Günümüz Toplumunun konumunu tespit etmede güzel ve Farklı Bir Yaklaşım
Günümüz toplumunun konumunu tespit etmede faydalı olacağına inandığım Mehmed Alagaş'a ait olan bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Kendisi Darulharp/Darulküfür gibi tanımlamaların yanlışlığına dikkat çekmekte ve yeni bir ''Dar'' fıkhına olan ihtiyacımızı dile getirmektedir:
''Bazı kimselerin zikrettiği "İslam'ın hakimiyetindeki bir belde İslam'ın hakimiyetinden çıkarsa, bu belde tekrar İslam'ın hakimiyetine girinceye veya kıyamete kadar dâr'ul harptir.." görüşü, Kur'an'ı Kerim'e muhalif bir görüştür.
Kur'an'ı Kerim'in beyanına göre birçok kavme peygamber gönderilmiş ve bu kavimlerden bazısı belli bir süre İlahi dine teslim olduktan sonra sapıklığa ve dalalete düşmüşlerdir. Dikkat etmemiz gereken husus, şanı yüce Rabbimiz dalalete düşen bu kavimlere yeni bir peygamber gönderdiği zaman, bu peygamberlerini dâr'ul harp fıkhıyla yükümlü tutarak "Bu kavim daha önce benim razı olacağım din üzereydi. Bunlar tekrar bu dine teslim oluncaya kadar bunların kanları, canları, malları sana mubahtır." şeklinde bir hüküm beyan etmemiştir.
Kur'an'ı Kerim'e muhalif görerek benimsemediğimiz mezkûr görüşe göre İspanya, İspanya’da ikamet eden müslümanlara göre dâr'ul harptir ve buradaki müslümanlar dâr'ul harp fıkhıyla yükümlüdürler. Bu görüşü benimseyen müslümanların bir kısmı tekfir ve tahkire devam ederek tebliğe muhtaç olan insanları tebliğden uzaklaştıracak, bir kısmı ise harbi olarak gördüğü insanların mallarını gasbedecektir.
Sonuçta ne olacaktır?
İslam'dan bihaber olan İspanyol, karşısında bir gaspçı, bir soyguncu olarak gördüğü müslümanları nasıl değerlendirecektir? Bu müslümanların daveti nasıl karşılanacak, İslam cemaati nasıl teşekkül edecek ve nasıl genişleyecektir?
İspanya örneğini idrak eden "Ancak bulunduğumuz konum, zaman süreci bakımından İspanya'dan farklıdır." diyen kardeşlerimize, Kur'an'ı Kerim'in zaman sürecine ilişkin ölçüsünü belirtmemiz gerekir.
Kur'an'ı Kerim'de müslümanlara hitap eden ve müslümanların gayrimüslimlere karşı tavırlarını belirleyen İlahi hükümler, hikmetli bir gelişim göstermektedir. Uyarıp korkutma ve onlardan gelen eziyetlere sabır ile başlayan tevhidi tavırlar, müslümanların konum ve seviyesine göre değişmektedir.
Cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi mücadeleye talip olan müslümanlar, cahiliye mensuplarını uyarıp korkutma ve kurtuluşa çağırmakla yükümlüdürler.
Peki, hangi toplum, cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumdur?
Cahiliyenin yerleşip kökleşmesi için ne kadar süre geçmesi veya kaç nesil yaşanması gerekmektedir?
Kur'an'ı Kerim'in bu konuya ilişkin hükmü net ve açık olup, muhtelif surelerde zikredilmektedir.,
“O ( Kur'an), Aziz, Rahim (olan Allah'ın) indirdiğidir. Babaları (yakın ataları) uyarılıp-korkutulmadığı için kendileri gafil olan bir kavmi uyarıp korkutman içindir.” (36-Yasin 5,6)
Bu Rabbani ölçüyle yaşanılan toplumların değerlendirilmesi; caddelerdeki, kulüplerdeki, diskoteklerdeki gençliğin ve onların emekli kahvesinde pinekleyen babalarının ve yakın atalarının incelenmesi gerekir.
Yaşanılan dünyadaki mustazaflar ve müstekbirler, cahili eğitim ve kültür aşamasından geçmişler, bilerek veya bilmeyerek birçok cahili görüşleri benimsemişlerdir. Şeytani otoriteler tarafından uzun yıllardır sürdürülen propaganda faaliyetleri ile hak gizlenmiş, batıl ise hak olarak empoze edilmiştir.
