriler var. Orijinal birkaç şey Emrah Bey de çünkü birkaç şey ifade edecek. Sona doğru ben geleyim. Şöyle ki: Şimdi Türkiye’nin yönetim meselesinde yerinden yönetim ilkesinin yaşama geçeceği yönetim modellerinin tartışılması gerektiğini savunuyoruz. Bunlar il ya da bölge bazında demokratik özerklikten tutun da farklı yönetim biçimlerine kadar birçok şeyin Türkiye’nin gündemine gelmesi gerekiyor çünkü bu ülke büyük bir ülke. Bütün her şeyiyle artık Ankara’dan idare edilmesi yöntemine son verilmelidir. Mutlaka Parlamento bu konuda bir çözüm bulmalıdır. Ya illerin yetkilerinin genişletileceği ya da bölgesel bazlı çözümler bulunacağı yerinde ama temelinde yerinden yönetim ilkesinin hayat bulacağı bir modele geçilmelidir. Bu konuda biliyorsunuz Birleşmiş Milletler ikiz sözleşmelerinin her iki maddesi halkların kendi geleceğini tayin hakkından bahseder. Buradaki kasıt şudur: Yönetime katılmaktır. Yerinden yönetim ilkesi uyarınca o yörede yaşayan halkın -burada etnisite kastedilmiyor- yönetime katılma hakkının net olarak ifade edilmesidir. Kaynak kullanma hakkıdır. Dolayısıyla bu metnimizde var. Bunun mutlaka değerlendirilmesi gerekiyor. Yerinden yönetim modellerine uygun olarak da merkezin Ankara’nın tarif edilmesi gerekiyor. Burada da tek parlamento veya çift parlamentodan tutalım da hükûmet sistemleri bakımından yarı başkanlık modeli dahil birçok modelin biz tartışılabileceğini düşünüyoruz çünkü sonuçta sorunlu alana önce bir çözüm üretilecek yani yerinden yönetim ilkesine uygun bir model bulunduğu takdirde bu modelin merkezî idareyle olan bağlantına paralel olarak da ya çift meclis ya yarı başkanlık sistemi veya başkanlık sistemi veya Başkanlık sistemi ya da mevcut sistem tartışmaları bu şekilde yapılmalıdır ama buradaki temel problemin biz yerinden yönetim ilkesinin ne şekilde hayata geçeceğine dair bulunacak çözümde arıyoruz yani önce yetkiler yerele devredilecek, yerelde bulunacak modele uygun olarak da Ankara’nın yeniden tarif edilmesi gerekiyor. Aksi takdirde, mevcut hâlde ne kadar yürürüz, biz emin değiliz açıkçası.
Şimdi -hemen ben bitiriyorum, Emrah’a söz vereceğim- iki konuya değineceğim. Birincisi: Lozan Anlaşması ve yeni anayasa ilişkisinin ne şekilde olacağı, bu pek tartışılmıyor. Şimdi, Lozan Anlaşması’nda bazı kazanılmış haklar var, bu hakların korunması bağlamında ilişki, bir de Lozan Anlaşması bazı hakların kullanılmasını engelliyor, bu engeli kaldıracak bir ilişkinin kurulması lazım. Bunun püf noktalardan bir tanesi olduğunu düşünüyoruz.
Bir diğer konu…
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Öztürk Bey, özür dilerim, lafınızı kesiyorum. Emrah Bey hiç konuşamayacak bir kere, öyle gözüküyor.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ GENEL BAŞKANI ÖZTÜRK TÜRKDOĞAN – Estağfurullah. Tamam, son cümlemi ediyorum.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Siz ikide bir Emrah Bey’e söz vereceğim diyorsunuz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ GENEL BAŞKANI ÖZTÜRK TÜRKDOĞAN – Onu konuştuk aramızda da, o benim eksiğimi şimdi tamamlayacak.
Şimdi, yeni bir döneme giriyoruz, yeni bir anayasa yapıyoruz, demokratik bir anayasa yapıyoruz, buna inanıyoruz. O hâlde bir dönüp şöyle geçmişimize bir bakmamız lazım. Biz geçmişle yüzleşme bağlamında yeni anayasayla birlikte, anayasaya geçici madde eklenerek bir hakikat ve adalet komisyonunun kurulmasını öneriyoruz. Bunu net bir şekilde öneriyoruz çünkü Türkiye Cumhuriyeti yeni bir döneme girecekse geçmiş dönemi bir masaya yatırmasının çok çok faydalı olacağını düşünüyoruz. Bu, hepimizin, bu ülkede yaşayan tüm farklılıkların geleceğe daha güvenle bakmasını sağlayacak bir durum olacaktır diyorum.
Ben teşekkür ediyorum.
Şimdi, Emrah Bey eksik kalan…
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ GENEL SEKRETERİ M. EMRAH ŞEYHANLIOĞLU – Ben dört cümle söyleyeyim dört tane farklı yerden.
Şimdi, çok da üzerinde durmadık ama çok önemli bir alan bence ifade özgürlüğü, ifade özgürlüğü alanı gerçekten çok önemli bir alan. Ben genelde kamu hukukçusuyum, bu alanda doktora yapıyorum, özelde de ceza hukukçusuyum. Bugün, baktığımız ya da özendiğimiz ya da dönem dönem örnek aldığımız, ideal olmayan ama ideale yakın olan ya da ideale şu an mevcut dünya sistemi içerisinde en yakın olan Avrupa demokratik sistemleri içerisindeki biz yapılanmaları incelediğimiz zaman tamamının temelinin ifade özgürlüğüne dayandığını görüyoruz. Dolayısıyla ifade özgürlüğü, bir demokratik, tam demokratik olma iddiasıyla ortaya çıkacak bir anayasada, olmazsa olmaz biçimde, çok ciddi bir biçimde ve sınırları tam anlamıyla tespit edilmiş biçimde ortaya konulmalı.
