Yunanistan saldırı kapasitesi olan bir devlet değil. Türkiye karşısında bir ölçüde savunmada olan bir devlet. Ege’de Ege adaları üzerinden çıkan bütün tartışmalarda (6 mil, 12 mil vb. tartışmalarda), sistemin bugünkü uluslararası hukukuna göre, Yunanistan çok haksız da değil. Ama bir çözüm de değil tabii onun dayattığı şeyler. Ege’nin gerçekten her iki halkın özgürce kullanabildiği, o çok kullanılan deyimle bir “barış gölü” olabilmesi, ancak devrimle mümkün olabilir. Ancak o zaman Yunan halkı kendi adalarının oluşturduğu kıta sahanlığını problem olmaktan çıkarır. Bugün Yunan gericiliği orayı Türk gericiliğine karşı bir silaha dönüştürmek istediği zaman problem çıkıyor. Çünkü bu adalar, kıta sahanlığı kavramı çerçevesinde, bütün bir Ege Denizi’ni Yunan denizi haline getirebiliyor. Bugünkü uluslararası hukuka göre Yunanistan kendi cephesinden haklı da görünüyor. Nitekim ısrarla Lahey Adalet Divanı’na götürelim bu sorunu diyor, Türkiye buna bir türlü yanaşmıyor. Çünkü götürse hukuki açıdan söyleyebileceği bir şey yok. O kadar çok ada var ki, onların dört bir tarafına doğru 12 mil uzattınız mı Türkiye’ye hiçbir şey kalmıyor. Kalmaması iyi mi? Hayır, iyi değil kuşkusuz. Ama iş gerici ilişkilere, çelişkilere, çıkarlara kaldı mı sonuçta böyle oluyor. Ege’nin barış gölü olması ancak Yunanistan ve Türkiye’nin sosyalist olmasıyla mümkün. Halklar bu meseleyi ancak devrimci temeller üzerinde karşılıklı anlayışla çözebilirler. Doğal zenginlikleri ve imkanları birbirlerine sunabilirler.(163)
Türkiye’yi çevreleyen bölge hakkında genel olarak söyleyeceklerim şimdilik bunlar.
Tuna: Bugün Balkanlar ve Kafkasya, “balkanlaşma”yı da giderek aşan bir tarzda bir iç bölünme alanı durumunda. Buna ‘70-‘80’lerdeki Lübnan örneği üzerinden “lübnanlaşma” da deniyor. Artık daha dar etnik sorunlar (mezhep, din, milliyet vb.) üzerinden bölünmeler yaşanıyor. Tabloya baktığımızda şunu görüyoruz: Yugoslavya’dan şimdilik altı devlet ya da devletçik çıkarıldı, 7.ve 8. için de hala çalışılıyor. Bir yandan Romanya’da Macar azınlığın bir ulusal sorunu sözkonusu, bir yandan da Moldavya’nın Rusya’ya katılması sorunu... Kafkasya’da sadece birlik cumhuriyetleri olarak Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ı ayırmakla kalmadılar, bunların kendi içerisinden de Abhazları, Osetleri, Çeçenleri ve İnguşları ayırdılar, ayırmaya çalışıyorlar. Dahası şimdi Kuzey ve Güney Osetya arasında bile çatışmalar sürüyor. Bu tablonun, sosyalizmin gerilemesiyle ve kapitalizmin restorasyonuyla birlikte, bu temel üzerinde burjuva milliyetçiliğinin ideolojik olarak özel bir tarzda güçlenmesiyle, emperyalizmin doğrudan planlayarak devletleri etnik temel üzerinden bölmesi ve parçalamasıyla beraber düşünülmesi gerekiyor.