Osmanlı dönemindeki saltanat sistemi, padişahlık ve saraylardaki ihtişamlı yaşantı ile kafası doldurulan yeni nesillere, bu çarpıklığın yegâne nedeni olarak dinin istismarı gösterilmiştir. Bu başlangıçtan sonra dinin istismar edilmemesi için din ile dünya işleri ayırması(laiklik) gerektiği izah edilmiştir.
Bunu yeterince izah etmiş olacaklar ki, beş vakit namaz kılmalarına rağmen bu sapık fikirleri savunan kitleler oluşmuştur. Bu kimseler tağut için çalışmakta ve çeşitli sloganlar altında tağut için savaşmaktadırlar. İslam'ı bilmeyen bu kimseler, İslam dini üzere olduklarını zannetmekteler ve bel'amların cennet vaadleriyle avunmaktadırlar.
Bunun yanı sıra İslam'ı savunmaya çalışan müslümanlarda da menfi değişiklikler meydana gelmiş ve bu kardeşlerimiz de insanları doğrudan doğruya Allah'a değil, dolaylı olarak çeşitli gruplara, kişisel görüşlere ve beşeri yollara çağırma gafletine düşmüşlerdir.
Bu gibi davetlerle ve cahili propaganda ile karşılaşan insanlar, bütününü ve gerçeğini kavrayamadıkları İslam'a karşı çıkmakta ve kabul etmemektedirler. Mesela bazı ülkelerde İslam'ın sosyal adaleti halka sunulmamışken, bu insanlar İslam'ın ceza hukuku ile yüz yüze getirilmişlerdir. İslam'ı bu ceza-i müeyyidelerden ibaret görüp, bu müeyyidelere göre değerlendiren birçok insan, İslam gerçeğini kavrayamamışlar ve rahmetini idrak edemedikleri İslam'a karşı cephe almışlardır.
“Hayır, onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bundan dolayı yüz çevirmektedirler.” (21-Enbiya24)
“Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar.” (10-Yunus 39)
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi halkında müslüman olan birçok ülkede dindar geçinen büyük çoğunluğun yaşadıkları ve yansıttıkları din, İslam değildir. Kişisel menfaatlerle gölgelenen, grupsal veya partisel çıkarlar için vasıta olarak kullanılan, beşeri eğilimlerle tevil ve tahrif edilen din, kesinlikle ve kesinlikle İslam değildir.
Ne yazık ki düşünen birçok insan, kendilerine yansıyan bu çarpık olguyu İslam olarak anlamışlar ve bu anlayışla İslam'a karşı olumsuz tavır takınmışlardır. İslam'a talip olan insanların bile, gerçek bir İslam'ı kavrayamadıkları bir dönemde; kendilerine yansıyan çarpık din anlayışına karşı çıkan zümreyi "Gerçek İslam'a karşı çıkıyorlar!." diyerek 'Harbi' olarak yaftalamak haksızlıktır. Değil günümüzde, cumhuriyete geçiş döneminde bile dine karşı tavır koyanların, gerçek İslam'a mı yoksa bid'atlar, hurafeler ve saltanat sistemiyle gölgelenen din anlayışına mı tavır gösterdikleri, incelenmesi ve göz önüne getirilmesi gereken bir meseledir.
Yaşadığımız çağda müslüman aydın, müslüman entelektüel kimlikleriyle ortaya çıkan ve İslam'a göre yabancı olan bu kimliklerle meselelere çözüm arayan bir zümre bulunmaktadır. Doğu-Batı ilişkisini inceleyerek doğunun içinde bulunduğu vahim durumu, Batı sapıklığının bir yansıması olarak gören bu aydınlar, çözüm konusunda karşı oldukları batının tesirinde kalmaktadırlar. Batı anlayışının kökeninde, herhangi bir olumsuz durumla karşılaşıldığı zaman bu olumsuz durumu meydana getiren dış sebeplere yönelme ve sebeplere karşı mücadele vardır. Bu batıcı yaklaşım, kendilerine müslüman entelektüel denilen kesim üzerinde de görülmektedir. Bu kimselere göre yegane suçlu ve menfi durumların yegane müsebbibi Batı'dır.