Bu noktada biz, bu önerileri hazırlarken kelime kelime şu yazılmalı, bu yazılmalı demedik çünkü o bizim işimiz değil, sadece önerilerimizi bazı örneklerden ve soyut ifadelerden yola çıkarak dile getirdik. Fakat ifade özgürlüğü alanında “Şiddet çağrısı yapmayan, hakaret ve nefret söylemi içermeyen hiçbir ifade kısıtlanamaz.” tarzında bir cümlenin kesinlikle anayasa içerisine girmesi lazım çünkü bu hani yüzyıllardan gelen bir insanlık...
AHMET İYİMAYA (Ankara) – “Kısıtlanamaz” mı diyeceğiz, “sınırlanamaz” mı diyeceğiz?
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ GENEL SEKRETERİ M. EMRAH ŞEYHANLIOĞLU – “Sınırlanamaz” dememiz lazım. Bunu geçeyim böyle bu şekilde vurgulayıp hemen kısa kısa.
Şimdi, hak arama hürriyeti içerisinde bence bir başlığı atlamamamız lazım. Kamu personeline rücu davalarının kesinlikle anayasada yer alması lazım çünkü yasalarla bu sağlanamıyor, biz bunu gördük. Şimdi, vatandaşın sıklıkla karşılaştığı şey şudur: Herhangi bir kamu kuruluşuna gittiğimiz zaman bir işi ya da bir hizmeti almaya çalıştığımız zaman -tırnak içinde, amiyane tabirle söylüyorum- “İşine gelmiyorsa dava açarsın beyefendi ya da hanımefendi.” diye bir söylemle hemen hemen hepimiz defalarca karşılaşmışızdır. Kamu görevlisine yapmış olduğu hatadan ya da ihmalinden dolayı bir rücu yolunu kesin ve net bir biçimde açmadığımız sürece, kamu görevlisinin vicdanına bıraktığımız sürece, kamu görevlilerinin dönem dönem bu tip hak ihlallerine yol açmaları şüphesiz karşılaşabileceğimiz bir durum.
Çevre hakkından bahsetmek istiyorum. Hani mevcut sistemi bizimkinden çok çok çok kötü olan ya da demokratik sistemi bizimkinden kötü olan ülkeler genelde bizim ülkemizde örnek olarak gösterilmez fakat ben göstereyim. Çevre hakkı konusunda halkın sağlıklı ve doğal dengelere uygun bir çevrede sürdürülebilir ve iyi bir yaşam sürme hakkı anayasada tanınmalıdır. Bu noktada da belki en son yapılan Kenya, Bolivya ve Ekvador Anayasası, çevre hakkıyla ilgili bu anayasalardaki düzenlemelere özellikle dikkat edilmelidir, buna benzer hakların bizim anayasamızda da yer alması gerektiği kanaatindeyiz.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – TEMA çok güzel bir proje gönderdi bize çevre hakkı konusunda, küresel anayasa…
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ GENEL SEKRETERİ M. EMRAH ŞEYHANLIOĞLU – Son olarak, ceza hukukçusu olarak bir şey söyleyeyim, bu da yine önerilerimiz arasında var.
Ceza hukukuyla ilgili de hem derneğimizin hem de bizlerin görüşleri özellikle ceza mahkemelerinin ceza yargılamalarına ciddi biçimde anayasada yer verilmeli ve bu anayasal düzen içerisinde kontrol altına alınmalıdır. Çok basit bir örnek, biz bununla ilgili birçok yargılamada Anayasa’ya aykırılık başvurusunda bulunduk fakat Anayasa’da doğrudan ilgili madde olmadığı için… Bir kere özel veya olağanüstü yargılama usullerinin kesinlikle anayasada yasaklanması gerekiyor. Hiçbir şekilde hiçbir yasayla özel ve olağanüstü yargılama usullerinin getirilemeyeceği belirtilmelidir. Mevcut anayasal sistem içerisinde özel ve olağanüstü yargılama usullerine yer verilmemiş fakat yasaklanmamış olması nedeniyle bugün Türkiye’de en çok şikâyetçi olunan konulardan biri hâline gelmiştir.
Ayrıca yargıç ve savcı seçimlerinde yine bizim derneğimizin görüşü, hukuk fakültesi mezunu kişilerin doğrudan doğruya yargıç ve savcı olmalarının önüne geçilmelidir, engel olunmalıdır çünkü yirmi bir, yirmi iki, yirmi üç yaşında hukuk fakültesi mezunu bir kişi hiçbir tecrübesi olmadan, bu alanda mesleki tecrübesi olmadan yargıç ve savcı olabiliyor. Yargıç ve savcı olduktan sonra maalesef hani o tecrübelerini vatandaşlar üzerinde ediniyor; taşraya gönderiliyor küçük yerlere, kırsallara ve oradaki vatandaşların haklarına maalesef çok…
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Hapishanelerde staj yaptırılmalı biraz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ GENEL SEKRETERİ M. EMRAH ŞEYHANLIOĞLU – Yani belki Anglo-Amerikan sistem bu noktada kısmen örnek alınabilir, beş yıl avukatlık yapmayan savcı olamayabilir ya da beş yıl savcı olamayan hâkim olamayabilir. Bu sistemler şüphesiz gözden geçirilmelidir ama doğrudan doğruya yirmi iki, yirmi üç yaşında, fakülteyi yeni bitirmiş…
Dostları ilə paylaş: |