Hem Yugoslavya hem de Kafkasya örneği üzerinden bugün şunu çok güçlü bir tarzda söyleyebilmeliyiz: Birkaç yüz-bin kişilik bir nüfusu olan etnik halklar, Sovyetler döneminde Kafkaslar’da 70 yıl, Yugoslavya’da 30-40 yıl kendi ulusal varlıklarını koruyabildiler. Kültürlerini ve dillerini özgürce geliştirebildiler. Üstelik bu, sosyalizmin dejenerasyonuna rağmen böyle olabildi. Yani dünyada kim Osetler diye bir halkın varlığından haberdardır? Ama bunların sınırları çizilmiş, dillerini ve kültürlerini geliştirmelerinin olanakları verilmiş ve kendilerinin rızası alınmadan sınırlarının değiştirilememesi Sovyet anayasasında güvence altına alınmış. Elbette ki saydıklarımın bir kısmı dejenerasyon döneminde, kapitalist restorasyona(164)doğru giden sürecin içerisinde, fiili planda mutlaka zedelenmiştir, bozulma ve eşitsizliklerin ilk sonuçları kendini göstermiştir. Ama buna rağmen de yıkılışa kadar büyük oranda bu hakların varlığı da bir gerçektir. Doğal olarak bizim güçlü bir tarzda bunu işlememiz, sosyalizmin propagandası için özel bir tarzda kullanmamız lazım.
Diğer bir sorun; buralarda emperyalizmin doğrudan yönlendiriciliği altındaki parçalanmalara karşı kesin bir tutum almak durumundayız. Biz bu tutumu Yugoslavya’nın emperyalistler tarafından parçalanması sorununda gösteriyoruz örneğin. Görebildiğim kadarıyla yayınlarımızda bunu sürekli olarak işliyoruz. Aynı şekilde bu bölgelerdeki çatışmaların emperyalizmin yönlendirmesindeki gerici çatışmalar olduğu, bunlara ancak halkların emperyalizme ve yerli gericiliğe karşı birleşik bir mücadeleyle son verilebileceği vb. çerçevesinde değerlendirmelerimiz sürekli çıkıyor. Ama partili kimlikle birlikte giderek bölgedeki örgütlerle ilişkiye geçeceğimiz, onların karşısına çıkacağımız bir yerde, bu alana daha geniş planda ilgi göstermemiz gerekiyor.
Sovyetler Birliği sürecinde bu halklar federatif bir birlik içerisindeydi. Aynı şey Yugoslavya için geçerliydi. Biz bu ülkelerde barışın bugün de ancak sosyalizm temelinde var olabileceğini söylüyoruz. Bu temel önemde fikrin sürekli bir propagandası çok çok önemli. Ülkelere burjuvazi egemen olduğu sürece, bugünkü gerici çatışmalar tablosunda bölgeye bir barışın gelme olasılığının doğal olarak olmayacağı gibi, yarın Türkiye’de ya da bölgenin herhangi bir ülkesinde bir devrim olsa bile, diğerlerinin hepsinde sermaye iktidarlarının olduğu koşullarda da barış mümkün değil. Çünkü sermaye iktidarları doğal olarak bu devrimi boğmaya çalışmak çerçevesinde çatışmalara gireceklerdir.
Doğal olarak bizim, Balkanlar ve Kafkaslar için her birinin kendi içerisinde sosyalist federatif birliği üzerine bir şey(165)ler söylememiz gerekiyor. Bu sadece dün Yugoslavya’da olduğu gibi bir federatif birlik çerçevesinde değil, daha geniş bir çerçevede düşünülmeli. İki savaş arası dönemde komünistlerin “Sosyalist Balkanlar Federasyonu” diye bir talepleri var. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Yugoslavya, Bulgaristan ve Arnavutluk arasında çok güçlü bir olanaktı. Faşizme ve faşist işgalcilere karşı ortak bir mücadele verdikleri, bunun nerdeyse yer yer askeri birlikteliklere vardığı ve zaferin de bu temelde kazanıldığı bir yerde, bu gerçekten çok güçlü bir olanaktı. Bu olanak neden kullanılamadı, bilmiyorum. Bunda bir parça Enver Hoca’nın Tito’ya güvenmemesinin (ne kadar doğru olduğundan bağımsız olarak söylüyorum), çizgi farklılıklarının farkında olunmasının, Dimitrov’un bu işi özel bir tarzda gündeme getirip ama sonra farklılıkları farkederek bir zorlamaya gitmemesinin payı olduğuna dair söylenen şeyler var. Sonuçta meselenin özü; devrimci bir temelde bakıldığında, bunun özel bir ortam ve olanaklarının olduğudur. Bugünkü tablo içerisinde, bütün bu gerici çatışmalara rağmen bu bugün de böyle. Biz, Yugoslavya ya da Kafkasya’daki dünkü barış ve kardeşlik ortamını herşeye rağmen bir ölçüde buna tarihsel bir temel sayabiliriz.