Tek yönlü olan bu yaklaşım, İslami bir yaklaşım değildir. Çünkü dünya tarihinin her döneminde bâtılı benimseyen, bâtılı yaşayan ve bâtılı yansıtan insanlar bulunmaktadır. Müslümanlara yüklenen ilk görev bâtılı yıkma veya bâtılı yok etme değil, hakkı bilip hakka sarılarak batılın olumsuz tesirinden kurtulmaya çalışmaktır. Hakkı bilen, hakkı yaşayan ve haktan taviz vermeyen toplumların, batıl propagandalardan etkilenmeleri çok güçtür. Herhangi bir toplum batıl görüşlerden etkileniyor ve batıla meylediyorsa, bu olay söz konusu toplumun haktan uzaklaştığına ve değişip bozulduğuna işarettir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de "Gerçekten Allah kendi nefislerinde olanları değiştirip-bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz." (13-Ra'd 11) buyurmaktadır.
Dünyanın hiçbir yöresinde kendileri doğru yolda olup da, sapanların etki ve gücü ile batıla düşmüş bir kavim gösteremeyiz. Çünkü doğru yolda bulunan ve bu yola teslim olan müslümanlara Rabbimiz "Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez" (5-Maide 105) buyruğu ile beyan edilen vaadi vardır.
Bu ilahi vaadin ışığında, şeytan ve dostlarının müslümanlar üzerinde hiçbir nüfuzlarının olmadığını kavrayabiliriz. “Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü (nüfuzu, sultası, hâkimiyeti) ancak onu dost edinenler ile onunla O'na (Allah'a) eş koşanlar üzerindedir. “ (16-Nahl 99.100)
Firavun konumundaki birçok müstekbirin ve emperyalist ülke olan Amerika ve Rusya'nın, halkında müslüman olan ülkelerdeki şeytani tahakkümlerinin nereden kaynaklandığı, zikredilen ayet-i kerimelerde beyan edilmektedir. İlk sebep onların dost kabul edilmesi, İkinci sebep ise onları mutlak güç sahibi görerek, gerçek güç ve kuvvet sahibi olan Allah'a eş koşulmasıdır.
Emperyalizm birçok bölgedeki varlığını, silah zoru kullanmadan yürütmektedir. Çünkü bu bölgelerdeki halk, cahili propagandanın tesiriyle sömürü ve zulme karşı pasifize edilmiştir. Firavunlara karşı çıkmaları gerekirken, Firavunlarla birlik olup Musalara karşı çıkmaktadırlar.
İlahi din anlayışının böylesine tahrif edildiği bir bölgeye, dâr'ul İslam veya dâr'ul harp diyebilir miyiz?
Bu iki konuya şartlanmış olanlar, Nuh (a.s.)'ı hangi dar kavramına dâhil edeceklerdir? Açıkça bilinmektedir ki tufan gerçekleşinceye kadar Nuh (a.s.) ve beraberindeki mü'minler ne dar'ul İslam fıkhını ve ne de dar'ul harp fıkhını uygulamışlardır.
Müctehit imamların dar'ul harbe ilişkin öne sürdükleri birçok görüş, zamanında ve mekânında doğru olan isabetli görüşlerdir. Mesela dâr'ul İslam olan bir belde müstevlilerin istilasına uğrar ve İslam fıkhı yürürlükten kaldırılırsa, bu belde dâr'ul harp olmaktadır. Dâr'ul harp olan bu beldede İslam fıkhını yürürlükten kaldıran müstevliler harbidir. Çünkü bunlar hangi dine savaş açtıklarını ve kimin hükmünü yürürlükten kaldırdıklarını bilmektedirler. Dâr'ul harp fıkhına göre bu harbilerin kanı, canı, malı müslümanlara mubahtır. Bu harbileri öldürmek caiz olduğu gibi bu harbilere destek olanları da öldürmek caizdir. Çünkü bunlarda harbi hükmündedir.
İşte dâr'ul harp fıkhını kapsamına alan bu dönem bazı ülkelerde yaşanmadan veya kısmi olarak yaşanmışsa da netice almamadan geride kalmıştır. "Geride kalmıştır" diyoruz, çünkü bu dönemden günümüze gelinceye kadar birçok toplumsal değişiklikler meydana gelmiştir, Şeytani propagandalar vasıtasıyla batılı benimseyen ve batılı destekleyen kitleler oluşmuştur. Kendilerine verilen cahili kültür ile batılı destekleyen bu insanlar harbi değildir. Bu gibi toplumsal değişmeleri gözönünde bulundurmadan dâr'ul harp fıkhını günümüze veya geleceğimize uzatmak, Kur'an'ı Kerim'ie uyuşmayan bir yaklaşımdır. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de toplumsal değişiklikler dikkate alınmış ve İlahi din anlayışları tahrif edilerek, cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi mücadele ile görevlendirilen müslümanlar, cahiliye mensuplarına harp açmakla değil, onları uyarıp-korkutmak ve kurtuluşa çağırmakla görevlendirilmiştir.
Bu görev yerine getirilirken muhatap alınan cahiliye mensubu, kanı, canı, malı mubah olan bir harbi olarak değil, kurtulması umud edilen bir insan olarak kabul edilmektedir.
Kur'an'ı Kerim'de dâr'ul İslam ve dâr'ul harp kavramları geçmemekle beraber, değişik peygamber kıssalarında o peygamberlere yüklenen görevler zikredilerek, hangi konumun fıkhı verildiği beyan edilmektedir. Bu durumu değerlendirdiğimizde, dar meselesinin üç ayrı boyuttan önem kazandığını ve değiştiğini görmekteyiz. Bu üç boyut; toplumun yapısı, müslümanların durumu ve üçüncü olarak gayrimüslimlerin İslam'ı nasıl anladıkları ve bu anlayışla İslam'a nasıl yaklaştıklarıdır.
Mesela cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumda yaşayan müslümana göre içinde bulunduğu ülke dar'ul cahiliyedir. Bu ülkede yaşayan müslüman, şeytani otoriteye karşı mücadele verirken; bu mücadelesini otoriteden ziyade şeytani otoriteyi destekleyen ve yaşatan halka karşı yoğunlaştırır. Rabbani mesajı gücünün yettiği bir çerçevede yaygınlaştırmaya çalışır.
Halktan belli bir kesim şuurlanırsa, meselesini idrak eden bu kesimin şeytani otoriteleri desteklemeyeceğini ve dolayısıyla şeytani otoritelerin yıkılacağını bilir. İşte bu toplumun içinde yaşayan müslümana göre dar'ul cahiliye olan bu ülke; bir İslam devleti kurulduğu zaman, bu devlette yaşayan ve imama biat eden müslümanlar tarafından dâr'ul harp veya dâr'ul sulh olarak kabul edilebilir. Çünkü İslam devleti herhangi bir ülkenin konumunu belirlerken, o ülkede yaşayan halkı değil, yönetimi esas alır. İslam devletinin ilişkisi ve mücadelesi halktan ziyade yönetimledir. Bir ülkenin konumunu belirlerken, bu iki farklı durumu birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz.
Bulundukları ülkede tevhidi bir mücadeleye girmekle yükümlü olan müslümanların, bu ülkenin konumunu kendilerine göre tespit etmeleri gerekir. Çünkü yaşamaları gereken fıkıh, kendilerinin içinde bulundukları durumun fıkhıdır.
Halkında müslüman olan birçok ülkede yaşanılan konum, cahiliye konumudur. Bu ülkelerdeki şeytani tahakkümler gücünü ve yaşama fırsatını, cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek benimseyen halktan almaktadırlar. Bulunduğumuz konumda yaşamamız gereken fıkıh, dâr'ul cahiliyede bulunan müslümanların yaşamakla mükellef oldukları fıkıhtır. Dâr'ul harp fıkhı ile dâr'ul cahiliye fıkhı arasındaki farklar ise, müslümanların gayrimüslimlere karşı davranış ve yaklaşımlarında belirginleşmektedir.
İslam'ı bilerek reddeden kâfirler ile İslam'ı bilmeden reddeden cahillerin hepsi, İslam'a göre gayrimüslimdirler. Kâfirler ve cahiller gayrimüslim olmalarına rağmen, İslami ölçülere sahip olan müslümanların kâfirlere ve cahillere karşı tavırları farklılık göstermektedir. Hakkı bilmelerine rağmen inkâr eden kâfirleri tekfir etmek caiz iken; cahillerin tekfir edilmeleri caiz değildir. Bu kimselerin net ve açık bir tebliğle uyarılmaları ve kurtuluşa davet edilmeleri gerekmektedir. Çünkü bütün peygamberler, insanları cennete davet etmeden cehenneme terk etmemişlerdir. Cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek destekleyen insanları İlahi hükümlerle uyarmışlar, bu insanları merhamet duyguları ile Allah'a kulluğa ve ebedi kurtuluşa davet etmişlerdir. Rahman sıfatının ışığında yapılan bu tebliğ eylemini soğuk harp olarak değerlendirmek ve dâr’ul harp çerçevesine dâhil etmek ise ayrı bir yanılgıdır.
Yaşadığımız çağa yeni bir peygamber göndermeyecek olan Rabbimiz, cahiliye mensuplarını uyarıp korkutma görevini Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine örnek alan öncü müslümanlara yüklemektedir. Bu kutlu müslümanların dünyaya yansıtacakları Rabbani mesaj ise elbetteki Kur'an'ı Kerim'dir.
Cahiliyeyi muhatap alan ve cahiliye mensuplarını Allah (c.c.) ile karşı karşıya getiren Kur'an'ı Kerim ayetleri, belli meselelerden başlamakta ve kendisine özgü bir gelişim göstermektedir.
Cahiliyeyi muhatap alan bu tebliğde; Allah inancı netleştirilmekte, cahiliyenin batıl görüşleri çürütülmekte, doğru ve gerçek bilgi verilmekte, bu bilginin gerektiği tavır emredilmekte ve sonuç olarak akıbet bildirilmektedir. Bu çizgide yapılan tebliğ ile cahiliye mensubu hangi hükme karşı çıktığını, kime karşı savaş açtığını ve neyle tehdit edildiğini net ve açık bir şekilde bilmektedir. Nitekim İslam'a göre uyarıp korkutmanın gerçek mahiyeti de bu şekildedir.
Dâr'ul harp görüşünü bilinçsizce savunan ve Rabbani tebliğin mahiyetini bilmeyen kimseler, bu görüşü savunduğumuz için bizleri zor olandan kolaya sığınmakla itham edebileceklerdir.
Rabbimizin emrettiği yolda zor ve kolay arasında muhayyer bırakılsaydık, elbetteki kolay olanını seçerdik. Ancak "Net ve açık tebliğ gündeme gelmelidir" derken, bu bizim şahsi tercihimiz değil, Rabbimizin bu konumdaki müslümanlara kesin emridir. Kaldı ki zor olan, silahın karşısına silahla çıkmak yerine, silahın karşısına Kitap ile Hükmullah ile çıkmaktır. Silaha sarılarak öldürmeye ve yıkmaya teşebbüs ettikleri için değil, sadece ve sadece "Rabbimiz Allah" dedikleri için işkenceye uğratılan ve şehid edilen müslümanlar, müstekbirlerin tanınmasına, katı kalblerin yumuşamasına ve insanların uyanmasına vesile olmuşlardır. Bu fedakâr müslümanların kanları ile dirilen, şuurlanan ve belli bir seviyeye gelen müslümanlar ise, zamansız savunulan dâr'ul harp fıkhını, zamanı gelince yaşayabilecek müslümanlardır.
Halkında müslüman olan ülkelerdeki bazı müstekbirlerin küfürlerinde bilinçli olması, bu ülkedeki müslümanların yaşamaları gereken fıkhı değiştirmez. Toplumsal bir çalışmayla mükellef olan müslümanlar, içinde bulundukları toplumun genel yapısını göz önüne getirmekle yükümlüdürler. Toplum içersindeki istisnaların varlığı, müslümanların o topluma karşı göstermeleri gereken Rabbani tavırları değiştirmez. Çünkü toplumsal çalışmaya etki eden faktör, toplumdaki istisnai fertler değil, o toplumun genel yapısıdır. Küfründe bilinçli olan firavunlara dahi net ve açık tebliğ gidecek ve firavunların bu tebliğe karşı gösterecekleri tavırla, firavunların gerçek yüzü halka yansıtılacaktır/yansıtılmalıdır.''(40)
Dostları ilə paylaş: |